Biyografi,  Edebiyat,  Kategorisiz,  Kitaplar,  Şiir,  Toplum

Hayrettin Geçkin’le ‘Lirbah’ üzerine söyleşi

Hayrettin Geçkin. Onu hangi sözcüklerle, nasıl anlatsam diye düşündüğümde aklıma ilk gelen “düş işçisi” oldu. Evet, o bir düş işçisi. Bir kuyumcu titizliği ile işlediği düşlerini bize şiir ve öykü olarak ulaştırır. Onun şiirlerini ve öykülerini okurken doğaya karışır, çiçeklenirsiniz, bir Şaman’la dansa durur bin yıllar öncesinin ruhunu yaşarsınız, akşam yemeklerinizden birinde bir yıldıza konuk olur, kahvaltınızı kuşlarla yaparsınız. Nereye giderseniz gidin ille de dönüp çocukluğunuzda soluklanırsınız.

Otuz yıllık bir dostluk bizimkisi. Kendisi gibi, şiirleri de otuz yıldır yoldaşım. Kimi dost meclislerinde, eylem ve etkinliklerde seslendirdim onları, kimi de kendi kendime. “Beni Nereye Götür” diyen düş işçisi dostumun öyküler toplamı Lirbah çıkıp geldi, Nisan 2019’da masalları, öyküleri, şiirleri, anıları sırtlayıp. Nasıl da büyük bir coşkuyla akıyor bir bilseniz, duru bir nehir gibi, bin yıllar öncesinden bin yıllar sonrasına. Bu akışa tanıklık etmeye ne dersiniz?

Sizi anlatmaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu anladım yukarıdaki girişi yazarken. En iyisi dedim kendine vermek sözü. Kimdir Hayrettin Geçkin, ya da kim değildir?

Hayrettin Geçkin: Sivas Katliamı’nın onuncu yılıyla ilgili etkinlik daveti almıştım bir yerden. Bir fotoğrafla birlikte kısa yaşam öykümü de istemişlerdi, gönderdim. Etkinlik sırasında, gönderdiğim yaşam öykümü bulamadıklarını, bu yüzden konuşmama başlarken mutlaka kendimden kısaca da olsa söz etmemi rica etmişlerdi. Çok zor bir durum. İnsan kendisini nasıl anlatır? Öğretmen olduğumu ve şiirle bir dünya kurmaya çalıştığımı söylemek, kitaplarımdan söz etmek saçma geldi bana o an… Konu da Sivas Katliamı olunca şöyle dediğimi anımsıyorum: Ben içinde her yaştan çocuklar taşıyan bir şairim / Ne zaman “Madımak” deseler kül kesilir oyuncaklarım.
Şimdi de aynı durum. Bu sorunuzu geçebilirsem sanırım bu soruyu takip edecek soruları daha kolay yanıtlayabilirim.

Ben de düşünürüm zaman zaman, Hayrettin Geçkin kim? Kesin bir açıklamama yapamam ama yine de birkaç şey sıralayabilirim hakkımda:

Bir dünyalı. Bir kanadıyla düşlerine doğru uçmak isteyen, biriyle kendisinden kopmaya çalışan dünyalı… Ağaçların, kuşların, suların kardeşi. Dinlerin en büyüğü olan aşkla, insana ve doğaya tutkulu bir yabancı, bir yalancı… Baltalardan kaçan ağaç… Yitik orman…

Birkaç yıldız ötede bir düşte konaklamak için yollarda. Yolu suyunkinden uzun. Emretmekle, itaat etmekle işi yok. Kahramanlarla, kahramanlıkla da… Zafer tutkularını çıkarmış yaşamından…”Esas olan yolculuk” diyor… “Yolun kendisi”“Ne yapıyorsun” diye soranları “Binip Kaf Dağı’ndan atıma / yarın daha güzel olacaklar satıyorum, düş fiyatına” diye yanıtlıyor… Derdi ne peki? Yarasında iyileşeceği birini bulmak. Ve kendi yarasında iyileştirebileceği birini…Yurtsuz ve öteki… Bir kıyıdan bütün denizlere, bir tepeden bütün insanlara kardeş. Kısaca tuhaf biri işte. İnsan, bitki, böcek, kuş… Hepsi ve hiçbiri…

Münire Çalışkan Tuğ: Lirbah’ın şiirli ve masalsı yolculuğu nasıl başladı, nerden gelip nereye gidiyor Lirbah? Çok melodik buldum sözcüğü, sözlüklerde yoktu, meğer öykünün içindeymiş anlamı. Neden Lirbah?

