Biyografi,  Toplum

Enver Karagöz

O, bu toprakların soyundandı
dirence karıştı gözelerde  

“Ben kaynağıma bağlıyım, denize ulaşan bir ırmak kaynağına nasıl bağlıysa.” Sanırım söz Jean Jaures’e ait. Bugün neredeyim, dünyayı nasıl algılıyorum bu ayrı bir konu. Ama bulunduğum düşünsel düzey, dünyayı algılayış biçimim, şu andaki durumuma yönelişim bir anlamda Enver Karagöz’le ilgili. Verili hayatı, verili düşünce biçimlerini sorguya alışım onu tanımamla, tanımaktan ziyade onu fark etmemle başlar. İçimde tepinip duran itirazlarımı nereye yönelteceğimi ve dünyaya nereden gidileceği sorusuna bir karşılık bulmamı onunla kurduğum yakınlıklar tayin etti biraz da. Yani demeye getiriyorum ki kaynağımda Enver Karagöz var.

öteki ellerini kullan
öteki sesinle çık sokağa

Bu dizeler, Enver Karagöz’ün çocukluğumla gençliğim arasındaki bir noktada kendime giden yolu bulmak için bana seslenişini ve bunu yaparken gösterdiği içtenliği daha sonra şiire aktarmamdır sadece.

öteki gözümle gördüm gerçeği
şaşakaldı iki gözüm

Dizeleri de öyle…

Onun gözlerinden bakmaya çalıştım bir süre. Ama bu çok zordu. Duyarlı olmak yetmiyordu. Görünen görmeye yetmiyordu. Öteki gözümle görmem için, öteki ellerimi kullanmam ve öteki sesimle sokağa çıkmam için okumam çok okumam gerekiyordu. Düşünce ve düş gücüme doğru hızlanmam gerekiyordu. İnsan olmaya kendimden başlamam gerekiyordu. Karşı olmak tek başına bir anlam ifade etmiyordu. Bir şey olmak gerekiyordu. Rahatlıkla diyebilirim ki dünyada yalnızca kendimi algılama kolaylığına düşmememde onun katkıları büyük.

bir çiçeğe yürüyeceksek
su olmalıyız
birbirimizin ateşinde eriyerek

İnsanın ve insanlığın kendisini aşarak gerçekleştirebileceği bir dünya düşü kurmak, yaşanmamış hayatlara, el değmemiş duyarlıklara dokunmak ve bir ölçüde imkansızla buluşma kararlılığı göstermek ve bunun için bir can vermeyi az bulmak, yaşanır kentler, adil -demokratik ülkeler ve barış içinde bir yeryüzü için mücadele kararlılığından çekilmemek, bugün insanlara değer olarak dayatılanlara bakıldığında, önemsiz ve gerçekleşmesi olanaksız gibi gösteriliyor. Enver Karagöz gibilerin bir süreliğine de olsa yanlışlıkla dünyamıza konuk olmaları , sözünü ettiğimiz başka türlü bir dünyanın, mümkün bir hayat olasılığının artığını ve bu nedenle umudumuzu yitirmememiz gerektiğini öğretiyor bize. Ve de dünyanın o kadar da boş bırakılmadığı ve bırakılmaması gerektiği yönünde bir düşünceye ulaştırıyor.

bakma sen
bir gün başka döner dünya
aşk kazanır
insan kazanır
betonları basar çiçek
hayat kazanır

Enver Karagöz’le herkesle yaşanan ortak anılarım pek azdır. Çünkü 1974’ten sonra Artvin’le ilişkim oldukça azalmıştı. Ara sıra gidebiliyordum ancak. Ama kavganın içinde duyabiliyorduk birbirimizin sesini. 12 Eylül sürecini ise acı içinde ve farklı farklı yerlerde yaşadık.

Ne yazık ki, yer darlığı nedeniyle onunla geçen tek bir anımı paylaşabileceğim. Olsun!. Ancak, küçük bir açık gözlülük yapıp araya sıkıştırmak istediğim birkaç şey var: Birincisi, Artvin’e ara sıra gittiğimde, okuyup öğretmen olduğum, 12 Eylül sırasında ise yüzlerce insanın işkenceden geçirildiği ve onun sesini kaybettiği yer olan öğretmen okulunun önünden geçerken yüzümü kapayışım, dönüp bakamayışım. İkincisi, ona ilk kitabımı imzalayıp gönderdiğimde, teşekkür için Almanya’dan evimize telefon açması, küçük oğlumun bu telefona çıkması ve onun o kısık sesinden korkması. üçüncüsü ise, öldüğünde evine taziyeye gidenlerin karşılaştığı onun; “Rüyamda bir kitap dile geldi ve bana şöyle seslendi: Ben okundukça kitap, sen okudukça insan olursun” sözünün çalıştığım özel eğitim kurumunun kütüphanesinin duvarında öğrencilerimle öğrencilerimle yıllarca buluşması…”

