Deneme,  Toplum

Umut

“…olsun yaaa olsun, ne kadar derin olursa olsun.”

“…bu kök mutlaka çıkacak!”

“…derin olsun, olsun ki daha iri olsun, bu çocuklar karakış geldiğinde nasıl ısınır başka türlü.”

Üç yıl olmuştu Kiraz’ı atının terkisine atıp alalı.

“Bırakır mıydım hiç onu size peeheeyyy Rüstem ağa!”

“Ne demişler, herkes sevdiğini alsın demişler.”

Rüstem ağa onu eksik akıllı oğluna döl versin diye alacaktı, kuma her eve lazımdı..

“Bastırıp parayı alacakmış, peheeeyyy dürzünün oğlu!”

Uzaklardan gelen Kiraz’ın bağırması duyuldu,

“Aş hazır beeeyyy!”

Kerpiç damın önünde iki insan yavrusu, ikisinin de altı çıplak, ayakları yalın, yaz güneşinin altında burunlarından akan, sümükleri kah yalıyor kah kollarına  siliyor, koşarak gelen babalarını neşe içinde seyrediyorlardı.

“Tut şunu ucundan bey.” dedi Kiraz.

Artık eğilemiyordu, yine doluydu. Siniyi tutup sofra bezinin üstüne bırakan Mustafa, yağsız bulgur aşına çala kaşık daldı, çocuklar da peşinden…

“Bu kökü çıkarırsam kışın çok rahat ederiz Kiraz’ım…” diye mırıldanıyordu bir yandan.

“İş kök çıkarmayla biter mi; iş, aşa katacak yağ bulmada, yağın var mı senden iyisi yok bu dünyada…”  diye düşünmeden de edemiyordu.

Dışarıdan leylek tak takları duyuluyordu,  “Sonbaharın bu  son sıcaklarında nereden gelip nereye giderler böyle, kim bilir.”

Gerçi askerdeyken komutanı anlatmıştı, uzak memleketler varmış, taa uzaklarda, kıymet verirlermiş, kadir bilirmiş insanları…

“Allah’ım bizi niye burada yarattın” diye düşündü bir an, sonra bir “fessupanallah, tövbe tövbe” dedi usulca.

ağzından düşürdüğü bir bulgur tanesini hemen aldığı gibi ağzına attı. ”Ne demişti Peygamber efendimiz, ‘Her bir Müslüman, sofra bezine düşürdüğü bulgur tanesini hemen eğilip almalı.’

İşte onun gibi bir şey demedi mi, demez mi, der tabii.

“Ahhh ulan aahhh bir param olsa, ah bir param olsa durur muyum buralarda hiç? Alırım gül Kiraz’ımı ver elini en güzel en rahat memlekete…”

Son zamanlarda Rüstem’in adamları fazla sokuluyordu damlarına…

“Bitmeyecek kini diyozun, bitmez; biter mi hiç. Ben sana gül Kiraz’ımı bırakır mıyım hiç!”

“İyi ki babamdan kaldı iyi ki var!” diyerek süzdü duvardaki filintasını.

Kıvrak bir hareketle sofradan kalktı, çocuklar tepside kalan son taneleri süpürüyorlar, çatır çutur kaşık sesleri arasında gülüşüyorlardı. Kapının önüne çıktığında,

“Hava da amma sıcak, gavur gibi…” diye geçirdi içinden.

Kök uzaktan ona bakıyordu. Çabuk çabuk yürüyünce, çocukların kışın ne yiyeceği aklına gelmez sanıyordu…

Bu düşünce sürekli kemiriyordu beynini. Kışın ne yiyeceklerdi, kime gideceklerdi, kimin kapısı çalınırdı…

Köyde dedikodu hiç eksik olmuyordu, hep kendilerinden bahsedildiğini duyar gibiydi,

“İşte bu dağ başında, işte bu tek göz damda daha ne kadar dayanırlar…”

“Üçüncü de yolda, üçüncü de yolda…” söyleniyordu kendi kendine, sürekli söyleniyordu. Tıpkı köylüleri gibi, tıpkı akrabaları gibi, aynı şeyleri söyleyip duruyordu…

“Ne vardı şu Kiraz da, şeytan tüyü mü?”

“Bugüne bugün Rüstem ağa bize ekmek veriyor, merhametini veriyor.”

“İyi ki insaniyetli bir ağamız var.”

“Sana kız mı yoktu be Mustafa?”

“Amcalarının o kadar kızı vardı da, aldı gitti Kiraz’ı şuncağız yere.”

“Zaten bu oğlanda küçükken de bir tuhaflık vardı”

“Çeşmenin taşına da o yazmış Kiraz diye.”

“Boyu devrilesice.”

“İyi ki Rüstem ağa kovmuyor bizi.”

“Yaaa yaaa, iyi ki tarlasında çalıştırıyor.”

“Gitme de gitmiyorlar anam gııızz.”

“Giderler öyle bir giderler ki” dedi Rüstem ağa adamlarına.

Kahkahalarla gülüyorlardı, konağın avlusu genişti.

“Hem de kara toprağın en dibine girerler!” dedi, aniden ciddileşti.

“Yarın gece hepsi birden…” dedi, bir el hareketi yaptı ve atına atladı.

Kahya’ya bakarak ekledi,

“Sofraya bir kuzu daha kestir!” mahmuzladı atını…

“Pek çıkmazdı böyle ya!”

“Gene ne oldu acep?”

“Demokratların senatörü mü gelecek gene yoksa?”

