Deneme,  Edebiyat,  Toplum

Sessiz Macera

Bir çocuk saatlerce gökyüzüne baktı. Saatlerce, saatlerce… Bütün işimi gücümü bırakıp ben de ona baktım. Umurumda değildi martıların beyaz beyaz çığlığı. Kıyıyı bıraktım tek başına, ne yaparsa yapsın dedim. Deli dolu dalgaları tek başına bıraktım…

Yaşlı çınar da işini gücünü bırakıp çocuğa bakmaya başladı. Zeytin ağaçları, sıra selviler… Hele yol, şaşa kaldı çocuğu öyle görünce… Bir ısırmalık bile değildi güneş; çocuğun saçlarından yakalayacaktı ama ne düşündüyse vaz geçti.

Bir çocuk saatlerce gökyüzüne baktı. Saatlerce, saatlerce… Yerin derini de başını kaldırıp irileşen gözleriyle çocuğa baktı. Rüzgâr hız kesti o sıra, bulutlar öylece çöktü bulundukları yere… Dağ boyunu kısarak seyretti çocuğu. Bir anda çocuk her şeyin odağı haline geldi. Suların, kuşların, otların, böceklerin…

Seyire, kediyi yakalamak için koşturmaktan yorulan köpek de katıldı. Uzaklardan, belki de hiçbir yerden gelen bir müzik eşlik etti bu manzaraya. Karıncaları göremedim civarda. Dalgınlığıma gelmiş olabilir. Yaşama dönmek için ölümle örtünen herkeslerle birlikte miydiler, kim bilir!

Bir çocuk saatlerce gökyüzüne baktı. Saatlerce, saatlerce… Çocuk her yaştandı. Çocuk her yerdendi. Çocuk her dildendi. Adını merak etmedim değil. Ama adının ne önemi vardı! Yüzünde dinlenmişliği mavi bir limanın, yolcularını özlemiş bir vapurun kederi. Ve kafasında asal bir soru. Sanki gökyüzüyle görülecek bir hesabı vardı. Gökyüzü derin mi derindi.

Yanına yaklaşıp bir yardımım dokunabilir mi diye soracaktım, soramadım. Sorsaydım oralı olacak gibi değildi. Susmanın da bir dil olduğunu anladım o sıra. Gökyüzüne öyle bir daldırmıştı ki yüzünü. Uzaklarla konuşuyordu belki de. Belki de aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru tam gaz ilerliyordu. Düşünme derslerine geç kaldığını düşünüyordu belki de.

Deniz ve ben, dağ ve ben, çınar ve ben, kuşlar ve ben, yol ve ben, kıyı ve ben, bulutlar ve ben, sıra selviler ve ben, rüzgâr ve ben, köpek ve ben, yer ve ben, ben ve benim dışımda her şey…. Çocuğun aracılık ettiği yerin ve göğün ortak büyüsüne yakalanmıştık belli ki. Ortak çekimine yerin ve göğün… Sular alçalıp yükseliyordu, kıyı kendine doğru çekiliyordu, esneyip duruyordu dağ, güneş bir gözüküyor bir kayboluyordu. Çocuk sanki taş, gözleri mıh gibi gökyüzüne çakılmıştı…

Bir çocuk saatlerce gökyüzüne baktı. Saatlerce, saatlerce… Bitmek tükenmek bilmeyen bir hararetle bakıyordu. Saatlerce süren sessiz bir macera… Kum ve çakıl tanıktı bu işe. Çimlenmek için ortam bekleyen tohum… Havaya, suya, toprağa düşme hayalleri kuran cemre… Aynalara sığmayan ve bir an büyük bir heyecanla balkona çıkan gelinlik kız… Belki de bütün dünya… Belki de hiç kimse… İnanın bana bu söylediklerim yalan, külliyen yalan… İnanın bana bu söylediklerim gerçek, yüzde bin beş yüz gerçek.

