Edebiyat,  Şiir

Şiir ve Düş

Şiir, insan aklının estetik etkinliklerinin en eskilerinden biri. Tarihin, dinin, büyünün, hatta yasaların günümüze dek taşıyıcısı. İlkel topluluklardaki şiir, günlük konuşmanın yüceltilmiş biçimi. Ki bu yüceltiliş yazıya aktarıldığında kaybolan bir yüceltiliş. Bu kayboluşun nedeni, sözlerin müzikle ve kaba bir ritimle oluşu, şarkı halinde söylenişi. Ritmik, ya da uyaklı dil, yazının bulunuşundan önce kaba bir müzikle birlikteydi. Hareketler, sıçramalar, bağırmalar, anlamsız haykırışlar, sopaların ve taşların birbirine vuruluşuyla çıkan sesler, bunlara ek olarak beden ritimleri, danslar; şiir ve müziğin ortak atası gibi düşünülebilir. Uygar yazılı edebiyat, büyük bir olasılıkla bu yüceltilmiş dilin özel bir biçiminden ortaya çıkmıştır. Başlangıçta yüceltilmiş dil, müzik ve dansla birlikteyken, giderek her biri kendine özgü bir hücreye kapanmıştır. Bilindiği gibi uzun bir süreden beri şiir tek başına vardır.

Günümüzde her sanat dalı ve edebiyatın her türü kendi ayakları üzerinde durmak zorunda. Daha önce iletilerini yukarıda sayılan yollarla insana ve topluma ulaştıran şiir, tek başına kalınca dilin olanaklarına, sözcüklerin çağrışım zenginliklerine başvurmak zorunda kaldı. Yazılı kültürün fazla yaygınlaşmadığı dönemlerde, uyaktan ve ölçüden de uzaklaşamadı. Düşün bilince katılmasıyla, bilinçaltının devreye girmesiyle yeni gerçekliklere ulaşılırken, modern şiirin olanakları arttı. Dil kendi içinde derinleşmeye başladı. Verili gerçeklikten, yaratıcı gerçekliğe doğru bir yolculuktu bu. Bu yeni durum şiire anlam ötesi bir boyut katmıştır. M.C. Anday’ın dediği gibi “Güzel ve iyi” artık deneyüstüdürler. Sanat yapıtının güzelliğini bilim açıklayamaz. “Mantıksal” olmayanların yeri aklın içerisindedir. Sanatın doğuşunu bir ölçüde insandaki sonsuzluk özlemine bağlayabiliriz. Çünkü gelecek, beklenen değil, yapılan – yaratılan bir şeydir. Yarın dünyamızın bir parçasıdır. O halde şiir dünyaya eklenmiş bir boyuttur. Dünyayı algılamak için imge ormanından geçmek gerekir.”

“Öteki gözümle gördüm gerçeği
Şaşakaldı iki gözüm.”

Holderlin’in roman kahramanı Hyperion: “insan düşlerken tanrıdır, düşünürken dilenci” diyor. “Şair, bütün duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle karıştırarak, düzensizleştirerek kâhinleşir” diyen A.Rimbaud’un sözünü ise az çok herkes bilir. Tamam da, insanın duyularıyla kavradığı hayat nedir? İşte içinde yaşadığımız gündelik hayat! Peki, bu hayatın içinde hangi dili kullanıyoruz? Gündelik dil! Peki şiir bu gündelik dilin sınırlarının içinde barınabilir mi? Hayır!

Öyleyse günübirlik hayatın sınırlarını zorlamak, olabildiğince onun dışına çıkmak ve bunun için de gerçeği- verili gerçeği tırmalamak, aşındırmak gerekiyor. Burada şiirin, şiire bağlı olarak düşlemin ve imgenin devreye girdiğini söylemeliyiz. Bu da duyuların algıladığı nesneler ve onların farklı çağrışımlarıdır. Ancak şairin, iyi bir şiir ortaya koymasının yolu nesnenin ötesine geçmekle olanaklıdır. Aksi takdirde yazılanlar bir iç dökme olur ve anlatımın içinde boğuluverir. Öykünün ya da başka yazın türlerinin tuzağına düşer. Bir şair şiirini, başka sanat dallarının baskısından kurtardıkça düşle-düşlemle buluşturur ve kendisi de iyi bir şiirle kucaklaşmış olur.

