Kurgu,  Toplum

H. G. Wells, Leonardo ve Michelangelo Gaziantep’te

Bilim kurgu öncülerinden Herbert George Wells, sosyalistti. Lenin’le bile tanışmış, faşizmin topluma zararlarını çok iyi bilirdi. Çok meraklı ve çok düşünen biriydi. Bir gün yaptığı gezilerden Floransa’ya yolu düşmüştü. Hem yeni Yeni Platonculuk akımının sanata etkisini irdelemiş, hem de o dönemin en büyük dehalarından olan Michelangelo ve Leonardo‘yu yakından tanımak istemişti. Zaman makinesi ile onları tanımak mümkün olmalı, diye düşünüp duruyordu. Sonunda bir gün başardı, o dönemin kıyafet temasına uygun bir şeyler buldu ve makineyi jeopolitik konumu Floransa’ya, tarihi de 1515’e ayarladı.

Hayli ilginç ve meşakkatli bir yolculuktu, hazırladığı makineyi tek başına yaptığı için her hangi bir bozulmada hemen müdahale yapıp, durumu bir şekilde stabil tutabiliyordu. Yine de yolda yakınlarını düşünüyor ve geri dönememekten de korkuyordu. Bir yandan macera severliği ile meraklıydı, bir yandan da zamanda yolculuk başarısını ve kazanacağı tecrübeyi de düşlüyordu. Sahi, böylesi cesareti ondan başka çok az insan gösterebilirdi. Hazırlık yaparken kendinden gururla hafif de gülümsüyordu.

Sonunda Herbert Floransa’ya ulaştı. 52 yaşında olgun bir adamın cesaretiyle, çocuk gibi çığlık attı. ”Evet… Biliyordum!.. Başardım…” Rönesans dönemi sanatın beşiğiydi. Önce bir yer bulup zaman makinesini sakladı. Daha sonra çarşıda gezindi. Onu meraklı bir uyanık fark etmişti. Küçük Şeytan, lakabını koyduğu Leonardo’nun yardımcılarından biriydi. Tanıştıkları sırada ve Herbert hemen kim olduğunu anlamıştı. Küçük Şeytan’dan Leonardo’ya ulaşmak istediğini, çünkü resimlerinin ününü işittiğini ve yakından incelemek istediğini belirtti. Bu sebeple çok uzaklardan geldiğini söyledi.

Küçük Şeytan, onun kim olduğunu anlamaya çalıştığını belli ediyor, çünkü sürekli Herbert’a sorular soruyordu. Bir yandan yürüyüp bir yandan sohbet derinleşiyordu ki yol bitti, Leonardo’nun atölyesine ulaştılar. Küçük Şeytan, Herbert’a dışarıda beklemesini ve Leonardo isterse çağıracağını iletti.

Leonardo, atölyesinde yine kadavra üzerinde çalışma yapıyordu. Bilek ve elleri kesip, inceleyip, ara ara notlar alıyordu. Küçük Şeytan’dan haberi alan Leonardo ”tamam gelsin” dedi. İçeri giren Herbert, leş kokusuyla araştırması için nasıl çaba sarf ettiğine tanık olunca Leonardo’ya daha hayranca bakarken, diğer yandan Floransa’ya geliş sebebini ve kendisini nasıl anlatacağını düşünüyordu.

Herbert, atölyedeki tüm eserleri hayranlıkla gözleriyle süzüyor bakıyor, fakat eserler hakkında tek kelime dahi edemiyordu. Hayranlığı ve merakı dikkatleri üzerinden azaltmıştı. Herbert, kendi çağından gelmeden önce  Leonardo’nun çizimlerinde gördüğü mucitlik eserlerinden de vardı. Aslında o, resimleri ne kadar beğense de resimlerinden çok mucitliğine hayrandı. Leonardo’yu mucitlik hususunda etkilemeye çalışırken, bilimsel anlatımlar yapmaya da gayret ediyordu ki dikkat çekmeliydi. Sonunda Leonardo, kadavrayı bırakıp, Herbert’ı dinliyordu.