Birden karımın sesi, tam ortasından ikiye böldü maceramızı: “Çocuk musun sen? Daha ameliyattan yeni çıktın, ne duruyorsun orda? Haberin yok mu ısının sıfırın altına düştüğünden? Sonra ilaçların…” Çocuğu orda öyle bıraktım… Çocuk gökyüzüne bakmaya devam ediyordu. Israrla, inatla… Gökyüzünü çekercesine ciğerlerine, ateşe verircesine bütün bildiklerini. Çocuk kim bilir ne kadar daha devam etti gökyüzüne bakmaya. Onu gökyüzüne bakarken seyreden kimler kimler çekildi yanından benim gibi kim bilir! Çünkü herkesin kendi işi gücü. Çünkü herkesin kendi bildiği, kendi ezberleri… Çünkü herkesin acelesi, önceliği…

Ben bu yazıya başlamıştım ki çocuk gelip oturdu başucuma. Beni nasıl bulmuş, ne zaman ve nerelerden geçerek gelmiş sormadım bile. Bir ara dalgınlıkla gökyüzüne bakmayı nasıl oldu da bıraktın diyecek oldum ama demedim, diyemedim. Eli boş da gelmemişti. Yaptığı resimlerden getirmişti gelirken. Resimlerden birinin altında benim kısa şiirlerimden biri: “Silahlardan çabuk davran/gökyüzüne ektiğim çiçek.”

Gökyüzü ağzını açmış, gözünü yummuştu sanki. Saydı durdu çocuk. Saydı durdu. Saatler, saatler sürdü. Çocuk, gökyüzüne bu kadar uzun süre bakmasının sırrını verdi:

“Kuşların ülkesi bütün bir gökyüzü. Tek bir sınır bile yok aralarında. Bu yüzden silahlanmıyorlar, bu yüzden öldürmüyorlar birbirlerini. Kadın cinayetleri yok orda. Gençler intihar etmiyor. Emredeni yok, itaat edeni yok gökyüzülü komşularımızın… Ne zeytin ağaçları ateşe veriliyor yeryüzündeki gibi ne kıyıya vuruyor çocuk cesetleri ne yağmalanan kıyılar ne altın araştırmak adına paramparça edilen dağlar. Yeryüzündeki açlığın, yoksulluğun nedenini öğrendim gökyüzüne bakarken… Yasakların, insanın sözünün kesilmesinin… Ve özgürlüğün neden tehlikeli bulunduğunun…. Gökyüzülülerin devletleri olmadığı için, kötülük eden de yok onlara, onları sınırlayan yok. Böyle olunca bizdeki gibi halkına kötülük eden yöneticilerle, kötülük gören halkın bir bölümü arasındaki ahlaksız ilişki de yok aralarında. Gökyüzü çöplük içinde değil, parsellenmiş değil bu yüzden. Sömürü de yok, sermaye birikimi de yok orda. Yalan yok, dolan yok…”

“Dışarıda kar yağıyor, bu bir fırsat benim için; çıkıp düşten kadınlar, düşten adamlar yapmalıyım… Ne yapıp ne edip insan kıyımlarının, doğa kırımlarının yaşanmayacağı bir yeryüzü elde etmeliyim. Çünkü yeryüzünün her defasında gökyüzüne mahcup düşmesini bir yeryüzülü olarak kaldıramıyorum.” Gitmeden önce yüzüme gökyüzüne bakar gibi bakıp bir de soru sordu: “Çocuklar büyüyünce insan mı oluyor, yoksa insanlaşanlar çocuk mu kalıyor amca?” Çıkıp gökyüzüne baktım çocuğun ardından, bulmak için sorduğu sorunun yanıtını.

Çocuğu soracaksınız şimdi bana. “Kimdi?” “Adı Neydi?” “Kaç yaşındaydı?” Besbelli içimdeki çocuklardan biriydi… Gökyüzüne salmasaydım içimde bir fırtına, kocaman bir fırtına koparacaktı…

Siz de fikrinizi söyleyin!