Biyografi,  Çocuk Gündemi,  Tarih

Mustafa Kemal Sürgünde

Mustafa Kemal’in, Osmanlı İmparatorluğu’n Şam’daki 5. Ordu’ya tayin edildiği tarih 5 Şubat 1905. Sürgün denilen bu tayinde arkadaşı Müfit’le (Özdeş) birlikteler. İki kurmay Yüzbaşı arkadaş, Şam’a vardıklarında şehrin ara sokaklarında gözden uzak iki odalı bir ev kiraladılar. Köhneleşmiş imparatorluğun gerçek yaşamıyla yüzleşmeleri burada başlar. Buradaki süvari alayındaki 29. bölüğe Müfit, 30. bölüğe de Mustafa Kemal kumanda edecekler. Alaya geldiklerinde karşılanmaları pek de hoş olmamakla birlikte kendilerine vazife vermeyi de gerekli görmediler. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Alay komutanına sorar:

– Alayınız birer vazife almış gidiyor. Bu alay içinde kumanda etmekte olduğum bir bölük var. Benim de beraber gitmekliğim lazım değil mi? Niçin bana haber vermediniz?

Alay komutanı:

– Siz bu alayda stajyersiniz. Kumanda ettiğiniz bölüğün asıl kumandanı bugün vazifesini aldı. Siz kurmaysınız. Böyle çetin işlere gelemezsiniz. Ben sizin Şam’da kalmanızı tercih ettim. Maaşınız verilecektir. Merak etmeyiniz.

Aldıkları bu cevap, iki kurmay arkadaşın hoşlarına gitmedi. Daha ilk günde bu süvari kumandanını gözleri tutmadı. Canları bir hayli sıkılmış vaziyette; “Bu nasıl iştir, böyle olmamalı… Başvuracak makam olmalı, bu kabul edilemez” dediler. Derhal ordu kumandanına müracaat etmek üzere harekete geçtiler. Karargaha vardıklarında, komutan yaverinden kendilerini huzura kabul etmesi ricasında bulundular. Yaver haber verdi vermesine ama komutan bu müracaatı küstahça ve usulsüz buldu. Onları kovar gibi taleplerini reddetti. Sokak ortasında büyük bir üzüntü içerisine kala kaldılar. Atlarına bindiler. Bir müddet aralarında hiçbir konuşma geçmedi. Mustafa Kemal birden bir kararlıkla atının dizginlerinden çekti:

– Biz de gideriz,

– Nasıl?

– Olduğumuz gibi. Zaten atlarımıza binmiş bulunuyoruz. Hareket eden kuvvete katılırız.

Bir Teğmen, yanlarına geldi ve Mustafa Kemal’e şöyle bir ikazda buldu:

– Beyim size büyük bir hürmetimiz var. Bu sefere gitmemenizi tavsiye ederim. Bilmezsiniz, düşünemezsiniz beyim, hayatınız bile tehlikeye girebilir. Sizi öldürebilirler. Bugün bütün Suriye ordusuna şamil bir müşterek menfaat vardır. Siz bu menfaate mani olacak gibi görünüyorsunuz. Bunu kimse kabul etmez. Hayatınız mevzubahistir.

Bu sözler Mustafa Kemal’i sefere katılmasını daha da kamçılar. Alaya yetiştiklerinde kimse onlara bakmadı bile. Herhangi bir iş ne de bir vazife verilmedi. Yok sayıldı. Akşam oldu. Yiyecek içecek bir şeyler veren olur diye beklediler, yok. Saatler geçti. Yatacak bir yer, o da yok. Gece bir hayli ilerledi hala aç ve açıkta bekliyorlar. Bu durumu gören emir erleri dayanamayıp kendi çadırlarını verdiler. Atları için de saman dolu birer çuval. O gece öyle geçti.

Sabah olduğunda, alaydan bir bölük kumandanı geceyi aç geçirmiş Mustafa Kemal ve Müfit’i kendi çadırına davet ederek çay ikramında bulundu. Bu kumandan uzun süre alayda olmanın getirdiği tecrübe olgunlukla hemen söze başlar:

– Arkadaşlar görüyorsunuz ki size asla kumandanlık vazifesi vermeyeceklerdir. Bunun sebepleri vardır. Bana ise bazı hususi vazifeler vermişlerdir. Bu işte bana yardım ederseniz ve bunu katiyen kimseye söylemeyeceğinize dair söz verirseniz, size yardım edebilirim.

