Çocuk Gündemi,  Tarih

Cumhuriyetin Çocukları Dalavere Nedir, Bilmez!

İkinci Dünya Savaşı yılları; Türkiye Cumhuriyeti henüz çok genç. Kurtuluşun ve kuruluşun ardından, yüz yıllardır birken yaraları birer birer saramaya başladığı yıllar. Sağlıktan, üretimden, eğitimden, tarımdan yoksun bırakılmış millet hasta ve yoksul. Ancak devlet-millet el ele, canla başla birlikte atılan olumlu adımların yarattığı heyecan bütün ülkeyi sarmış durumda. Tam bağımsızlıkla kalkınmak, tek hedef! Bu nedenle emperyalist ülkelerin yarattığı bu paylaşım savaşına asla girmemeliydik. Öyle de oldu girmedik.

BOZKIRI GÖVERTEN İMECE, 81. Yılında Köy Enstitüleri - Eskimiyen

Sıkıntılar çok büyük. Efendi denilen yoksul Türk köylüsü, üretmek için yüzyıllar öncesi usullerle tarlasını işlerken çaresiz desteksiz. Eğitilmeliydi. Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu. Önce köylerden seçilenler eğitildi. Eğitilenler köyüne döndü, aldıkları eğitimlerle köyünü, köylüsünü eğitti. Devletine yük olmadan öğretmenleriyle, öğrencileriyle bir savaş başlamıştı. Okullarını kendileri yaptılar. Yiyeceklerini kendileri sağladı. Saman yataklarda gecelediler. Bu aziz millet bir savaşa girecekse, yeni savaşı böyle olmalıydı. Kan dökmek yerine ter dökmeliydi artık. Çünkü yüzyıllardır ne böyle bir savaşı oldu ne de böyle bir savaşa kumanda edecek bir kahramanı, hiç olmadı. Biliyordu ki; bu bir özgürlüktür, bir var oluştur…

Arifiye Köy Enstitüsü bunlardan biri.

Fotoğraf açıklaması yok.

Büyük bir yoğunlukla içinde çalışılıyorlar ancak zaman onlara yetmiyordu. Ürettikleri tuğlalarla kaybettikleri zamanı daha başka önemli işlere ayırmak gerekiyordu. Bulundukları bölgede bir tuğla ve kiremit fabrikası vardı. O halde neden ihtiyacımız olan malzemeyi bu fabrikadan almıyoruz ki dediler. Üstelik fabrika sahibi “elinizin altıda böyle bir fabrika durup duruyor neden kullanmıyorsunuz ki” demeye getirmek için ara sıra adamlarını gönderip duruyorken.

Uygarlığın Tuğlası Arifiye Köy Enstitüsü

Okulun müdürü Süleyman Edip Balkır ve yardımcısı Aziz Arsan bu konu üzerinde düşünüp bir karar vardılar. Yarın il iş fabrikanın yolu tutulacak ve fabrika sahibi Halil Bey ile pazarlığa oturulacaktır. Sabahın ilk ışıklarında fayton hazırlandı ve yola düşüldü. Enstitünün müdürünün geleciği haberini alan Halil Bey onları kapıda karşılar.

Müdür Süleyman Edip Bey ziyaretin sebebini kısaca açıkladıktan sonra gelişen iş sohbetini Arifiye Köy Enstitüsü, Süleyman Edip Balkır kitabının 200’cü sayfasından devam edelim:

“Fabrikanın sahibi Halil Bey, tatlı dil ve güler yüzle karşılar konuklarını. Süleyman Edip, ziyaretlerinin nedenini açıklar.

– Enstitünün tuğla ve kiremit ihtiyacını karşılamak istiyoruz. Tabi fiyatta anlaşabilirsek?

Halil Bey biraz düşünceli gibidir.

– Bir merakımı gidermek istiyorum. Yanı başınızda bir kiremit fabrikası dururken, hem de birinci sınıf kiremidim varken neden başka yerlerde kiremit aldınız şimdiye kadar?

– Aslına bakarsan Halil Bey, bizim kaybedecek bir dakikamız bile yok. Biz insanların kiremit almak için fabrika kapısında sıraya girdiklerini biliyoruz. Biz çatılarımızı örmek için kiremit sırasını bekleyemeyiz, tek sebep bu.

– Başka bir sebep yok mu?

– Ne gibi?

– Mesela para gibi, fiyat gibi?

– Ha, o da var elbet.

– Bir kiremidi kaça aldınız?

– 27 kuruşa.

– Eh, biz de size bazı kolaylıklar gösteririz elbet.

– Ne gibi kolaylıklar?

– Size kesin bir fiyat vermeden önce komisyonun yüzde kaç olacağını bilmem gerekiyor.