Biz aynı köylüydük onunla. Artvin-Şavşat Çoraklı Köyü. Erzurum’da üniversiteyi bitirmiş, çiçeği burnunda bir Edebiyat öğretmeniydi. Daha bir yıl bile geçmeden okumanın, düşünmenin, düş kurmanın; ülkesi için, insanlık için güzel duygular edinmenin, o uğurda mücadele etmenin, onurlu tutum almanın hesabı sorulmuştu ondan. Açığa almışlardı. Öğretmenlik yapamıyordu. Ekonomik sıkıntıları da belliydi halinden. Ben daha çocuktum, Şavşat Ortaokulu’nun 3. Sınıfındaydım. (Bugünkü karşılığı ilköğretim okulunun 8.sınıfı)

O sıralar köyde karşılaştığımız bir gün, kabul ederse evine uğramak istediğimi söyledim. O arada gericiliğin diz boyu gittiği köyümüzde herkes çocuğunu “onun gibi Allah-Peygamber bilmeyen, beyni yıkanmış o komünistten” uzak tutmaya çalışıyordu. Hatta onun yanına gideceğimi söylediğim bir öğretmen ağabey bana, “gitme beynini yıkar, dinsiz eder seni” demişti. O ağabey de daha sonra hayatı onun gibi algılamaya başlamıştı. Demek ki benim bilmediğim bir zamanda onun yanına gitmiş ve belli ki beynini yıkatmıştı. Neyse.

Beni evin dış kapısında ve büyük bir ciddiyetle karşıladı. Annesi bir tepside yeni pişirdiği sıcak ekmek ve yöre peyniri ikram etti. Bir yandan konuşmamız devam etti. Koskocaman bir Edebiyat öğretmeni, 13-14 yaşlarındaki konuğunu büyük bir ciddiyetle ağırlıyordu. Kuşkusuz konuğu da beyninin yıkanacağı anı merakla bekliyor, bir yandan da buna pabuç bırakıp bırakmayacağının hesaplarını yapıyordu.

Bulunduğumuz odanın kapısı bir iki kez açılıp kapandı. “Biliyor musun Hayrettin, ben fakültede öğrenciyken babam ölmüş, Erzurum’dan köye yol parası hesabı yapıldığından babamın cenazesine çağrılmamışım, yoksulluğun gözü kör olsun. Bu nedenle evdeyken ne zaman kapı açılsa babamın içeri gireceğini sanırım. Köye ara sıra da gelsem, bu duygudan bir türlü kurtulamam.”

Komünist dediğin acımasız olmalıydı. Doğrusu şaşırmıştım. Belli bir süre sonra odadaki kitaplara göz attım. Birkaç günlüğüne köye gelirken yanına almış olmalı. İçlerinden birkaçını hatırlıyorum. Kapital, Türkiye’nin Düzeni, Kurtuluş Savaşı Destanı… Kocaman ciltli olmayan birkaç kitap daha vardı. Onlardan herhangi birini bana verip veremeyeceğini sordum. “Roman veya öykü türünde kitaplar okuyor musun?” diye sordu. Pek değil dedim. “O zaman anlayamasın, senin için erken olur.” dedi. Adam demek ki beni beyni yıkanacak biri yerine bile koymuyordu. Okur, ezberlerim.” dedim. “O, öğrenme olmaz.” dedi. “Kitap okuyan kişi yazar kadar olmasa da bir çabaya girecek. O da üretimde bulunacak. Okuduğuna hemen teslim olmayacak, eleştirel yaklaşacak, gerekirse okuma sırasında yazarın düşüncelerinden ayrılabilecek. Bu da ister istemez bir anlama eşiği gerektirir.” demişti. Zehirlendiğim an burası olmalı. Önce okur olma düzeyine geleceksin “beyninin yıkanması” için, zor iş. Kitap vermese de okumak gerektiği üstüne birkaç şey söylemeyi benden esirgemedi. “Düş ve düşünce gücü olmayan insanlar verili olanlara teslim olur, soru bile soramaz, basit olanlar çoğunlukla onlara doğru gelir …” şeklinde birkaç şey daha … Şöyle böyle anımsıyorum.

Evime dönerken kitap okumanın olmazsa olmazlığını ve bunun için nereden, nasıl başlamam gerektiğini düşünüyordum. Beynimin çoktan yıkandığını fark etmemiştim bile.

yolcu etti beni bir kitap
başka bir kitaba
öyle öyle ulaştım
(kendime-sana- dünyaya)

yazardan aldım sözü
biraz da ben yürüdüm
yaklaştım güzelliğine
(kendimin-senin- dünyanın)

Not: Mezun olduğum Artvin Erkek Öğretmen Okulu 12 Eylül 1980’de Askeri kışlaya çevrilmişti. Oradaki işkence sırasında boğazına kaynar su dökülerek sesi alınan Enver Karagöz hakkında çok sayıda yazı yazdım. Pek çok yerde konuştum… Onu anlatabilmek için Köln’e de gittim. Hatta ona yazdığım bir şiir kitaplarımdan birine ad oldu. Bugün onun ölüm yıldönümü. Saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyorum ve o yazılarımdan birini sizlere ilettim.

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!