Hayrettin Geçkin: Lirbah’taki öyküler, öykülerimin kimsesiz olanları.Acemi ve çocuksu olanları… Dünyaya ve kötülüklere kalem çekmiş ama korumasız olanları aynı zamanda. Beslendiği bir felsefe, dayandığı bir düşünce, boylanan bir yaşam var hepsinde.Acımasızca davrandığımızda bir öyküde olması gereken anlamlı boşlukların ve söylenmemişliklerin yerini içtenliklerin doldurduğu söylenebilir. Atılmamış fazlalıklarınsa düş taşmaları olduğu… Açıklamalara, fazladan anlatmalara da düşülmüştür denebilir yer yer. Kuşkusuz bunlar Lirabah’ın kusurları…

Denilebilir ki Lirbah şiirlerden, masallardan, söylencelerden ve düşlerden olma öyküler. Onların bir karması, bir karışımı ya da onların bunalımı… Arkasından gelecek öyküler, kaynağını yine Lirbah’tan alsın ve insanlara iyi öyküler taşıyan bir ırmağa dönüşsün istiyorum açıkçası… Lirbah’tan sonraki öyküler Lirbah’la kan bağını korusunlar da istiyorum. Şiirin, masalın, söylencenin sınırlarına kadar ilerleyecekler, ilerlesinler. Ancak sınır ihlali yapmadan geri dönmeyi de bilsinler. İnsandan, doğadan ve arka çıkılmamış düşüncelerden uzak durmasınlar yeter ki. Günümüz renklerinden alsınlar ama yarın koksunlar istiyorum. Öyle görünüyor ki yeni öyküler yaşanmamış aşklar, kurulmamış dünyalar kurgulayarak tamamlanmamış olduğunu savunacaklar dünyanın. Ben de yalnız bırakmayacağım onları.

Sizin de söylediğiniz gibi Lirbah’ın anlamı, kitaba da adını veren öykünün içinde: “Ona kendim bir ad verdim: Lirbah! Onun adını denizler, gökler, karalar bu adla bilir. Çünkü ona her seslenişimde bu adla seslenirdim. Lirbah! Lirbah… Lirbah’ın ne anlama geldiğini bilmiyorum aslında. Uydurduğum bir şey olmalı! Her nedense bu ad, duyarlıklarımda lirik bir ses, bilge bir yüz ve masallardan çıkıp gelen kız anlamlarına gelen eski bir zaman lekesi gibi durur. Öyle de kalsın isterim açıkçası. Ne zaman bir şiir, bir öykü büyütsem Lirbah’a doğru uçururum. Bir zamanlar ellerime bıraktığı sıcaklık yeniden tazelenir böylece, rüyalarıma girdiği olur. Ona çam sakızı verdiğim an, o çiçeklerle bezeli çayır ve gezindiğimiz yerler birden çıkıverir karşıma. Otların, böceklerin, taşların ve suyun diliyle söyleşir dururuz. İkimiz birlikte öğretmen oluruz aynı yerlerde, aynı okullarda. Aşkçayı öğretiriz çocuklara. Düşünmeyi, düş kurmayı… Sorusu olmayan kalmasın der yeniden kurmaya başlarız dünyayı…”

Münire Çalışkan Tuğ: Kitabınızdaki öykü kurguları da ilginç. Sadece monologdan oluşan öyküler (Bunlara kendini anlatma öyküleri dedim ben. ONurga, Tükenme buna örnek), aktarma öyküler (Örneğin, bir çay bahçesinde masanın üstünde bulunan Balkona Çıkma Sırası adlı öykü), içine masal yerleştirilmiş öyküler… Öykü tekniğiniz hakkında neler söylersiniz?