Herbert’tan hoşlanmış, ama içinde mantığa uymayan yönleriyle de irdelemeden edemiyordu. Leonardo çok zekiydi. Herbert, orada tüm egolarından arınmış, artık normal bir insandı. Nitekim, kendini de amacı için kanıtlamalıydı. Sohbet edip içiyor, bir yandan çılgın tavırlarıyla Leonardo’yu analiz etmeye çalışıyordu.

Birkaç gün Leonardo, Herbert’i atölyesinde ağırladı. Bir gün konu Michelangelo‘ya geldi. Leonardo’nun çok alkollü bir anında ilk kez bu konuda samimi konuşabiliyordu. Kendinden 24 yaş küçük olan Michelangelo, David heykeliyle nasıl önüne geçmişti. Yalnız; heykel konusunda onu kıskanıyor, fakat tam samimi itirafta bulunamıyordu.

Herbert, bu iki dehayı birleştirmek istiyordu. Herbert’a göre ikisi de ayrı dehalığa sahip, farklı renklerdi. Ana renkleri kıyaslamak, onun için aptallıktı. Herbert, Michelangelo’nun dini bakış açısına sohbeti getirdi.

Michelangelo’nun dindar olmadığını Leonardo da bildiğini aktardı. Raffaello ile Bramente’nin Michelangelo’yu papanın gözünden düşürmek için papanın aklını çelip, Sistine Kilisesinin resim işini Michelangelo’ya vermesi yönünde etkilemişlerdi. Onun önce işi almak istemeyip, mecburen yaptığını (toplumsal baskı yaşamamak için) Leonardo işittiğini de belirtmişti.

Michalangelo’nun Adem resminin sırrını iletti. Orada beyinin içine Tanrı’yı resmederek,Tanrı biz miyiz, yoksa Tanrı beynimizde yarattığımız mı? demek istedi Leonardo” dedi. ”Olamaz!” deyip düşünüyor, şaşkın hal ile kahkahalar atıyordu. ”Benim tablolarımda da şifreler var. Bunlar gerçek olabilir mi? Bu kadar zeki olabilir mi?” Leonardo’ya yanıt veren Herbert’sa, ”Mantık, ortada ve siz çok zekisiniz.” dedi.

Leonardo’nun annesi Türk’tü ve o sırada Zerdüştlüğü araştırıyordu. Kafası karışmış, bir yandan da Herbert merakını arttıracak konular anlatmaya devam ediyordu. ”David heykelinde sağ el büyüktür, sağ güçlü durur; ama sol eliyle tuttuğu taş onun solak olduğunun göstergesiydi.” der ve söze devam eder; ”David’in heykelinde elleri dua edecek naiflikte değil, adeta kavga ederek kazanacak güçte aktarılmış.” Herbert, sonunda Leonardo’yu razı etti.

Leonardo bir resim çizerek, Michelangelo’ya ilettirdi. Resimden bir başkası belki de hiçbir şey anlayamazdı. Güneşin tepeye yaklaştığı vakit bir yayla ortamına ulaştık. Daha sonra 40’larında elleri nasırlı Michelangelo yaklaştı. İkinci kez birleşmişlerdi. İlki on yedi yıl önceydi.

Önce havadan, sonra siyasetten, derken sanata kapılar açılmış; teorik anatomi anlatımlarına girmişlerdi. Kendini tanıtmak istiyordu Herbert. ”Ben zaman makinesiyle 1918 yılından İngiltere’den geldim. İkinizle tanışmak istiyor ve sizinle birlikte bir macera için heves yapıyorum. Kabul ederseniz birlikte 500 yıl sonrasını da görmek istiyorum. Ben sizlerden 403 yıl ileriden geldim. Şimdi de geleceğe merakım arttı.”