Mustafa Kemal derhal anlar; bu kumandana utanılacak ve kanunsuz bir vazife verilmiş ve burada yolunda gitmeyen bir şeyler var. Kumandanın anlattıklarına şaşırmadı bile. Şüphelerinde yanılmamıştı. Alay Şam’dan bölgesel bir isyanı bastırmak üzere Havran’a sefer ediyor görüntüsü altında, yöre haklını soymak ve zulmederek talan etmek üzere yapılan bir harekattır, artık anlaşılmıştır.

Ve beklenen oldu, birlikler Havran’a daldı. Yağma, talan, soygunla birlikte cinayet ve katliamlar da baş göstermeye başladı. Çürümüş bir imparatorluğun gerçek yüzü gün gibi ortadaydı işte. Talan ve yağma sonu paylaşımlarında itiraz ve engelleme gibi girişimlerde bulunsalar da bu vahşeti durmak için ellerinden başka bir şey gelmedi. Müfit, paylaşım sırasında kendisine de pay ayıranlara itiraz ettikten sonra durumu Mustafa Kemal’e anlattı. Mustafa Kemal:

– Müfit bugünün adamı mı olmak istersin yoksa yarının adamı mı, diye sordu.

– Elbette yarının, dedi arkadaşı.

O halde yarının adamı olmak için bugünden başlayarak yapılacak işleri olacak. Üzüntülere boğulsalar da hadisenin uyarıcı bir niteliği olduğu gerçeğini de göz ardı etmediler. Böylece üzerinde düşünülmesi gereken önemli detayları da tartıştılar. Talan harekatı bitince Şam’a dönüş yapıldı.

Mustafa Kemal, mürettep kuvvet kumandanı Lütfi Bey ile bir samimiyet kurmuştu. Bir gün Şam sokaklarında dolaşırken Lütfi Beyin alt giysisi ile üstünün birbirini tutmayan kıyafetleri dikkatini çekti. Lütfi Bey:

– Kemal, hakikat gördüğün gibidir. Bundan başka giyecek pantolonum yok,

Yine bir gün Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi Bey çarşı Pazar dolaşırken bir esnafla tanıştılar. Adı Mustafa Efendi olan bu zat birer tabure çıkardı ve birlikte dükkanın önünde oturup sohbete koyuldular. Mustafa Kemal’in dikkatini dükkan sahibi gibi ve dükkanın durumu da ilgisini çekti. İçeride satılık herhangi bir mal görünmüyor gibiydi. Sadece orta yerde bir masa, üzerinde ve arkasındaki raflarda bir dizi kitaplar mevcuttu. İçeri girdi ve kitaplara bir göz atı. Kitaplar tıp, felsefe ve sosyalizmle ilgiliydi genelde. Sohbet derinleşince durum anlaşıldı. Mustafa Efendi de tıpkı kendileri gibi fikirlerinden dolayı Şam’a sürülmüş bir Tıbbiyeliydi. O gün karar verdiler, bundan sonra her gece Tıbbiyeli Mustafa Efendi’nin mütevazi evinde toplanacaklar, vatanın geleceği hakkında görüşler paylaşıp kararlar alacaklardır.

İlk Gecelerin birinde Tıbbiyeli şöyle haykırdı:

– İhtilal yapmalı!.. İnkılap yapmalı!…

Mustafa Kemal zaten böylesi hesaplar içindeydi. Tıbbiyeliyi desteklercesine;

– İhtilal yapmalıyız!.. Çok kıymetli arkadaşlarımız vardır. İnkılap yapmalıyız.

Müfit heyecanla ayağa kalktı ve;

– Behemehâl ihtilal yapmalıyız,

Herkesi bir heyecandır kapladı. Lakin Lütfi Bey fikirce birlikte olsa da faaliyetlere katılmaya pek sıcak bakmıyordu. Tedirgin bir şekilde;

– Sizinle beraberim. Ama benden bir şey beklemeyiniz, dedi.

Mustafa Kemal:

– O halde siz buradan derhal gidiniz! Bizim bundan sonra konuşacağımız şeyleri sizin dumanız iyi olmaz, diye ikaz etti.