Hayrettin Geçkin: Çok doğru. “Kendini anlatma öyküleri” denebilir Lirbah’taki öykülerin bir kısmına. Dahası öyle sanılması zaten kaçınılmaz. Monologlarsa baskın. Sözünü ettiğiniz durum Lirbah’ta biraz daha öne çıkmış. Açıkçası kendimi anlatmaktan kurtulamadığım belli oluyor.

Korona Salgını öncesi yetişkinlerden oluşan bir gruba öykü dersleri verirken aklıma sık sık Lirbah’taki öyküler gelirdi ister istemez. Ders sırasında arkadaşlara; yazdığınız öykülerde anlamlı boşluklar ve söylenmemişlikler olmalı; açıklama, aktarma ve fazlalıklardan kaçınmalısınız, tamamlanmamışlık duygusu bırakmalı öyküleriniz, okuru da devreye sokmalısınız derken gülümserdim… Sorunuz karşısında da o günleri anımsamadan edemedim.

Çocukluğumdan fazla uzaklaşamadığım belli oluyor, Lirbah’taki öyküler okunduğunda. Kendi başımdan geçenleri bir başkasının yaşadıkları şeklinde kurgulamakta zorlandığım söylenebilir bu yüzden. Demek ki büyümek gerekiyor. Kendimi bir kova okuyan, bir damla yazan biri olarak tanımlasam da bu durum pek çok şeyi çözmeye yetmiyor demek ki.

Ancak Lirbah’taki öyküleri tek başına çocukluğumdan uzaklaşamadığıma bağlamam da doğru değil. Öyküye bakışımın da payı var bunda. Yığınla yazılmış, yayımlanmış öykü var bugün. Zamanım el verdikçe okumaya çalışıyorum. Ele aldıkları konular, biçim ve biçemleri birbirlerinden farklı olsa da aslında romanın bir parçası gibi pek çoğu. Bence böylesi metinler öyküden daha fazla uzak duruyor. Okurda yeniden yazılmıyor örneğin. Okur öykünün başlangıcından öteye, bitiminden sonraya da gidebilir ama öykü diye okuduğunun bir romanın parçası olduğu duygusuna da düşmemeli. Tüm disiplinlerde olduğu gibi dil, öyküde de kaleminizin altında dizginlenemez bir ata dönüşmelidir. Dağlara, ovalara, denizlere ve bulutlara doğru sürüklemeli sizi. Şiire, romana ya da başka bir yere savurduğunda sıkı tutunmalısınız.
Ben mi? Denemeye çalışıyorum yalnızca.

Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizde halk anlatı geleneğinden çokça yararlanıyorsunuz. Daha çok masallarla yan yana yürüyen öykülerde var bu durum. Masal Kız bunlardan biri. (“Sıkı durun.” “Hiç sormuyorsunuz, Masal Kız Çoban Oğlan’la karşılaştı mı karşılaşmadı mı diye!”s.43) Geçmişten günümüze halk anlatısı ve modern öykü ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

Hayrettin Geçkin: Benim geçmişim masallardır, söylencelerdir, bilmecelerdir, türkülerdir. Halk anlatıları, annemin manileri ve zaman zaman da halk âşıklarının evimizde konaklamaları ile kıvamlanmış bir geçmiş. Bileştirilmiş köy okulunun kitaplığında sınırlı sayıdaki kitapların kazandırdığı düş ve düşünce gücü biraz da… Dede Korkut Hikayeleri, Bin Bir Gece Masalları, bunlara karışan Yaşar Kemal, Halil Cibran, Amin Maalouf gibi kalemler dünyaya doğru ilerlerken yol açmışlardır bana.