Bununla birlikte yazılan şiir, “düşlerimize serbest dolaşım hakkı” verirken ortak ustan, ortak gerçekten tümüyle uzaklaşmayı mı gerektirir? Kesinlikle hayır. “Düşler”, düşlerimiz hayatımızı kolaylaştırdığı ölçüde gerçeği daha iyi kavramamıza, algılamamıza ve dünyaya dair öngörülerde bulunmamıza yardım eder. Doğanın bize verdikleriyle düşlerimiz uç uca eklendiğinde kendimize özel bir dünya oluşturabiliriz. Nesne olmaktan kurtulur, daha insanileşebiliriz. Düşler yardımıyla insan kendi sınırlarının ötesine koşar, yine kendisine döndüğü takdirde bir deliden farkını koyar ortaya.

Anlaşılacağı üzere insan, düşlerini kullanarak şimdiki zamanı, geçmişi, geleceği ve sonsuzu yakalar. Yani zamanın dışına çıkmış olur bir anlamda. İnsanın karşıtlıklarda buluşması, doğayla sevgili yakınlığı kurması, insandaki gizli gücün yakalanması başka türlü nasıl olur ki? Öfkeden sevgiye, anlamsızdan anlama ulaşmak, zamanın ve mekânın sınırlarını zorlamakla mümkün çünkü.

“Bana bir düşgen çizin çocuklar
Açıları arasında sonsuzluklar bulunan”

Şiir ve düş insanda uyuklayan özgürlük duygusunu kışkırtıyor ve devinmesini sağlıyor. Yaşadığımız hayatın karşısına, görkemli bir hayat ve yeni bir gerçeklik dikiyor. Bu da fena bir şey değil. Şiir, bir şey anlatmaktan, açıklamaktan daha çok kendisini etkileriyle hissettirmenin peşindedir. Ortak aklın, insanı sıradanlaştıran özelliğinin dışına çıkarma çabasındadır. Kendimizi yakalayabilmemiz içindir. İmkânsızı isterken, sonsuza koşarken derdi budur. Şairi böylesi zorlu bir yolculukta koruyan şey düş, düşlem ve imgelemdir. Bunlar vasıtasıyla korkusuzdur ve özgürdür şair. Düşler bu yüzden dile meydan okur.

“Daha büyük bir güç elde etme peşindeydi Che,
Don Kişot’la buluşabilse
Yoksa kim tutabilirdi onu, kim
Koşarken imkansıza“

Şairler doğadaki nesnelerin yerini değiştirme hakkına sahip kişilerdir. Turgut Uyar’ın “aşklarım da değişebilir, gerçeklerim de” dediği gibi. Ya da İlhan Berk’in “böcek koleksiyonu yapmalı, aşkları örgütlemeli, insana yabancı olan her şeyin üstünü çizmeli” demesi gibi. Velhasıl şiirin ve şehrin arasına aşkı sokmalı ve yeni bir aşka gider gibi gitmeli başka bir şehre. Şiirle eğitmeye kalkmalı ağaçları.

“Bir sabah bakmışsın ki
Bütün kuşlar özgür
Silah bırakmış avcılar da” demeli.

Şimdi düş ve şiir ilişkisini biraz daha ileri götürebilir, daha geniş bir zemine yayabiliriz. Ama öncelikle düş görmeyi kendi vücudumuzun cismini unutup, dış dünyayı içle eritmek olarak anlamaya çalışalım. Edebiyat ürünlerinin kökeninin gizli bir düşe dayandığını kavrayalım. Şairin başvurduğu düşlem evreninin bir ifadesi olan imgeyi, anlamın görsel tasarımının bir ifadesi olarak düşünelim. Bildiğiniz gibi düşlerin imgeleşerek oluşturduğu gerçeklik sözel ve sahicidir. Buradaki gerçeklik gelenek olmayanı ve söylenmeyeni söylemektir. Şiirsel imgenin anlatılamayanı anlatılır kılma, yani duyu ötesi şeyleri elle tutulur, gözle görülür duruma getirme, somutlaştırma aracı olması bu özelliğindendir. Şiir, görev ve gerçekle uğraşmaz, arada bir dokunur o kadar. Ama ortaya çıkan şiir yeni bir gerçekliktir; yaşananlara karşı önerilen yeni bir gerçeklik. Şiir bir güzellik araştırmasıdır. Şairler bilir ki güzellik şiirin yaşadığı ülkededir.