Lütfi Bey usulca kalktı herkesle dostça el sıkarak evden ayrıldı. Lütfi Beyin ardından konuşmalar aynı hararetle devam etti. Herkesin hem fikir olduğu “ihtilal mutlak surette yapılacak” kararıydı. Bir ara gerekirse bu uğurda ölmekten bahsedilince Mustafa Kemal müdahale etti:

– Mesele ölmek değil; ölmeden idealimiz yaratmak, yapmak ve yerleştirmektir!..

İşte bu kısa cümle, O’nun ne kadar hesap ve mantık çerçevesinde, ne kadar ileriye dönük düşünce içerisinde hareket ettiğinin bir özeti gibiydi. Elbette tehlikeleri, hatta ölümü göze alacaklardı, ancak daha önemlisi hedeflerini gerçekleştirmek için yaşamaları lazımdı. Bu düşünce değil midir ki, Mustafa Kemal’in yapısını oluşturan? Evet, O’nun aklı ve sağduyusu, her haliyle karakterine yansıyacak ve tüm yaşamına hakim olacaktır.

Bu üç genç; o gün ihtilal ve inkılap adına vatanın dağılmasını önlemek; Meşruti yönetimi yeniden tesis etmek amacıyla “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular. Ekim 1906 tarihinde gizlilik içinde kurulan bu cemiyet, vatanın kurtuluşuna giden yolda mücadele ateşini böylece yakmış oldular.

Şam’ın ücra bir köşesinde üç kişinin kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, Mustafa Kemal’in uykularını kaçırdı. Düşünmekten geceleri uyamaz oldu. Şam’ın zenginlerinin yaşadığı Berdan Nehrin sulanan mahallelerinde, gecelerin getirdiği sarhoşlukla yükselen “yaleyl” ve ud sesleri bir başka yaşamı sergilerken, şehrin diğer yanı pis ve kötü kokan bir mahallesinde gündüzleri seyyar satıcıların naraları, çocukların bağrışları, Arap karılarının bitmez tükenmez kavgaları, tüm bunlar yetmezmiş gibi sokaklar toz duman ve pislik içindeyken evlerde pişen yemeklerin ağır kokuları bunaltıcı sıcak hava ile birleşince, yaşam tam bir keşmekeşe dönüyordu. Mahalle halkı sefalet ve cefa içinde. İşte böyle bir mahallenin ara sokağında, taş bir binanın iki odalı taş duvarları arasından bir aşağı bir yukarı yürüyüp duran Mustafa Kemal, vatanının geleceğinden kaygılı ve uykusuz geçen gecelerde terler içinde bunalan bu vatan evladı bazen isyan eder bazen de gerçeği kabullenip: “Vatanımız bu. Milletimiz bu. Bunlara layık görülen bu sefaletin bir sorumlusu olmak lazım. Ama bu sorumlu bu zavallılar değil…” derken Namık Kemal’in dizelerine sarılır:

“Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma,

Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ü kıymetten…”

Eline gücü ve imkanı geçirip çeteler kuran eşkıya, sadece Suriye’de değil, Osmanlı’nın her bölgesinde isyan çıkarmaktadır. Bu ayaklanmalar tamamı; menfaatleri doğrultusunda kanunlar uygulayan muktedirlerin, iş bilmez idarecilerin, kötü yönetimin bir yansımasıdır. Yaratılan ağır koşullar ve olumsuz şartlar altında inleyen ne yazık ki sadece halk. Bu düşünceler içini kemirip dururken, İstanbul’un tüm Boğaziçi’ne hakim manzarasıyla Yıldız Sarayı’nda kendini boğazdan püfür püfür esen rüzgara veren o diktatör padişahın hali geldi gözlerinin önüne. O padişah ki, kapısında onlarca uşağın beklediği, bir işaretine canhıraş koşuşturan halayıkların hizmetine koştuğu, hareminin cennet bahçelerinde keyif çatan bir padişah. Ama memleket yanıyor, millet kan revan, ateş ve sefalet içinde, umurunda değil. Devlet; kokuşmuşluğun, başıboşluğun esiri olmuş, kanunlar rüşvet ve kayırmacılığa teslim edilmiş, haklılar haksız, ahlaksızlar haklı olmuş, umurunda değil. Ordu çökmüş, donanma çürümüş, hazine tamtakır, hükumet, saray saltanatı için dilencilikle ülkeyi borç batağına sürüklemiş gene umurunda değil. Memlekette yol yok, okul yok, hastane yok, fabrika yok… o yok, bu yok, memleket yansa umurunda değil!