Artık aralarında bir deha daha vardı. İki deha rekabetin ve sanatın çok uzağında, Herbert’i dinleyip, kafalarında yeni şeyleri resmetmeye çalışıyorlardı. Saat hayli geç olmuştu, Leonardo’ya 63 yaşında olmasına rağmen, Herbert her ikisine de çok güveniyordu. Zaman makinesini birlikte yapabilir, hatta yardımcılarıyla da hızlıca tamamlayabilirlerdi. Michelangelo da zengin ve saygındı, o da bu konuda destek verebilirdi. Birlikte Herbert’ın sakladığı zamanda yolculuk arabasının yanına geldiler. Leonardo, bu kez Herbert’a hayran kalmıştı. Sürekli Herbert’a sorular soruyor, makineyi anlamaya çalışıyordu. Michelangelo da onlardan genç olarak, fiilen her türlü yardımda bulunabileceğini iletti.

Sabaha doğru yeni bir proje hazırladılar, o günün koşullarına uygun yakıtı, ihtiyaçları, her türlü tekniği bulundukları zamana göre oluşturdular. Sonra, Michelangelo alması gereken malzemeleri almaya, Leonardo yardımcılarıyla makine için projeyi anlatmaya koyuldu. Herbert, zaman çizgilerini büktüğünü beyninden resmediyordu.

İki dehanın yardımcıları malzemeleri ile birleştirip, ustalarına yaranmaya çalışıyor, Herbert’sa sürekli uyarılarda bulunuyordu. Nasıl olur da ustalarından daha çok bu yabancının sesi çıkıyor diye kendine hayretle baktıklarını anlıyor, fakat işine odaklanıyordu.

İki zengin, üç zeki, üç güçlü dehanın sayesinde altı gün sonunda yeni zaman makinesi hazırdı. Üç kişilik bu zaman makinesi yuvarlaktı. Bir üçgenin köşe noktaları gibi  koltukları konumlandırdılar. Sonra, Herbert zamanı ayarladı, konumu da Leonardo belirledi. İran’da tarihi incelemek ve Zerdüştlük için araştırmalarına yeni bir şeyler ekleyebilmek istiyordu. Herbert zamanının çok gerisinde kılıkla kalmış, bir de onlar gibi 1515 dönemine uygun görünüyordu.

Ve yolculuk için kemerlerini bağlamadan önce, Osmanlılardan Arap kıyafetleri almayı düşünen Michelangelo, onlara sürpriz yaptı. Çok komik görünüyordu gelirken; üzerindeki kıyafetle elbiseli beyaz giyimliydi hem, hem de ne bileyim Floransa’lıydı, ilginçti. Hazırlandılar, kılıç bile kuşandılar. Yiyecek alabilecek kapasitesi de vardı makinenin. Birkaç gün yetecek kadar yiyecek de aldılar. ”3, 2, 1, 0…” bağırarak ardından, yolculuğa başladılar. Herbert’ın diğer zaman makinesinden bu daha çok sarsıyordu, her şey gayet güzel gidiyormuş gibi korkusunu da belli edemiyordu. Solucan deliğinden geçerken, hayran kaldılar. Sanki o birkaç dakikada geçiş yaptıkları yolculukta, hiç görmedikleri resme bakar gibi tepkileri görülüyordu.

Bir yerde durdular. Geceydi. Kimsecikler ortada yoktu. Ne yapacaklardı artık? Önce derin bir çukur açıp, oraya zaman makinesini Leonardo’nun mucitliğiyle hiç zarar görmeyeceği şekilde indirdiler. Yiyeceklerini de sırtlandılar. Sabah oluyordu artık. Bulundukları yerden uzaklaşıp yürürken bir gürültü başlıyordu; araba, korna sesleri, doğanın sessi kesildikçe artan gürültü onları ürkütüyordu.