Düşler, “düşlerin serbest dolaşımı” sırasında şiire karışırlar. Duyguların, coşkuların, düşlerin, arzuların şiirsel haline geldikten sonra, estetik değer kazanması, bilinçle düzenlenmesi tabi ki şaire kalmış bir iştir. Şiire bu öğelerin katılmasıyla birlikte, sözcükler, konuşmanın ve düzyazının yüklediği sınırlı anlamlarından kurtulabilir ve en sonunda sahip olduğu açık ve gizli anlamlarının tümünü göstererek içini dökebilir bizlere. Şair, maddesine özgürlük verir böylece. Aynı şey biçim, ses ve renkler için de geçerlidir. Taşı düşünelim: Taş bir heykele dönüşürse yücelir, merdiven olarak kalırsa silinir. Demek ki araç olarak bozulan madde bir sanat yapıtı olarak yükselebiliyor.

Octavia Paz, şunları söylüyor: “Bunun da ötesinde, heykeli oluşturan taş, tablonun kırmızısı, şiirin sözcüğü artık sadece bir taş, renk veya sözcük değil, onların üzerinde ve onları aşan şeylerin yeniden yaşam kazanmasıdır. Onlar aynı zamanda, asıl değerlerini, özgün ağırlıklarını yitirmeksizin bizi uzak kıyılara ulaştıran köprüler, salt dil yoluyla kavrayamayacağımız bambaşka anlam evrelerine açılan kapılardır. Şiirsel sözcük birbirine karşıt sayısız anlamı içinde taşır, işte o mıknatıs; renk, anlam ve aynı zamanda başka bir şey; imge. Şiirsel eylem taşı, rengi ve sesi imgeye dönüştürür. Ve işte bu imge olma niteliği ve bu imgelerin seçkin birlikteliğinin dinleyici veya izleyicide uyandırdığı tuhaf güçtür tüm sanat yapıtlarını şiire dönüştüren.”

“Düğmeleri koptu
Bir çiçek bahçesini
Düşlerime giydireyim derken”

Şiir bir dil olmakla birlikte, anlam ve anlamın aktarılması dilin sınırlarını aşar. Fakat dilin çok ötesindeki bu şeye de ancak yine dil ile ulaşılabilir. Kuşkusuz düş ve imge gücüyle… Dilin sınırları da böylece aşılmış olur. Kim bilir şiir tam bu sırada artık bir ürpertidir. Ya da terk ediş. Ama bir şeyden emin olabiliriz: dış dünya, iç duyarlığın bir aracı olmuştur. Bilinmeyenler bilinenle açıklanabilir. İmgeler yoluyla yepyeni bir düşüncenin içindesiniz. Anlam ötesi bir boyuttasınız artık.

Unutulmamalıdır ki; insanlığın da bilimin de, sanatın da gelişimi yalnızca düşünce yoluyla olmamıştır. Düşünce insanların doğayla etkin ilişkisinin bir kısmını teşkil ederken, insan ve toplum gelişmesinin önemli bir kısmına da düşler damgasını vurur. Belli bir yerden sonra düşler düşüncelerin alanına girer. Böyle olmakla birlikte düşte, kendisini düşüncenin öteki türlerinden ayıran bazı özellikler vardır. Bunlar da düşüncelerin sıkıştırılmış, yerinden çıkarılmış ve değiştirilmiş algıların bellek imgeleri, gerçek çevrenin yerini alışıdır. Düşün kendine özgü bir yanıdır bu. “Düşün bilincini belirleyen şey onun gerçeklik kavramını bile bile yitirmiş olmasıdır” der Sartre.

Vurgulanması gereken bir başka şey de düşte bireyselliğimizin kapalı bir dizge olmaktan kurtulması, açılıp saçılması ve varlığını bir takım imgelerle dışlaştırmasıdır. Düşlerde karşımıza çıkan imgeler büyük ölçüde kılık değiştirmiş arzulardır. Düş sırasında kişi gördüklerinin nesnelliğine inanır. Bu yüzden Freud düşü “bir arzunun gerçekleşmesi olarak anlamaktadır.” Düşler, bizim bilinçle oluşturamadığımız imgeleri ve fikir çağrışımlarını içerdikleri için şiirde etki gücü oluştururlar. Tümüyle habersiz oldukları bilinçli eleştirinin dışında bilincin etkinliğini yansıtırlar. Düşün işlevi düşçüye usun sınırlarını aşması için gerekli atılımı kazandırmaktır. Eğretilemeler, imgeler, simgeler bu süreçte hayli iş görür. Düşler şiirle buluştuğu sırada, mantık kendi zincirinden kurtulur, imgeler aracılığıyla büyük güçlüklerin aşılmasına, sorunların hafiflemesine neden olur.