Jean Jaures’in, “Ben geçmişime bağlıyım, denize ulaşan bir ırmak kaynağına nasıl bağlıysa” der. Ben de öyle bağlıyım geçmişime. Öykülerimde bunların rengi belli ölçülerde görülür zaten. Yeni olanı ve olması gerekeni karma hevesindeyim bundan sonra yazacağım öykülere. Bunun zorluğunun bilincindeyim. Bu yüzden olmalı kimi kez bunca yazılan güzel şey varken niye yazıyorum dediğim bile oluyor. Ta “yazmasam çıldıracağım” sınırına gelene kadar…

Geldiğimiz noktada öykü huy değiştirmiştir. Daha çok olay örgülerinden sıyrılarak duruma, an’a teyellenmiştir. Psikolojik açıdan da bir pencere açmıştır kendisine. Hem ülkemizde, hem de dünyada geçmişin devrimcileştirici özelliğini sezen öykücüler, tekrarlara düşmeksizin bunun başarılı örneklerini sunmaktadırlar bize. Eminim ki dilin olanakları zorlandıkça öykücüler daha sağlam halkalar bulacaklar önlerinde.

Münire Çalışkan Tuğ: Kitabınızda birbiri ile akraba öyküler de var. Kimi bir öykü kişisi başka bir öyküde görülüyor, kimi de bir öykü diğerinin devamı ya da başka birisinin gözünden görünen biçimi gibi. Bununla neyi amaçladığınızı sorsam?

Hayrettin Geçkin: Bunu şiir kitaplarım için de söyleyenler oldu. Öykülerimdeki bazı anlatı biçimleri diğer bazı öykülerde de görülebiliyor örneğin. Dünyamın bir çatı aralığından ibaret olduğu anların ürünü olabilir belki de bunlar. Belki de insanın kendi yazdıklarına âşık olması hâli olarak açıklanabilir. Bilmem ki! Ama daha çok birbirine benzer duyguların, duyarlıkların yan yana gelmesiyle ilgili. Ve bunların belli noktalarda iç içe geçip yoğunlaşmalarıyla… Ama bir de öne çıkarmak istenilen şeyler var: Yaşam biçimi, bakış, model insan, insani tutum vs.

İnsan belli ölçüde üretimde bulunmadan kendini tekrarlar mı? Olabilir! Yazara dair olan şeyler bunlar. Şöyle söyleyebilirim: İnsan yazdıkları üstünden ve yarattığı kahramanlar üstünden nasıl kendisini keşfederse, yanlışlarını da aynı şekilde yazdıkları üstünden keşfeder ve bulur. Yol biraz da böyle alınır. Okura zahmet olsa da süreç böyle ilerler. Diğer yandan bir şeyi fark etmek, onu aşmaktır da aslında. Olmak, oluşmak, olgunlaşmak da zamanla ilgili çünkü.

Lirbah’taki öykülerin her okurda farklı biçimlerde karşılığı olacak diye düşünüyorum. Öyküler tam olarak ne geleneğin, ne de geleceğin içinde olmadıkları için farklı sarkaçlar çizecek herkesin kafasında. Tüm hamlıklarına rağmen kendinden sonraki öykülerin arınması, yalınlaşması, anlamlı boşluklarla, tamamlanmamışlıklarla ilerleyebilmesi için tetikleyici olacaklardır.

Münire Çalışkan Tuğ: Kitaba adını veren Lirbah, işlediği konu ve şiirsel dili ile okuru da kendisi ile hesaplaşmaya çağıran bir iç yolculuk hikâyesi. Okumak ve yazmak hepimiz için de bir iç yolculuk değil mi? Dün ile bugünün kesişen, ayrışan yanları, özlemler, keşkeler, iyilikler, pişmanlıklar… Yazmak ve okumak kendinden gidemeyiş midir biraz da?

