Deneme,  Tartışma,  Toplum

“Pat”, kapandı telefon

Bana yönelik bir eleştiri olmadığını anlamıştım. Ancak, bazı kitaplar vardır ki insan kendisini belli okumalardan geçirmeden, kendisinde belli bir altyapı oluşturmadan onları anlayamaz demeye hazırlandığım anda; “Ben seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Bu kadar yeter. Zaten şarjım da bitiyor” demesin mi!

Aslında okuma veya yazma öncesi telefonumu sessize alırım. Bazı günler yanına uğramadığım bile olur telefonun. Her nasılsa açık unutmuştum o gün. Baktım ısrarla çalıyor. Açtım.

Ses çok tanıdıktı. Arayan kişi birkaç gün önce oturup uzun uzun konuştuğumuz biriymiş gibi bir his uyandırdı içimde. Ama bu pandemi döneminde bir yere çıkmadım ki. Kurduğu cümlelerden, sürekli “sen” diye hitap edişinden aramızda eskiye dayalı bir ilişki olduğunu düşünmeye başlamadım değil. Konuşma ilerledikçe beni kendisine yakın bulduğunu, takdir ettiğini, düşüncelerimin kendisi için önemli olduğunu ifade etmesi bende bir mahcubiyet yaratmaya başladı.

Bu numara nasıl kayıtlı olmaz bende?

“Zaten ezik bireyleriz. Kişilik sorunlarımızı çözmemize izin verilmemiş. Bir takım güven problemlerimiz var. Kuşkusuz bunda en büyük pay; toplumsal yapımızın, eğitim sistemimizin ve ailelerimizin… Kimsenin bu üç etmenin dışında kalarak birey olma şansı yok. Yanlış anlama; derdim insanları bir kalıba sokmak değil. Herkes tornadan çıkmış gibi olsaydı edebiyat denen şey olmazdı. Genelleme yapmanın pek çok gerçeği dışarıda bıraktığını biliyorum. Her insan farklı, her insan ayrı bir dünya. Buna bir diyeceğim yok. Olamaz da…”

Ne demek istediğini anlamakta zorlanıyordum. Anlattıklarını onaylamamı beklemediği, konu üstüne ne düşündüğümü merak etmediği de o kadar belliydi ki.

“Bir yazarın bir siyasetçiden farkı olmalı. Söz gelimi yazar insana tepeden bakamaz. Okuru birikimsiz, cahil biri olarak görmeye hakkı yok bana göre. İnsan, yanına almak istediği insana böyle bir gözle bakamaz, bakmamalı da. Sonuçta okur kitlesi bellidir. Azınlıktır. Politikacı insanlara bağırarak, onları tehdit edip korkutarak oy alabilir. Ülkemizde bu yöntemi uygulayan politikacıların başarılı olduğunu ve bu yolla toplumun sürü haline getirildiğini kim reddedebilir ki? Ama yazar bireyi sürüden ayrıştırma çabası içinde olmalıdır her şeyden önce. Edebiyatın topluma yarar tarafı bununla ölçülür. Kendini bilen yazar insanın seviyesine çıkar, onun kalbini ısıtır, koluna girerek yürür. Onu teslim almayı da geçirmez kafasından. Okura sonsuz alanlar açmak gibi bir görevi daha ayrıca. ‘Bir kanadımla sana uçuyorum / Biriyle kopuyorum kendimden’ dedirtmelidir okura yazar. Okurun kendinden yeni kendine göçüşüdür bu.”

Derin konular bunlar diyecektim, ama dudaklarıma yapıştı sözcükler.

“Böyle yapmayan yazar, okurdan bir anlama ve algılama eşiği beklemesin. Boşuna! Kimse kimsenin kaprislerine katlanmak zorunda değil. Senin de dediğin gibi ‘duygular doğrulardan daha gerçektir.’ Ortaya çıkmış bir sanat ürünü öncelikle bizi, bize teslim etmelidir. İnsanı kendisi olmaya zorlamalı, tatlı bir zorlama veya dilin gücü diyelim buna. Dahası aklının ve yeteneklerinin sınırlarına doğru yola çıkarmayı hedeflemelidir. Ama havalara girmeden yapmalıdır bunu da. Hatta bunu yaptığının farkında bile olmamalı. Bilinçli bir bilinçsizlik hali. O yüzden okura sıcak seslenişler ve yumuşak dokunuşlarla yaklaşmak bir yazarın önceliği olmalı. Bir testinin çatlak yerinden sızan su toprağa nasıl yayılırsa, tam da öyle. Okurun başka türlü kafasını açamaz çünkü, derin uçurumlarla karşı karşıya getiremez onu yoksa. Onda, onun kimsesi olduğu duygusunu yaratmadan başarma şansı yok. Yok!”