Herbert onlarla yürürken icatların çok ilerlemiş olabileceğini, çok şaşırsalar da asla şaşırdıklarını belli etmemelerini tembihliyor, bir yandan da kendi zaman çizelgesinden gelişmeleri aktarıyordu.

Tuhaf giyimli üç adama Şahin bir araba yaklaşarak, arabadan ”Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Onlar da dillerince konuşuyor, adam hiçbir şey anlamıyordu. Herbert İngilizce’yle ”Hangi şehir burası?” dedi. O da ”Gaziantep’‘ diye yanıt verdi. Sahi neresiydi, hiç duymamışlardı bu şehri. İstedikleri yere varmamışlardı, acaba neden doğru koordinata varmadıklarını düşünürken, bulundukları mevkiinin adresini Herbert sordu, cevabı da not aldı. Merkeze gitmek istediklerini söylediler, genç adam yardımcı olmak istedi ve gitmeyi istedikleri yerin yolunun üzerinde olduğunu belirterek onları çarşıya bırakabileceğini iletti, yardımsever yaklaşımla. Bindiler arabaya, ön koltukta Leonardo oturdu. Yaştan ayrı bir hürmet edildi ona.

Adamın iş yerine ulaştıklarında, onlara yiyecek bir şeyler ikram etmeyi teklif etti (meraklanmıştı, sohbet etmek istiyordu). Onlar da kabul ettiler. Bakırcılar çarşısında bir yemeni dükkanı olan bu adam, hemen çay pişirip onlara katmer ısmarladı. Başladılar sohbete.

Adem: ”Nereden geldiniz?”
Herbert: ”Floransa’dan.”
Adem: ”Bu kılıkla burada yaşıyorsunuz sanmıştım, peki Arap mısınız?”
Herbert: ”Elbette hayır, dostlarım Floransalı, ben de İngiltere’den geldim.”
Adem: ”Dolandırılmamak için böyle bir yöntem buldunuz yani. Çok zekice.”
Herbert, göz kırpıp hafif tebessüm eder, bir yandan diğer yol arkadaşları da oraya yakın olan Kale’ye bakarak
Herbert: ”Bu şehirde, bu zamanda, Türkiye’de, her şey nasıl; misal teknoloji nerelere vardı? Dostlarım sanatkardır, onlar da hem yeni şeyler keşfetmek istiyorlar, hem de biri Zerdüştlük için araştırma yapmak istiyorlar.”
Adem: ”Günümüzden çok geri yaşanılıyor artık, ülkemizde inanmayacaksınız ama, bir yiyeceğe bilim ödülü verildi. Kardeşim resim mezunu, ben İngilizce öğretmenliğinden mezunum. Kardeşim, sanatını icra etmek için öğretmenliğe bile atanmadı. Bir adamla evlendi, onla da namus belasına yaşıyor. Ülkemizde, sanatçılar ekmek kazanmaz. Sanatçı görünümlü ama yeteneksiz yalakalar, eskiden ün kazananlar; ancak onlar para kazanabiliyor. Bundan on yıl önce baya galeri, tiyatro sahneleri, sanat kulüpleri kapatıldı. Özgür düşünce yok, sanat icra edecek maddi destek yok, eserden anlayan halk da yok. Çok zenginler paralarını, burada sanata harcamaz. Sanat anlayışları bile çok farklı, misal put diyerek ülke kurucumuzun heykellerine saldırdılar, devasa muazzam heykellerdi. Sonra ülkeyi yöneten adamın heykelini diktiler. Put diyenler put diktiler. Bu arada neden öğretmenlik yapmadığımı ve burada çalıştığımı da sorabilirsiniz; bu ülkede eğitimin de çok gerilediği yerde, okullara ataması yapılmayan nice okumuş öğretmenlerden biriyim. İyi ki baba mesleği bu işi de öğrenmişim, yoksa açtım. Zerdüştlüğe gelecek olursak, sakın bunu bir yerde iletmeyin, burası İslamın en acımasız olduğu, insanlara katliamlar yapan bir yere dönüştü. Sizlere zarar gelsin istemem. Bakın saatlerdir buradayız, hiç siftah yaptım mı? Zaman çok kötüye dönüyor, gidebiliyorsanız, hemen geri dönün.”