Hayrettin Geçkin: Okumak da yazmak da bir yolculuk hâli. Kendinden yeni kendine bir yolculuk hâli. İnsan kendisini doğrulama çabasına girer, bildiklerini savunmada kalırsa bu yolculuk onu yeni kendine götürmez, götüremez. Süreç şaşırmaları, bildiklerinin belli bir bölümünü unutmayı gerektirebilir. Hatta bölünmeleri, parçalanmaları… Bu olmazsa kozasında çiğ kalan ipekten ya da kararmaya gecikmiş böğürtlen kırmızısından farkı kalmaz insanın…

Bir yandan da insan nereye gider düşünmüyor değilim? Çünkü insanın kendisinden başka gideceği yeri yok aslında. Öyleyse insan yazarak veya okuyarak nitelikli bir şekilde de kalabilir kendinde. Evet, insan kendinde kalarak derinleşip katmanlaşabilir. Anlamın üstüne çıkar, bilinenin ötesine geçer. Dünyada bulunma biçimini veya yaptığı tanıklığı anlamlı hale getirebilir daha da. Başka pencereler açar kendine, başka yaşam deneyimlerinde gezinir. Beslenir böylece. Ruhunu sağaltır. Yani insan kendisini aşarak kendisini gerçekleştirebilir bu yolla.

Münire Çalışkan Tuğ: Kitabınızda; diyememe, içinden geçeni söze dökememe, susma, duyguları paylaşamama öyküleri de var. Dal İnce bunlardan biri. “Bu susuşta sözcükler uçukluyor.” Pek çok yazar konu edinir susuşu, iletişimsizliği, içten içe kemirmeyi, kemirilmeyi, yalnızlaşmayı… Edebiyat susulanları dillendirmede bir araç mıdır? Yazarak atar mıyız içimizde birikenleri ya da başkalarının suskunluğu ile özdeşleşip kendimize dost mu kılarız kurgudaki kişiyi?

Hayrettin Geçkin: “Hep susardım az sözle anlatmak mümkün olsaydı seni” ya da “susmak sözcüksüz bir dil” ve/veya “susmak ölülerin tuttuğu günlüktür” gibi, şiirlerimden dizelerin hiçbiri yardım edemez bana, sizin bu sorunuzu yanıtlamaya çalışırken.

Bu soruyla kastınızın, kaynağından ayrılır ayrılmaz suyuna başka sular karışan, sesi gürleşen, şelalelerden düşerken köpürüp gürültü koparan, denize iyice yaklaştığında da sessizliğine ulaşan ırmağa benzeyip benzememek de değil.

Yine de yarayı kabuk bağlaması için terk etme çabasıdır içinden geçeni söze dökememe… Söylenmemişliklerde düğümlenme… Paylaşamama ve bu yüzden kekeme kalma. Sözcükleri sıkı tembihlemedir: “Anlat ama sırrımı okurun sırrı haline getir, kimselere demesin, ele güne mahcup edip dile düşürmesin beni…” Bu nasıl bir dışlaştırmadır değil mi? Avaz avaz susumak daha kolay bundan. Edebiyat da olmasa, öyküler, romanlar, denemeler, şiirler üstlenmese bunu, iş daha bir zora girecek. İyi ki edebiyat yazarın yüzüne; “susmak yalan söylemektir, konuş ki seni göreyim” diyebilmektedir açık açık. Dilin olanaklarıyla donanan yazar da olayın üstüne gitmek zorunda kalmıştır, her an kalemi kırılacakmış gibi…

Münire Çalışkan Tuğ: Sizi uzun süredir tanıyorum. Dolayısıyla da yaşamınıza ilişkin tanıklıklarım var. Bu tanıklıklardan hareketle soruyorum. Hayrettin Geçkin bu öykülerin neresinde? Onların yazarı mı, öykü kahramanı mı?

Hayrettin Geçkin: İnsan yazının içinde saklanabilir. İsterseniz buna okurdan saklanma çabası da deyin. Hem de yazarın “insan ne yazarsa yazsın kendisini yazar” gerçekliğini çok kimseden iyi bilmesine rağmen. Ve üstelik ne yazdıysa “okunsun” diye yazdığını bile bile… Belki de nitelikli okurla bağ kurma girişimi budur yazara için. Okurla arasında kurgusal gerçekliğe dayalı perdenin bulunmasına mı güvenir Yazar? Açıkçası bir şey diyemem bu konuda.