Baudelaire “gerçek gerçeklik düşlerdedir” der. Tabi bu durum bilinçaltına inmeyi de zorunlu kılar. Çünkü düş, bastırılmış bir arzunun gerçekleşmesidir. Bu arzunun en derin kökleri düş görenin çocukluğuyla ilgilidir. Şairin şiirini kurarken bilinçli bir bilinçsizliğin içinde olmasının nendi buna bağlanabilir. Düşüncenin en geniş anlamda yalnızca fikri çıkarımlardan ibaret olmadığının da altını çizelim yeri gelmişken. Çünkü düşünce zihnin tüm etkinliklerini ve üretimlerini kapsamına alır. Yani yalnızca usa vurmayla değil, bir duygu, bir imge, bir izlenim ve bir düş de düşüncedir. Zihnin imgeler üretme süreci olan düşlemi H.F. Amiel’in “düşüncenin Pazar günü” olarak anlaması boşuna değildir. Böyle olduğu için yine Amiel düş ve düşlem için “o ruha ve bedene esnekliğini kazandıran bir sağlık banyosu, özgürlüğün belirtisi ve bayramı” olarak bakar.

“Çocukluğumdan uzaklaşmışım
Bir durakta gökyüzü beklerken”

C. Caudwell diyor ki: “şiir, insanların yüreklerindeki ölümsüz istekleri değiştirmeksizin, yüreğini yeni bir amaca uydurur. İnsanı, daha üstün bir gerçeklik dünyası olduğu için, içinde bulunduğu gerçeklikten daha yüce olan hayal dünyasına atarak yapar bunu: Henüz gerçekleşmemiş daha önemli bir gerçekliğin dünyasıdır bu; gerçekleşmesi, ona hayal olarak katılan bu şiire gereksinme gösteren bir dünyadır. Bu dünyada her hataya yer vardır, çünkü şiir, henüz dokunamadığımız, koklayamadığımız ya da tadamadığımız için şairane olan, hayal olan bir şey sunmaktadır. Ama ancak bu yanılsama aracılığıyla başka türlü var olamayacak bir gerçeklik haline dönüşebilir.”
Bu yeni gerçeklik, bir takım imgelerin, simgelerin aracılık ettiği düşler ve düşlemlerle şiirsel metin elde edildiğinde nesnellik kazanır. Verili gerçeğin sınırlarını zorlamaya başlar. Zaten şiir, şairin içgüdüleriyle yaşantısı arasındaki çelişkiden çıkmıştır. Bu gerilim onu yeni bir gerçeklikle tanıştırır. Bastırılmış çocukluk, hevesler, sıkıştırılmışlık, sınırlanmışlık bu yolla ortaya çıkarak bilinçle yan yana gelir. Ortaya çıkan şiirin sanat eseri olabilmesi ise, şairin insanlığa doğru gelişmesine ve bilinç zenginliğine bağlıdır.

“Silahlardan çabuk davran
Gökyüzüne ektiğim çiçek”

Elbette düş eyleme yol açacaktır. Bu yüzden insan yapabileceği olası şeyleri önceden düşlemelidir. C. Caudwell’in dediği gibi; “Düşün yanılsatıcı özelliğine karşı düşü bir kenara bırakmak değil, onu daima önceden gördüğü gerçekleşme olgusuna gittikçe daha çok yaklaşacak derecede genişletmek ve uzatmak; daha çok yaşamla, gerçeklilikle ve canlı içerikle doldurmaktır. Özgürlük, bir kez daha zorunluluğun bilincinin artırılmasıyla genişlemiş olur. Buysa düşün toplumsallaşmasını gerektirir.”