Kendini sokağa atar. Nehir kenarında yürümeye başlar. Derin derin nefes alır. Sonra gökyüzüne kaldırır başını. Masmavidir. İçi açılır. Umutsuzluk hiç de ona göre bir tutum değildir. Daha dün “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmamış mıydı? O halde neden duraksasın ki. Öyle ya neden yalnızlık? Neden ümitsizlik? Derhal kendine bir çekidüzen verdi. Başı dik ve adımlar daha sert, öylece yürümeye devam etti…

Mustafa Kemal’in, bir şüphe ile sürgün yiyerek tayin edildiği Şam hayatı içerisinde yaşadıkları onu çok üzmüş, ancak yıpratmamış, dersler çıkarmıştı. Suriye’nin sıcağı ve bölgenin yapısı ordudaki subayları uyuşuk yapmış, tembelleştirmişti. Buna katlanamazdı, daha fazla buralarda kalamazdı. Selanik, Makedonya böyle miydi? Orada hareket var, mücadele var, düşünce ve fikirler var. Bir şekilde kendimi buralardan aldırmanın yollarını bulmalıyım, dedi. Sabırsızlanır. Selanik’te hürriyet yanlısı Müstahkem Mevki Topçu Kumandanı Şükrü Paşa’ya mektup yazdı. Durumları anlatı, fikirlerinden ve yapmak istediklerinden bahsetti. Selanik’e aldırması için yardım talep etti. Günler sonra aldığı cevap pek tatminkar değildi. Selanik’e gelirsen yardım edebilirim falan diyordu. Acaba Şükrü Paşa’ya yazdığı bu mektup tedbirsizce bir hareket miydi, diye geçti içinden. Günlerce ve haftalarca kafa yordu. Arkadaşlarıyla ve nüfuzlu nüfuzuz, tanıdık tanımadık kim varsa konuştu. Bir sonuç alamadı. Karar verdi; “Kaçak gideceğim!.. Evet, pasaportsuz da olsa, izinsiz de olsa bir yolunu bulup Selanik’e gideceğim! …”, dedi.  Arkadaşlarının yardımıyla Yafa’dan yabancı bir gemiye bindi, Pire’ye geldi. Ama asıl sorun Pire’den sonra Selanik limanından nasıl çıkacak? Gümrüğü nasıl geçecek, polisi ve askeri inzibat koridorunu nasıl atlatacak? Düşündüğü buydu. Selanik’teki arkadaşlarını aradı, planlar yapıldı, sonunda bu geçiş sorunsuz atlatıldı. İlk olarak doğruca annesinin yanına gitti. Hasret gidermenin ardından annesini kuşkular sardı. Mustafa’sının gözlerine baktı. Oğlunun tereddütlerini ve hayal kırıklıklarını sezmişti sanki. Eğer öyleyse, yani devletine aykırı ve padişahın rızası dışında bir kaçak gibi gelmişse buralara, üstelik bir sürgünken yakalanırsa? Neler olur benim Paşama, O’na ne yaparlar? Düşünmek bile istemiyordu. Kafasından yıldırım gibi geçen bu sorular büyük büyük bir kaygıya dönüştü. Duramadı sordu:

– Ne cesaretle buraya geldin oğlum? Hem nasıl geldin? Sakın devletimiz ve Padişahımız efendimizin arzusuna mugayir (aykırı-izinsiz) bir iş yapmış olmayasın?

– Merak etme anne. Buraya gelmem lazımdı, onun için geldim… Padişah efendimizin ne olduğunu şimdi değil, fakat yakın zamanda sana ne olduğunu göstereceğim…

Üvey babası Ragıp Efendi babacan tavırlarıyla her ikisine de ümit verici telkinlerde buldu…