“Hayrettin Geçkin bu öykülerin neresinde? Onların yazarı mı, öykü kahramanı mı?” diye de soruyorsunuz. Evet, günün birinde böyle bir sorunun karşıma çıkacağını akıl edebilmeliydim. Ama bu öyküleri yazarken neyi değiştirirdi bilmiyorum. Yeni sözcükler mi arardım, onları yeni anlamlara mı zorlardım, böyle olursa başıma ne işler gelirdi, doğrusu onu da bilmiyorum. Öykülerimin yazarı mıyım, kahramanı mıyım? Yanıtım: Hepsi ve hiçbiri!

Münire Çalışkan Tuğ: Her öykünüz damağımda ayrı bir tat bıraktı ama bazıları daha özel kıldı kendini. Bunlardan biri de Güle Güle Eylül. Adları şiir tadı veren yerlerde çekilen fotoğraflardan albüm oluşturmak amaçlı çıkılan bir yolculuğun hikâyesi. Olay kişisi yıllar sonra, geçmişi, anılarını, mızıkasını, gülüşünü ve düşlerini bırakıp giden arkadaşını anımsar Kıyıkışlacık’a, heykeltıraş arkadaşı Mehmet Aksoy’u ziyarete giderken. Sizin cümlenizle sorayım sorumu. ”Düşlerin de heykeli olur mu?”

Hayrettin Geçkin: Mehmet Aksoy’la Kocaeli Üniversitesi’nin bir biriminde dersler verdiğimiz dönemde sigara dumanından heykel yapılır mı diye sormuştum kendisine? Sorum karşısında sessiz kalmıştı. Sonraları atölyesine gidip geldikçe ve heykellerini görüp üzerinde düşündükçe yanıtı sigara dumanından bir heykele dönüşmüştü kafamda.

“Düşlerin heykeli olur mu?” sorusu da muhteşem bir soru.

Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizde pek çok tarihsel ve toplumsal olaya gönderme yapıyor, insanlığın yaşanası bir dünya düşünü dile getiriyorsunuz. Edebiyatın tanıklığı ve geleceği inşa etmedeki rolü nedir sizce?

Hayrettin Geçkin: Kuşkusuz bir edebiyat ürününün öncelikle edebiyat ürünü olması gerekir. Şiir, şiir olmalı, öykü öykü olmalı örneğin… Kurgusuyla, dili kullanma biçimiyle, ürünün estetik yapısıyla, biçimiyle, biçemiyle… Ele aldığı konu ne olursa olsun ama.

Ülkemizi düşündüğümüzde, insanların kendilerini ifade edemediği, gelişmesinin yollarının tıkandığı; bir kısmının iradelerine el konduğu; aydınların, gazetecilerin, düşünürlerinse hapislere atıldığı ülkemizi… Doğa kıyımlarının acımasızca sürdüğü, kurdun kuşun yuvasının bozulduğu, ağaçların katledildiği, dağların ovaların delik deşik edildiği ülkemizi… Adaletsizliği ülkemizdeki! Haksızlığı, hukuksuzluğu, işsizliği, yoksulluğu… Ve geleceksizleştirilmeyi özellikle… Hızın teslim aldığı insanları…

Edebiyat kayıtsız mı kalacak bu gidişe? İnsan için değil mi, İnsanı yarar gözetmez mi edebiyat? Edebiyat bu gidişi, bu çılgın gidişi durduramaz kuşkusuz? Ona bir önderlik atfeden de yok zaten. Ama bu k gidişin içinde akıp giden, kendisine, başkalarına ve doğaya karşı giderek yabancılaşan insana eğilip bir şey de mi fısıldayamaz? Oradan kurtulmak isteyenlere “öteki ellerini kullan”, karşı çıkışlarından sonuç alamayanlara ve yeterince sesini duyuramayanlara “öteki sesinle çık sokağa” diyemez mi? Susar mı bu tacizin karşısında?