Nereye varmak istiyordu? Bana bunları niçin anlatıyordu? Bir sorusu varsa bu kadar dolandırmaya ne gerek vardı? Acaba son dönemde yazıp yayınladığım dergi yazılarından birine mi takmıştı kafayı? Beni önemli bulduğunu az sonra yapacağı eleştirilere fazla tepki göstermeyeyim diye mi söylemişti?

“Sanat, çekirdek çıtlatmak ya da bir şey yiyip içmekten alınan haz gibi bir haz vermez ki insana. Bir romanın, bir öykünün, denemenin ya da şiirin insana verdiği haz bambaşka bir şey. Olsa olsa insanı kendine doğru sürükleyen bir haz. Kendisiyle yüzleştiren, acıtan, yaralayan, onaran ama yeni kendisiyle de buluşturan bir haz. Kendine bakma, kendini görme bilgisi, başkalarını ve doğayı anlama bilgisi…Yorucu iç yolculukların hazzı bir bakıma. Omuzlarında taşınması gereken yükün ne olduğunu öğrenmenin verdiği zahmetli bir haz. Çok sarsıcı kuşkusuz… Varoluşsal bir huzursuzluk ki deme gitsin! Şiir için de, öykü roman için de böyledir bu. Aynı şey görsel sanatlar için de geçerlidir.”

O arada kapı zili çaldı. Ama her kimse bekleyecek. Çünkü karşımdaki bant yayını yapıyordu adeta. Araya girip bir şey söylemek mümkün değildi. Ben de dikkatini dağıtmayayım diye düşündüm.

“Kim bilmez doğarken insan olunmayacağını? İnsanın ancak oluşabileceğini kim bilmez… Öyleyse doğadaki muhteşem uyumun içinden ve insan yetersizliklerinden seslenmeyen bir yazar insana bu hazzı yaşatabilir mi?. Bu bizi okşasın, hoşumuza giden şeyler anlatsın demek değildir. Hiç değildir. Ondan annemizin görevini bekleyen yok. Ama, ‘Annenin elini bırak!’ demesin bana. Onu bana bıraksın. Ben şahsen bir yazarın çığlığını derin kuyulardan duymak isterim. Yaralarından, acılarından, düşlerinden yükselmeli bu çığlıklar da. Sevinçli bir şarkı olarak düşmeli benim duyarlıklarıma.”

Bana söz düşmeyeceği belliydi. Neyse ki kapı zili de susmuştu bu arada. Yoksa iki basınca birden dayanmam zor olacaktı.

“Adam çıkmış, ‘benim romanlarımı herkes okuyamaz. Okusa da belli bir kültüre ulaşamamış, yeteri kadar öykü, deneme, roman okuyamamış, bir tablonun karşısına geçip büyülenmemiş, bir şarkıyla yeni dünyalar kurmamış, bu ve bunun gibi daha pek çok şeyi iş ve düş edinememiş kimseler sıkılır ve bırakır benim kitaplarımı okumayı’… Kardeşim merdiven mi koyup da çıkayım senin gösterdiğin seviyeye? Okursam çıkacağım. Belki başımı gözümü yaracağım ama çıkacağım. Ne demek ‘anlayamaz’? Bu işler okumakla olacak işler değil mi? Senin kitapların kutsal kitaplar gibi anlaşılmazlık mı taşıyor yoksa? Bana anlama çabası düşüyorsa, sana da anlaşılacak şekilde yazmak düşmüyor mu?”

Bana yönelik bir eleştiri olmadığını anlamıştım. Ancak, bazı kitaplar vardır ki insan kendisini belli okumalardan geçirmeden, kendisinde belli bir altyapı oluşturmadan onları anlayamaz demeye hazırlandığım anda; “Ben seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Bu kadar yeter. Zaten şarjım da bitiyor.” demesin mi!
“Pat”, telefon kapandı.

Üst üste kroşeler yiyerek raund sonunda minder dışına yığılmış bir boksör gibi kalakaldım. Bir süre hiçbir şey düşünemedim. Nihayet bin bir zorlukla kendimi toparlayabildim de bıraktığım yerden devam ettim elimdeki kitabı okumaya.

Siz de fikrinizi söyleyin!