“İki de bir şu eşitsizliklere takılıyor gözüm
Acaba ben olsaydım böyle mi yaratırdım dünyayı”

Bütün bunları söyledikten sonra bir karışıklığa meydan vermemek için düşle hayalin aynı şeyler olmadığını da belirtelim. Yine C. Caudwell’e dayanarak söylersek “Biri insanın kendisini değiştirmesinden ortaya çıkan doğa üzerindeki gücünü anlatır; öteki ise insanın doğayı değiştirmekle kendi üzerindeki gücünü. Hayal kurmada insan kendisini gerçekliğe uydurma denemesi yapar; düşte, gerçekliği kendisine uydurma denemesi; bu özellikler kendisine uygun gelen sanatlara da taşınır.”

Şiirin etkilenmelerle tanımlanması ve usa aykırılığı birlikte düşünüldüğünde, gerek dille oynamada gerekse gerçeği olduğu gibi değil de dil, imge, gizem, kurgu vb yollar aracılığıyla yeniden kurmada düşün görevi belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Dadacılar ve Üstgerçekçiler bireyin özgürlüğünün düş ile gerçek arasındaki ilişkiyi psikanalizin bulgularıyla ortaya koyarken, bilinç altının devreye sokulmasından ve düşlerden yararlandılar. Düşlerin ve bilinç altının şiire kattığı olanakların izi sürülecek olsa Baudelaire’den, Dostoyevski’den daha da gerilere gitmeyi gerektirir. Shakespaere’den Dante’ye kadar belki de.

Günümüz şairi kuşkusuz düşlerden yararlanmak zorunda. Salih Bolat’ın şu saptaması paylaşılmaya değer. ”Şair, tarihi ve mitolojiyi bilinçli biçimde kavramazsa, okuduğu kitaplardan, gezdiği müzelerden ve ören yerlerinden izlenimlerini içeren bir şiir yazar. Her turist bir şair kadar, tarihin “eskiliği” ve “yaşanmışlığı” karşısında heyecan duyabilir. Şairi turistten ayıran özelliği, şu mermer sütundaki heykele kendi kolunu ekleyebilmesidir. Yoksa şairin duyarlılığı da turistik düzeyden öteye geçmez.”

Şairin düşten, düşlemden yararlanması elbette geniş çağrışımlı sözcükler kullanmasına bağlıdır. Şairin düşler yardımıyla oluşan şiiri, alelade uydurma şeylerden daha derin anlamlar içerir. Bunlar insan hayalinin gerçeğine, güzel ve şaşırtıcı şeylerin gerçeğine doğru bir çeşit deneme uçuşlarıdır.

“Düş gücüne ve düşünme gücüne ayarlanıyor saatlerimiz
Tasarlanmayan bir hayata sığmıyor aklımız”

Bilindiği gibi düş, yöneltilmiş düşünce yada duygu değil, özgür, toplumsal olmayan, serbest dolaşımdaki çağrışımdır. Bu çağrışımlar düş görenin kişisel yaşamıyla ilişkilidir. Şair bunları şiirine katıp estetik hale sokabilme yeteneği gösteren kişidir. Şiire giren düşler ancak şair tarafından yöneltilmiş duygu yada düşünceye dönüşür.

Freud’a göre sözcükler az sayıda olduğundan “fazla yüklüdürler”. Bir sözcüğün birçok anlamı olduğu için birçok çağrışımı vardır. Bu durum, şiiri imge ve simgelerle buluşturan kaynaktır. Bu kaynaktan beslenen sanatçının coşkusal bilinci, doğrudan doğruya içgüdülerinden fırlayan bilinci, bir öte gerçeklilik olarak ortaya çıkar. Böylelikle şiir, bütün yaşantıların etrafında toplandığı bir ortak “ben” adına zamanın dışında konuşur. İnsanın toplumdaki genel zamansız birliğinde var olan özgürlüğü dile getirir. Toplumla ilgisini böyle ortaya koyar.

Söz gelimi imgeden eğretilemeye, nesneden özneye, dilden öte dile akan Ece Ayhan şiirini, şiir–düş ilişkisinde seyrettiğimizde, bir gerçeklikten öteki gerçekliğe geçerken, yerleşik değerler sistemini kökten bir eleştiriye tabi tuttuğunu görürüz. Bu durum İlhan Berk’te çok anlamla tek anlama saldırı şeklinde gelişirken, Attila İlhan’da şiirin bir dil değil, bir imge sorunu olduğuna kadar varır. Nazım’da gerçeğin sorgulanıp yeniden kurgulandığına ve gelecek güzel günlere bağlandığına; Can Yücel’inse, öte gerçekleri uyandırdığına tanık eder bizleri.