Diyeceğim şudur: Bir yazarın ürünlerinin toplamı adil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya çağrıştırmıyorsa, o yazarın ürünleri bir eksiler veya eksikler toplamıdır yalnızca.

Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizde kişileştirmelere çok yer veriyorsunuz. Uçurumçiçeği’nde çok yoğun gördüm bunu. Gölgesini bırakan, kuş seslerini unutan ağaçlar, koptuğu dalı arayan yapraklar. Sizin öykülerinizde ve şiirlerinizde her şey canlıdır, cansızların da bir kimliği, kişiliği vardır. Kişileştirmenin anlatıma, içeriğe ve okura katkısı, etkisi hakkında ne söylersiniz?

Hayrettin Geçkin: Kişileştirme anlatıma zenginlik katar her şeyden önce. Sıradanlıktan kurtarır yazıyı. Okurun dikkatini yakalar, duyarlıklarına hitap eder . Yazıya bir damıtma ve yalınlaştırma kazandırır dozu iyi ayarlanırsa. Anlatımı görünür ve anlaşılır kılar. Bana öyle geliyor ki bir yazar bunları düşünmeden başvurur bu yola. Hele öykü veya roman yazarı aynı zamanda şiirin de içindeyse.

Münire Çalışkan Tuğ: Öykü kişilerinin tamamına yakınında çocukluk imgesinin çok güçlü olduğunu görüyoruz. Psikiyatri bilimi de insanı anlamada çocukluğun önemini vurgular. Doğan Cüceloğlu çocukluğun özyurdumuz olduğunu söyler. Sizin Uçurumçiçeği’ndeki kahramanınız da “Ben zaten nereye gittiysem çocukluğumdan fazla uzaklaşamam. Seni bu kadar sevmemden anlayabilirsin bunu.” der. Çocukluk neden bu kadar belirleyici yaşamımızda? Üşüdüğümüzde çocukluğumuzu mu örtüyoruz üzerimize?

Hayrettin Geçkin: Sorunuzda “çocukluk imgesi” vurgusuna sevindim . Bu, işimi kolaylaştırdı. Çünkü çocukluk daha çok bende imge. Verili gerçeklere teslim olmama, doğru diye dayatılanlara aldırmama. Biraz da sınırsız ve sonrasız olma hâli. Benim çocukluk imgemde kurnazlık yok, kirlenmişlik yok. Çocukluk her şeyin masum tarafı aslında. Ve üstelik çocuğun eline oyuncak silah verilse de öldürmeyi bilmez. Kurban olmanın da kurban etmenin de uzağındadır. “Büyüdüğünde emreden mi olmak istersin, yoksa emredilen mi” ikilemine düşürülmemiştir daha. Okullar eğip bükmemiş, buruşturup bencilleştirmemiştir daha. Dahası da var: İnsanın doğasına en uygunu olan paylaşma, yardımlaşma, arkadaşlık, dostluk duyguları kapitalizmin hışmına uğramamıştır henüz çocukta…

Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizdeki anlatıcılar hep erkek. Sizin kadın duyarlılığınızı çok yakinen biliyorum. Kadın gözünden öyküler de okuyacak mıyız sizden? Anlatıcıların hep erkek olması neden desem?