Herbert, tüm konuşulanları dostlarına aktarır. Michelangelo, babasıyla anılarını anımsar, adama gururla bakar. Dostları dışarıdan geçen kaba insanlara bakarak, o adam gibi nüfus çoğunluğunun medeni olmadığını fark ederler. Çoğunluk Arap’tı.

Hiç orman görmemişlerdi yolda, su akan yerler falan hiç yoktu. Sokak kedileri dışında, iki köpek görmüşlerdi. Ekolojisi zarar görmüş bu atmosferde doğa bozulmuştu. Havada kirli dumanlar vardı, hiç Floransa gibi kokmuyordu. Peçeli kadınları birkaç kez Floransa’da da görmüşlerdi, ama bu çağda çarşaflı kadınları görünce çok şaşırmışlardı. Sanki, çağlarından 500 yıl öncesine gitmiş gibi ilkel bir zamanda hissettiler. Aralarında düşünüp orada zaman kaybetmemeye karar verdiler, tanıştıkları bu misafirperver adamdan kendilerini buldukları yere bırakmasını rica ettiler.

Akşam oluyordu, baya sohbetin ardından hala tek müşterisi yoktu adamın. Michelangelo ve Leonardo teşekkür ifadesi için büyükçe özel bir yemeni çizip hediye ettiler. O arada Herbert’la Adem, edebiyat ve bilim kurgu haberleri edinmeye çalışıyordu. Edebiyatın bile dibe vurmuş olduğunu düşünürken, öğrencilere zamana uygun eğitim vermediklerine de bir yandan üzülüyordu. Ne kadar geri kalmış bir yere gelmişlerdi. Herbert, dostlarının yaptığı resme edebi birkaç cümle yazdı. Sonra yola hazırlandılar, yeniden arabaya binmişlerdi. Çok kalabalık trafik vardı, kornalar durmuyordu, yürüyen insanlara geçit hakkı vermiyorlardı. İlerleyen zamanda insanlık kaybetmişti.

Herbert ve dostları teşekkür ediyor, Adem de onlara teşekkür ifadesiyle hafif eğiliyordu. Adem’e bu kez, ”Adem Bey çok teşekkür ederim. Hoşçakalın.” demişti. Dostları tam yolculuğa çıkmadan, ilk kez bu adamın ismini işitmişlerdi.

Yeniden zaman makinesine binip, bu defa tam koordinata ulaşan Leonardo ve Michelangelo ve Kaptan Herbert; zamanı da makineye ilk kalktıkları vakitte ayarladıktan sonra bu defa doğru zaman ve konumda yolculuklarını tamamladılar.

Bir günde her şeye ne kadar hasret kalmışlardı.

Farklı çağda doğsalardı, dehalıkları yetecek miydi? Bir yandan tartışıyor, bir yandan makineyi parçalara ayırıyorlardı. Bu yolculuğu kimseye anlatamazlardı, bu sebeple dehalar bir daha birleşmeyecek şekilde ayrıldılar. Herbert da kendi zaman makinesine bindi. Bu son yolculuğunda zaman gezintisinden (keşiflerinden) korktu, çağının çok ilerisindeki bir dünyada faşizmin gölgesiyle yitecek hayatları düşündü.

Zamanlarında ve coğrafyalarında hepsi, çok şanslı bir şekilde hayatlarını sürdürüp, mesleklerini ileri götürdüler. Nerden bileceklerdi ki asırlar sonra, zamanlarından asırlarca geri ilkel yaşamlar olacaktı!…

Gaziantepli İlkay

Gündem Arşivi kurucusuyum, sitede editörlük dahilinde; yayın yönetmenliğini de ben yapıyorum.

Siz de fikrinizi söyleyin!