Ertesi gece hürriyet yanlısı dediği Müstahkem Mevki Topçu Kumandanı Şükrü Paşa’nın yalısına gitti. Büyük umutlar taşıyordu. Paşa onu ayakta karşılayacak, kucaklayacak belki de alnından öpecekti. Nasıl bir vatanperver olduğundan bahsedecek, kaygılarını, fikirlerini takdir edecek ve kendisini onura edecek laflar edecekti. Merdivenlerden çıktı, Paşa’nın yaverine adını söyleyerek görüşmek istediğini söyledi. Biraz sonra yaver döndü, üzgündü. “Paşa meşgul, görüşme mümkün değil!..” Bir anlam veremedi. Tekrar sordu. Cevap değişmedi. Soğuk bir duştu bu, hem de çok soğuk! İyi ama bir yanlışlık olmalıydı. Israr etti, yavere mektuptan, Paşa’nın verdiği cevaptan bahsetti. Tekrar ricada bulundu, çünkü mutlaka görmeliydi. Yaver tekrar gitti. Geri döndüğünde bu defa yüzü asıktı, belli ki azarlanmış. “Buyurun!”, dedi. Mustafa Kemal içeri girdi. Paşa’nın karşılaması hoşnutsuz. Üstün Paşalık zırhına bürünmüş bir komutan edası ile ayakta karşıladı O’nu, oturması için yer bile göstermedi. Mustafa Kemal, mektupla ilgili hatırlatma yaparak konuşmaya çalıştı ama nafile, Paşa sanki o Paşa değildi. Anlamıştı. Zaten konuşma birkaç dakikada bitmiş gibiydi. Paşa’nın hal ve tavırları artık gitmenin vaktidir, der gibiydi. Mustafa Kemal için yapılacak tek şey kalmıştı; hazır ol vaziyetini aldı, selamın verdi. Kapıdan çıkarken Paşa son kez seslendi:

– Beni yakma!..

Yarı emreder, yarı ricada bulunur gibiydi bu son söz. Mustafa Kemal cevap vermedi, döndü ve gitti. Elbette yakmayacaktı. Ama artık Şükrü Paşa diye biri de yoktu O’nun için…

Sıkıntılı günler yaşamaya başladı, evden de çıkamıyordu. Bir çıkmazda olduğu kesin ama bir şeyler yapmalıydı, ya da bir yol bulmalıydı. Kurmay Albay Hasan Bey. Rüştiyeden tanıyordu onu. Kendisini hep başarılı bulur ve taktir ederdi. Onu buldu. Tanıttı kendini. Hatırlamada zorluk çekti biraz ama sonunda hatırladı. Anlattı başından geçenleri. Hasan Bey, nihayet O’na rahatça dolaşabileceği birkaç aylık tebdilihava (hava değişimi) ayarladı.

Mustafa Kemal, kendisine ilk vatan ve hürriyet aşkını aşılayan Ömer Naci, topçu zabiti Hüsrev, Askeri Rüştiyede edebiyat hocası Hakkı Baha, Selanik Muallim Mektebi Müdürü Hoca Mahir, Selanik Askeri Rüştiyesi Müdür Bursalı Tahir Beyler… hepsi bir arada. Mustafa Kemal, yarı gizli gerçekleşen bu toplantıda, Şam’da kurduğu ve daha sonra Beyrut, Yafa ve Kudüs’te şubelerini açtığı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin merkezini buraya, Makedonya’ya taşıdı. Mustafa Kemal ayağa kalkarak topluluğa şöyle hitap etti:

“Arkadaşlar!

Bu gece burada sizleri toplamakta maksadım şudur: Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz biliyorsunuz. Bu bedbaht memlekete karşı önemli vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak, biricik hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli kıtasını vatan camiasından ayırmak istiyorlar. Memlekette yabancı nüfuz hakimiyeti, kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir.  Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatın organlarını oluşturmak zaruridir. Sizden fedakârlıklar bekliyorum. Kahredici bir istibdatta (muktedir) karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhneleşmiş çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kılmak, kısacası vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum!

Arkadaşlar!

Gerçi bizden evvel birçok teşebbüs yapılmıştır. Fakat onlar muvaffak olamadılar. Çünkü işe teşkilatsız başladılar. Biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve ne olursa olsun muvaffak olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.

Hüsrev, tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy; kararımızı yeminle de sağlamlaştıralım.” (*)

 

Yemin kutsal bir anlaşmadır. Namuslu erdemli insanlar ettikleri yemine sadık kalırlar. Başta Mustafa Kemal olmak üzere vatanları üzerine kutsal yeminler eden kahraman atlarımıza minnetle…

Mehmet R Aşar,

mr_asar@hotmail.com  

(*) Atatürk’ün Bütün Eserleri-1.Cilt, Kaynak Yay., 7. Basım, Eylül 2015. Sf. 33

Siz de fikrinizi söyleyin!