Hayrettin Geçkin: Dikkat ettiyseniz öykülerimdeki erkek kahramanlar cins ayrımcı değiller ve kadına karşı saygılıdırlar. Ve yine dikkat ettiyseniz bir yandan kendilerini ve dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çalışırlarken, bir yandan da yaşanır, adil, demokratik ve özgürlükçü bir dünyayı kurma önerisiyle kadınların kapısını çalmaktadırlar. Onlara, “sizsiz ve sizin etkili, belirleyici olmadığınız bir yaşam yaşamaya değmez” diyen bir tutum sergilemektedirler. Doğayla kurulan sevgili yakınlığına denk bir yakınlık anlayışı vardır kadınla aralarında. Öte yandan iktidar karşıtıdırlar. Eril bir söylem içinde değiller kesinlikle. Dahası, kadınları erkeğin gölgesinde bırakmak isteyen bir dayatmaya itiraz halindedirler. Ortak bir ağız oluşturmuşlardır bu konuda. Anlayacağınız Lirbah’taki öykülerde yer alan erkek karakterler vasıtasıyla kadına bakışı netleştirmek gerekiyordu öncelikle. Yoksa kadınların diyecekleri vardır, yol göstericiliğine gereksinim vardır…Onlar edebiyatın, öykünün, şiirin içinde olmadan estetik olmaz, edebiyatın incelttiği bir dünyadan söz edilemez.

Münire Çalışkan Tuğ: Öyküler, hem kendi şiirleriniz hem de başka şairlerden ödünçleme şiirlerle harmanlanmış. Öykülerin dili de çok şiirsel. Klasik söylemle, bazı cümleleri alt alta yazsak şiir. Son dönemlerde pek çok yazar ve şairde bu iki tür aynı metin içinde birlikte ilerliyor. Öykü ile şiir ikiz kardeş mi? Nerde ayrılıyor, nerede omuz omuza geliyorlar?

Hayrettin Geçkin: Kuşkusuz öykü de şiir de kendine öz yazı formları. Dilleri, dil yatakları ve coğrafyaları farklı. Şöyle diyebilirim: Şiir, öykü, deneme, roman… İnsandan önce davranıp aralarındaki sınırları kaldırdılar. Bu iyi bir şey! Günümüz edebiyatı bu noktaya geldi. Ama hiçbiri varlığından bir şey kaybetmedi. Hatta her biri daha bir varsıllaştı, her birine yeni alanlar açıldı. Bütün sorun ihlale karşı durmakta. Söz gelimi bir şiir, öykünün coğrafyasında dolaşıp kendi coğrafyasına dönmeyi başarıyorsa ya da biri birinin coğrafyasına ayaklarında asker postalları olmadan giriyorsa bunda bir sakınca yok ki. Bana kalırsa okur da bu durumdan rahatsız olmayacak. Öykü ile şiir biraz daha iç içedir eskiden beri. Böyle de devam eder. Öykü ve şiirin bu özelliği günümüzde diğer yazı formlarını da etkilemeyi başardı diyebiliriz. Birbirlerine gidip geliyorlar artık, aralarında alışveriş var. Ayrıca aralarındaki kan bağını da fark ettiler. Yazı yeni olanaklar sundu yazara.

Münire Çalışkan Tuğ: Kitabınızı okurken onlarca soru hazırladım. Buraya alırken de hangisinden vazgeçeceğimi bilemedim. Belki başka bir yerde, başka bir zaman buraya alamadıklarım üzerine de konuşuruz. Ama “Bundan sonra sizden neler okuyacağız?” sorusunu sonraya bırakmayacağım.

Bu içten söyleşiden sonra, belki de çocukluğum tutar, şiirden hiç ama hiç vazgeçmeyeceğimi, yakında yeni öykülerle karşınızda olacağımı, uzun süredir bir roman çalışması içinde olduğumu, hatta çocuk kitaplarına ilişkin dosyalarımın yayınlanmayı beklediğini bir çırpıda söyleyiveririm size. Bakmışsınız öykülerimde kadın karakterlerin de mutlaka yer alacağını, yayımlanmamış öykülerimde bunun örneklerine rastlanabileceğini de saklayamam…

Münire Çalışkan Tuğ: Verdiğiniz içten yanıtlar için, bize, içinde gönlümüzce yüzebileceğimiz şiir ve öykü ırmakları armağan ettiğiniz için size teşekkür ederim.

Hayrettin Geçkin: Sorularınız çok derinlikli. Çok iyi hazırlanmışsınız. Umarım verdiğim yanıtlar yüzeysel kalmamıştır. Çok ama çok teşekkür ederim.

Siz de fikrinizi söyleyin!