Deneme,  Toplum

Yetiş Ya Gökyüzü

Yeryüzü yine sana mahcup düştü. Deprem değil, sel değil bu kez! Salgının bitmesini bile beklemeden, saltanatları uğruna savaş çıkardı haramiler. Yeryüzünün efendileri savaş çıkardı… Bir süredir vardı bu hazırlıkları, biliyordum. Ama insan yine de… Öyle istemiş çünkü silah tüccarları… Uyuşturucu baronları, uluslararası tekeller öyle istemiş… Diyeceğim o ki bölge değişikliği yapıp insan ve doğa kırımına giriştiler yeniden. Can alacak, kan akıtacaklar yine. Örgütlü kötülük her zamanki gibi iş başında.

Askerleri düşünüyorum/savaştaki askerleri Gökyüzü… Ve düşlerini onların/ellerine henüz silah verilmeden önceki düşlerini… Kim bilir kaçı nişanlıydı, kaçı evli, kaçının bir sevdiği vardı… Nasıl kuracaklardı kim bilir yaşamlarını. İşleri, evleri olacaktı. Eşleri, çocukları… Ne kitaplar okuyacaklardı kim bilir. Şiir yazanlar da çıkacaktı içlerinden, öykü yazanlar da… Dünyaya söyleyecekleri vardı çünkü. Şimdi onların anaları, onların sevdikleri… Şimdi onlardan kalan boşluk…

O askerlerin bir kısmı savaşın çıktığı ilk gün öldü Gökyüzü. Ertesi gün bir kısmı… Ve sonraki günlerde bir kısmı daha… Yarın da ölecekler. Sonraki günlerde de… İşleri, evleri olmayacak artık… Eşleri, çocukları olmayacak… Okuyacakları kitaplar nasıl bir acı içinde kalacak raflarda kim bilir… Düşleri buz kesecek ve ağıp gidecek sonsuzluğa. Yazılmamış şiirlerini merak edeceğim onların ben burada. Yazılmamış öykülerini… Kalemim her defasında kekeme kalacak bir şeyler yazmaya kalktığımda onlara dair… Ne yazabilirim onlara dair ki Gökyüzü? Uykuma ilişecek durmadan asker cesetleri. Soğuk yüzleri yüzüme sürtünecek her defasında ve ısınmayacak ne yazık ki. Bir pıhtı gibi düşmüş olacaklar toprağa/efendilerin kârları uğruna.

Bu yüzden gökyüzü/sırf bu yüzden! İçlerinde komutanlar bile var; yüreğim boydan boya kaçak asker kışlaları… Evet, kaçak asker kışlaları… Yaralanmasınlar, ölmesinler, öldürmesinler diye… Yarım kalmasın diye şarkıları… Şiirleri, öyküleri yarım kalmasın diye… Bir insanın yaşamı kocaman bir öykü demek Gökyüzü. Bir yaşam bir paragrafla bitmesin diye… Bir insanın yaşamı dünya demek. Dünyalara kıyılmasın diye. Bu yüzden Gökyüzü, bu yüzden! Biliyorum günah, biliyorum suç! İçlerinde komutanlar bile var; yüreğim boydan boya kaçak asker kışlaları…

Şimdi onlar/o ölen askerler; yüreğimin dağlarında, ovalarında, kıyılarında… Yüreğimin her yerinde barış içinde gezip dolaşacaklar Gökyüzü. Farklılıklarından bir “biz” oluşturacaklar. Sevgililerinin ellerinden tutacaklar, karılarıyla sevişecekler, çocuklarının başlarını okşayabilecekler, iş kurup şiir gibi yaşayacaklar. Emreden ve itaat eden olmadan, kardeşçe…Düş düşe, baş başa vererek. Üretip bölüşecekler… “Yaşamak bir ağaç gibi” yani. Yani yaşamak bir orman gibi… Gülerek, hep bir ağızdan şarkı söyleyerek… Öyle işte Gökyüzü!

Ama Gökyüzü/öyle demekle olmuyor. Onlar öldü. Toprağa, suya, havaya düştüler. Öyle olmasaydı cemreler bekliyorduk havaya, suya, toprağa…. Her şey birbirine karıştı. Çok görüldü onlara otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı, yetmişli yaşlarını görmek… Onlara kim bilir kaçı daha eklenecek bu gidişle… Kaçı daha düşecek toprağa, suya, havaya… Efendiler öyle istedi diye. Tanrılar öyle istedi diye… İnsanlığın bir türlü yıkamadığı, yıkmayı akıl edemediği tanrılar… Kötülük tanrıları…

İnsanların anlama, algılama eşiği buraya kadar Gökyüzü. Bakma sen güzel konuşmalarına, güzel giyinmelerine, iyi öğrenim görmelerine… Gelişmişlikleri; silah yapıp insanları öldürenleri, yeryüzünü ateşe verenleri seyredecek kadar. İnsanların pek çoğu, zaten narkoz yemiş hasta gibi. Ne yana çekerlerse oraya… Bu aslında seyirci kalanların da ölümü. Geleceğin ölümü… Öldürenlerin de öldüğü… Yeryüzünde her şey herkese yetecek kadarken Gökyüzü… İnsanlığın en iğrenç buluşu savaşlar. Burada herkes kirli. Savaş herkesi kirletti. Ona karşı çıkmayanları, sessiz kalanları, kendini yalan makinelerine kaptıranları, “bir şey yapamam” diyenleri…