“Acep kim öfkelendirdi de belasını arıyor gene?”

“Pek merhametlidir iyi ki başımızda var.”

“Ulan kahpe, ulan enikli kahpe!”
“Sen elin baldırı çıplağına kaçarsın haaa!” diye dişlerini sıkıyor, dörtnala giden atın rüzgarından salyaları akıyordu.

Üç yıldır öfkesi hiç dinmemişti, beklemiş beklemişti; Kiraz bir gün kapısına kendisi gelecekti elbet, ama yeterdi. Buraya kadar’dı işte. Her beklemenin bir sonu vardı…

“Hıııhhh! Hııhhh!”

Mustafa hırsla vuruyordu kazmayı,

“Ulan puşt ulan sen şu sabilerin yüzü suyu hürmetine dua et,  ben sana yapacağımı bilirdim deee, hiç kör Ali’nin oğlu Mustafa seni kor mu hiiiç!”

O zamanlar Mustafa daha bir yaşındaydı, hiç hatırlamıyordu. Ama hep anlatırlardı tenhada, köşede…

“Bu da böyle yaşayacak, bu da böyle sürüne sürüne…” demişti.

“Bugün benim konağımdan, bugün benim kilerimden bir sepet üzümü çalan it, yarın neler yapmaz!” demişti.

İlk önceleri anlatılanlara aklı yetmezdi Mustafa’nın, ama yedi yaşına geldiğinde anasının,

“Bugün aç yat, yarın bir şeyler buluruz aslan Mustafa’m!” demesi bir kurt düşürmüştü içine.

“Peki, ama neden yarın?”

O gün bugün bu kurt hep içindeydi.

Tütünü de yoktu ki çeksin bir nefes. Hırsla vurdu kazmayı,

“Hhhııhhh!.. Çtonnkk, bu ses de neydi? Bu ses?!.. Bu parlak şey de ne böyle?”

Kafasını kaldırdı. Tepesindeki güneşe baktı. Güneş olduğu yerde duruyordu hiç gitmeyecekmiş gibi. Eğildi baktı. Parmaklarıyla eşeledi. “Bir güğüm olmalı” diye geçirdi içinden. Eskiden Ermeniler yaşarmış buralarda, duyardı hep… Biraz daha eşeledi, iri kıyım bir güğümdü bu besbelli. “Kapak, kapağı… haah şurda!”… “sakin ol Mustafa sakin, sakin, sakin.”

Koca bir güğüm altındı bulduğu. İnanılmazdı.

“Hay yüce Rabbim bir gün kader bize de mi gülecekti!”

Tez eve geldi, yılkısını hazırladı. Hepsini tek tek eğerin altına dizmişti.

“Kalk hanım” dedi dürterek,

“Kalk Kiraz’ım!”

“Seni kasabaya, seni doktora götüreceğim sevdiceğim.”

Çocukken oynadıkları oyunlar geçti gözlerinin önünden,

“Kalk iki gözüne kurban olduğum.”

Babasının gözleri… onlar geldi aklına…

Kiraz ağlamıştı. Son bulguru da bugün kaynatmıştı. Yarın ne der ne yapardı, akşama da bir şey yoktu, bu çocuklar aç uyumaz ki!.. ya kara kış?

“Kalk hadi, atı hazırladım. Kasabaya doktora gideceğiz.”

Kiraz sessizce söyleneni yaptı…

“Küçüğü, küçüğü diyorum araya al. Gel oğlum sen de. Nasıl ön rahat mı?”

“Evet babaaaa!”

Uğrun uğrun köyün yanından geçerek toprak yola çıktılar. Filintası koynundaydı. Bir ara rahvana kaldırır gibi oldu atı, sonra vazgeçti. Ağır ağır vardılar istasyona.

Bugün çok şanslılardı,

“Kurtalan gelecek” dediler, bir saate kalmazmış.

Köyde bir dedikodudur almış başını gidiyordu.

“Güğüm bulmuş, çil çil altın doluymuş.”

“Koca kökün dibinden bulmuş gııı!”

“Kiraz’ı görmüş en son trene binerken hamal Memo.”

“Kaçtılar gittiler Çukurova’ya.”

“Herşeyi koyup da gitmişler.”

Mustafa bir daha bir daha tembihliyordu,

“Sakın ha, bak bir tanesini bozdurdum, işte bunlar da azzığınız, sakın haa, biri size bir şey verir yemeyesiniz, çocuklara da yedirme.”

Komutanı söylerdi hep “Trende biri size bir şey verirse almayın!” derdi.

“Adana dedi miydi o vakit ineceksiniz. Denkleri olan birileri muhakkak vardır, birinin yanına yaklaşın çökün.  Çukurova sıcaktır üşümezsiniz. Sadece bir gece. Ben ertesi günü orada sizi bulurum. Mukaddes yüküne iyi bak, ikisi de bizim geleceğimiz…” dedi karnına dokunurken Kiraz’ın.

Akşama kadar bir söğüt ağacına bağladığı atının yanında uyukladı. Ortalık sakindi.  Hava kararmıştı. Kasabayı çıkınca bu sefer tereddütsüz rahvana kaldırdı yılkısını…

Odanın lambası da yanıyordu, işte oradaydı, ayna gibi.

Koynunu yokladı,

“Filintam!” dedi mırıldanarak, Gülümsedi.

…..

Gülümseyerek, “Kalk Kirazı’m, hadi Kiraz’ım ben geldim bak!” dedi.

Siz de fikrinizi söyleyin!