Süleyman Edip, bu “komisyon” sözcüğü karşısında bir şaşkınlık geçirir. Halil Bey’le ilgili sağdan soldan hep olumlu sözler duymuştur; ciddi bir adamdır, dürüsttür, işini iyi yapar, sözünde durur. Fakat bu komisyon önerisini niye yapmıştır durup dururken?

– Anlamadım Halil Bey? Ne komisyonu? Niçin, kimin için? Neden?

Üst üste sorulan bu sorular Halil Bey’i bunaltır. Şaşkınlık geçirir. Bir açıklama gereği duyar. Utana sıkıla;

– Bizden mal alan müesseselerden bize işi kim bağlamışsa, biz ona belirli bir komisyon öderiz. Bu bir gelenektir. Yani çok normal bir şeydir. İki taraf belli bir yüzdede anlaşır, olur biter. Yüzde beşle yüzde on iki arasında değişir miktar. Konuşup el sıkışmaya bağlı.

Gülümser Süleyman Edip.

– Bu durumda komisyonu hak eden ben oluyorum öyle mi?

– Hakkınızdır Müdür Bey.

– Peki bu komisyon parası kimden çıkacak? Siz kendi karınızdan mı vereceksiniz, yoksa fiyatın üzerine mi koyacaksınız?

Halil Bey hiç duraksamadan yanıtlar:

– Elbette ki fiyata ilave edilecek.

Süleyman Edip, ağır ağır ve serinkanlı bir biçimde;

– Beni dinleyin Beyefendi. Ben idaresi şahsıma verilmiş bir müessesenin müdürüyüm. Yaptığım bütün hizmetlerin karşılığında her ay düzenli olarak devletten maaş alıyorum. Buraya kadar gelip sizinle bu hususu görüşmek de hizmetlerimin içinde. Şimdi gelelim komisyon meselesine. Eğer teklif ettiğiniz aracılık payını cebinizden ödeyecekseniz, bunun adı rüşvettir. Yok, komisyon dönüp dolaşıp devletin hazinesinden çıkacaksa, bunun adı hırsızlıktır. Ben ne rüşvet alacak kadar rezilim ne millet kesesinden hakkım olmayan bir parayı alacak kadar soysuzum. Artık bu iğrenç konuyu burada böylece kapatalım. Ve bir daha sözünü açmayalım.

Fabrika sahibinin eli ayağına birbirine dolaşır, ağzını açıp bir iki söz söylemek ister ama ne diyeceğini kestiremez. Öyle kötü olmuştur ki; Süleyman Edip bir iki söz daha etse ağlayacak duruma gelmiştir. Bir süre sonra ne diyeceğini kestirerek hem özür hem de savunma yerine geçebilecek tümceler söyle:

– Süleyman Bey, aziz kardeşim! Ticaret işlerinde “hak” sayılan komisyonu elinin tersiyle iten bir idareciye ilk defa rastlıyorum. Şimdi anlıyorum bu memleketin nasıl ayakta durabildiğini. Demek ki, aramızda iyi, dürüst, namuslu insanların yüzü suyu hürmetine yaşıyormuşuz biz. Çok yaşayın Müdür Bey. Cumhuriyet iyi ki senin gibi idarecileri iş başına getirmiş. Size söz, kiremit için hiç sıra beklemeyeceksiniz, sizin için hiç kimseye yapmadığım bir şey daha yapacağım. Kiremitleri 26 kuruştan vereceğim. Ayrıca da iyi toprağı bulmak için, kazmadığım tarla, deşmediğim torak bırakmayacağım.

El sıkışıp anlaşırlar. Halil Bey, “Enstitüleri” kapıya kadar geçirir, defalarca özür dileyerek.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı jastamonu-tugla-fabrikasi-1.png

Sonraki günlerde Süleyman Edip Balkır, gelişmeleri öğrenmek amacıyla makam atına binip fabrikaya gelir. Halil Bey’le görüşüp konuştuktan sonra Enstitüye, dönmek için izin ister, atına doğru yönelir. Halil bey atik davranıp atın üzengisini tutarak konuğunun binmesine yardım eder. Balkır, atını dehlemezden önce sorar Halil Bey’e;

– Kiremit fiyatını konuşmak için geldiğimizde teklif ettiğiniz komisyonu kabul etseydim, şimdi atın üzengisini tutar mıydınız? Ama doğru söyleyin.

Halil Bey, kibarlığı bir yana bırakıp, yöresel ağzıyla “kesinlikle hayır” anlamında:

– Laa valla, der.”

Müdür Süleyman Edip Balkır bir hazret veya bir peygamber değil, sadece bir Cumhuriyet çocuğu. Bu tutumda olağanüstü bir durum görmeyiniz, normal bir tutumdur, çünkü Türk budur…

Yüce Türk ulusuna saygıyla…

Mehmet R Aşar

 

Bir yorum

Siz de fikrinizi söyleyin!