Geceler bitmek bilmiyor. Yaralı bir askerin çığlığına uyandım az önce! Ülkemin topraklarından uzaklardaki bir yerden, başka bir ülkeden yaralı bir askerin sesine Gökyüzü. Bazen insan bilmediği dilleri de anlayabiliyor, yüzünü görmediği insanların acılarını hissedebiliyor, onlarla konuşabiliyor. Ne olur, “öyle bir şey olmaz” deme! Çünkü hala kulaklarımda onun, “beni burada bırakmayın!” çığlıkları… Üstelik bu gözlerimle gördüm: Çamurlar içindeydi. Kan ter içindeydi. İnim inim inliyordu… Zar zor seçiliyordu can taşıdığı o toz dumanda. Ama bedenini sürüyemiyor, kolunu kaldıramıyordu. Alevler içinden çıkmayı başarmıştı ama ondan sonrasını başaramıyordu. Bir buğday tarlasının içinde saklanırlarken başaklar tutuşmuş ve bütün arkadaşları yanmış… “Beni burada bırakmayın!”

Yüzünün bir yarısı yoktu. Son gülüşleriydi yüzünün kalan yarısında biriken… Onu bulunduğu yerden kurtarmak için elimi uzattım/ama kollarım yetişmedi Gökyüzü. Okuduğum şiirlerden, öykülerden, romanlardan; karşısına geçtiğim tablolardan, izlediğim sinemalardan, dinlediğim müziklerden, konferanslardan yardım istedim. Kendimden yardım istedim. Yazdığım şiirlerden, yazdığım öykülerden yardım istedim… Düpedüz yalvardım her şeye, herkese. Hiçbir yerden hiçbir şey gelmedi Gökyüzü.

Kendime küsüyorum, anneme küsüyorum. Annem demişken, onun mezar taşlarından sarkan sesi döndürüyor başımı… İçim bulanıyor. “Derdim çoktur hangisine yanayım” kıvamında bir türkü gibi sarıyor bedenimi annemin sesi: “Kadın şiddetine hayır, çocuk tacizlerine, tecavüzlerine hayır diyenlere şiddet uygulanıyormuş oralarda. Neyin nesi be oğlum?” Sesim çıkmıyor. Her yer ateş, kan ve karanlık… Ölü asker bedenleri üzerinde bata çıka yürürken Şehmus Ay’ın; “çıkarın beni bu dışarıdan” dizesi ile göz göze geliyorum. Yalnız kalmak ürkünç bir şey Gökyüzü! Diyorum ben de çıkmak istiyorum bu dışarıdan. Ben de! Umutsuzca soruyorum: Peki ama ne yanda kaldı dünya? Tam o sırada bir asker çıkıyor karşıma, sapasağlam, yeni sürülmüş cepheye: Silahını bana doğrultmuş. Dur diyorum, duyacak gibi değil. Sesim açılıyor birden ve soruyorum kendisine yavaşça: Bu kimin savaşı diye soruyorum? Sen neden bu savaştasın? Diyor; “ben dünyanın düzeniyim!” Öldürüyor beni silahını ilk çekişte…

Dışarısı soğuk. Bahçemizdeki zeytin ağaçları görülecek kadar aydınlanmış ortalık. Öyle güzel duruyorlar ki… ”Sizden önce de vardık, sizden sonra da var olacağız!” dercesine ama olanlardan habersiz. Diyorum kaçın, sıra sizde… Kutsal kitaplarında sizi yere göğe sığdıramayanların adamları geliyor, kaçın… Ellerinde palaları, dillerinde yalanları… Öldürmeye geliyorlar! Zeytinler… Ayakları yok, kaçamazlar ki/kanatları yok, uçamazlar ki…

Buralar cehennem Gökyüzü! Yeryüzü sana mahcup!

Bu yüzden/sırf bu yüzden! Zeytin ağaçlarını da alarak deniyorum bir kez daha: İçlerinde komutanlar bile var; yüreğim boydan boya kaçak asker kışlaları. Yaralanmasınlar, ölmesinler, öldürmesinler diye… Yarım kalmasın diye şarkıları… Şiirleri, öyküleri… Savaş yayılmasın diye daha fazla. Daha fazla ateşe verilmesin diye yeryüzü. Yanmasın, yok olmasın diye ağaçlar. Kurtlar, kuşlar, börtü böcek yanıp yok olmasın diye… Yüreğim her dilden, her yer yerden, her renkten askerlerle dolu. Yüreğim içlerinde komutanlar bile var; yüreğim kaçak asker kışlaları Gökyüzü… Yüzlerinde gülüşleri, dillerinde şarkıları /gölgesinde zeytin ağaçlarının…

Göklerin, karaların, suların aşkıyla!

Yetiş ya Gökyüzü!

Siz de fikrinizi söyleyin!