Şiirin düşler yüzünden mekanları boşalttığını ve insanı bir tür sınırsızlıkla çevrelediğini söyleyebiliriz. Şiirin şimdisinin olamayacağını, gösterdiğinin görülmeyen, görüntüye getirdiğinin görüntüde olmayan bir durum olduğunu bu söylediklerimize ekleyebiliriz.

Şiirin ilk yazılma evresi bilinç dışıdır ve herhangi bir müdahale kabul etmez. Bu aşamada şair kendinin de denetleyemediği bir yönelimle şiirini yazar. Ortaya çıkan metin ikinci aşamada bilinçle düzenlenir. Şair bundan sonrasını birikim düzeyine uygun olarak şekiller. Okurda bundan sonra bir karşılık bulur. C. Süreya’nın “Kırmızı bir kuştur soluğum” dizesi her okurda, okurluk düzeyi, şiir bilgisi kapsamında bir karşılığa ulaşır. Her şeyden önce özel bir düşünme biçimidir şiir çünkü. Yani imge yoluyla düşünmedir. Bu farklılıklar içinde şairin dili parmak izi gibi kendine has özelliğini korur.

“Ölünce bir sürü yoksulluk kalacak benden sana
Hangi dilde eksiksek, hangi dilde sevişmemişsek”

Şiirin tekniği düşe benzer. Düş gören işin içindedir. Bu benmerkezciliktir. Şiirde de düş de bu böyledir. Şair, çocuksuluğunu kullanarak izlenim, yaşantı, düş ve imgeleri kaydeder. Şiirdeki bencilliğin nedenidir de bu. Bu bakımdan şiir “ben” ve “gibi” sözcüklerinin aracılık ettiği bellek imgelerinin ilişkisidir de diyebiliriz. Burada söz konusu olan bencillik toplumsaldır. Şairin özel coşkusal bütünlüğü sözcükler içinde yoğunlaştırılmıştır. Okur, bu coşkusal bütünlüğü okur, kendini şairin yerine koyar ve onun gözleriyle görür. Şair odur artık. Bu süreçte düşler açık ve gizli öz taşırlar. Açık öz imge düşlemi, gizli özse duygusal gerçekliliktir. Düş gibi şiir de açık ve gizli özler taşır. Açık öze şiiri açıklama yoluyla varılır. Düşüncelerin imgeleridir. Açıklama sırasında gizli öz tamamen yok olur.
Az önce şiirin tekniği düşe benzer derken, şiirle, düşü bir tutmuş olmayalım. Ortada temel farklılıklar var çünkü. Şiir yaratıcıdır, düş ise değil. Şiirin yaratıcı olması yönetilmiş duygu olmasından ileri geliyor. Düşte çağrışımlar özgürdür. C. Caudwel bu konuya ilişkin şunları söyler: “Şiirsel yanılsamada süreç içe dönüktür. Düşler bilinçsiz yükselişlerden çıkar, bu yüzden kördür, yaratıcı değildir. Şiirler bilinçli inişlerden gelir, bu yüzden gözleri dinamik bölgesinden kaçar; şiir, iç dünyayı değiştirmek için cesaretle açar onu.”

Şiir insanı gerçekliğe karşı korumaz, ama onunla kapışabilecek yüreklilikte tutar. Şiir, gerçeklikten içgüdülere doğru, yalnızca, içgüdülerle yüzyüze geldiği yer olan algının son uçlarında durarak akar. Düş, içgüdülerden gerçekliğin sınırına, dikkatin son ucuna doğru akar, fakat gerçek bir iş yapmaz, çünkü eylemsizdir. Düşü rastlantıya benzetecek olursak, rastlantı kayaları düşünülmemiş acayiplikte oyar. Şiiri istence benzettiğimizde de istenç, taşı arzu edilen bir heykel şeklinde yontar. Her ikisi de zorunluluğun görünümü.

“Hep aşk kal yüzüm
Düşürme gülüşünü
Soğuk havalarda”


Hayrettin GEÇKİN

Siz de fikrinizi söyleyin!