Üç Aylar
Bilim,  Bilim ve Teknik,  Çocuk Gündemi,  Deneme,  Din,  Düşünceler Tarihi,  Mitoloji,  Sosyoloji,  Toplum

Uzayda Geçen Rüyalarım (2)

Gurvan Sar – Üç Aylar

Bugünkü rüyamda büyük bir Uzay gemisinin kaptanıydım. Görevimiz keşif. Yeni yıldızlar, gezegenler uygarlıklar ve galaksiler. Uzay gezilerimizde uygulamamız gereken temel komutlar: Eğer uzayda yeni uygarlıklarla karşılaşırsak, onların iç düzenlerine karışmamız yasak. Uygar toplumlar; henüz uzay çağına gelmemiş ise iletişim kurmak yasak, sadece gözetlemek izinli. Uzay çağına ulaşmış toplumlarla ise, iletişim ve tanışmamız şart.

Evrenin gözlenebilir sınırındaki Üç Aylar gezegenine gittik. Bu gezegeni ve onun güneşini Moğolların, Jüpiter’in arkasında sabit bir yörüngeye yerleştirdikleri devasa bir uzay teleskopu ilk olarak görüntüledi. Yıldızlar Birliği (YB) antlaşmasında yeni gezegenin ismini belirleme hakkı onu keşfeden ulusa verilmesini öngörüyor. Moğolların gezgene verdiği isim “Gurvan sar” = Üç Aylar YB de kayıt edilip resmiyet kazandı.

Üç AylarYB üyelerinin görüntülerden son altmış senede çıkardıkları bilgilere göre Üç Aylar’ın jeolojik yapısı, ısısı ve atmosferindeki gaz karışımı Dünyanınkine eşit. Güneşine olan mesafesi de yaşama elverişli. Gezegenin ismini belirleyen özelliği ise, yörüngesinde üç tane ay olmasıdır. Bu ayların iki tanesi Gurvan Sar’ı dikey yörüngede ve diğeri de yatay yörüngede ve farklı hızlarla çevreliyor. Her onbeş dünya-senesinde bir, bu üç ay aynı eksen üzerinde buluşuyor ve ardı ardına sıralanıyorlar. Bu sıralamadan dolayı gezegen olağanüstü büyük yerçekimi etkisinde kalarak güneşinden uzaklaşıyor. Ayların bu buluşması sona erince tekrar güneşinin yer çekimi ile güneşine yaklaşıyor.

Bronz ÇağıGörev gereği, bu gezegeni ve çevresini haritalamak üzere, bize verilen koordinatlara gittik. Önce çevresini haritaladık. Aradan 8 gün geçmesine rağmen uzun ve kısa menzilli taramalarımızda gezegeni bulamadık. Bir gün benim vekilim ve boşandığım eşim Valera mekik görevine liderlik ederken, aniden ortaya çıkan bir gezegene acil iniş yapmaya mecbur kaldı. İşte bu gezegen bizim aradığımız Üç Aylar’dı. Mekiğin kamera görüntülerinden; indiği yere yakın, kasaba büyüklüğünde bir yerleşim alanı olduğunu gördük ve timi uyardık. Yerdeki timin daha sonra verdiği raporda orada insan toplumu olduğunu ve Dünyanın Bronz Çağı seviyesinde bir kültürde yaşadıklarını öğrendik.

Beş kişilik tim, gemiden dönüş için uygun meteorolojik bildirim beklerken, çevreyi keşfetmeye başladılar. Ormanlık araziden sonra bir tarım arazisine ulaştılar ve yakında ahşap evler gördüler. Her ne kadar o evlerden uzak ve gizli kalmaya çalışsalar da karşılarına ağaçların arasından aniden iki küçük çocuk çıktı. 8 – 10 yaşlarında olan çocukların üzerinde elle dokunmuş ilkel kumaşlardan kıyafetler vardı.

O anda olanları Valera raporunda şu şekilde anlatıyor:

“Bizim tim ve çocuklar da birbirini fark edince dona kaldılar. Çocukların gözleri bir yüzümüze bir de üniformalarımıza baktıktan sonra çocuklar hızla uzaklaşarak koşmaya başladı. Erkek çocuk hemen kaçıp giderken, küçük olan kız çocuğu yere düştü ve kaşının üstü kanamaya başladı. Hemen kızın yanına gittim ve ayağa kaldırdım. Kızın canı çok acımıştı. Elini alnına attı ve kanı gördü. Kaçmak istedi. Belimde takılı olan tıbbi tedavi aparatı ile alnındaki kanı temizledim, kanamayı durdurdum ve yarayı iz bırakmadan kapattım. Kızın acısı 15 saniye içinde geçti, çok şaşırdı ve uzunca minnet dolu gözleri ile gözlerime baktı. Beni baştan aşağı yavaşça gözden geçirdi. “Senin adın ne, yaramı nasıl o kadar çabuk iyileştirdin? Sizi göklerden inerken gördüm.” dedi. Adım Valera dedim ve kız hemen koşarak uzaklaştı. Tim arkadaşlarım da ilerlemişlerdi. Koşarak onlara yetiştim. Beraber bir bahçede asılı çamaşırlar arasında, halkın arasına karışmak için, üstümüze uygun elbise aradık. O anda evden bahçeye çıkan bir kadınla göz göze geldim ve biz birkaç kıyafet çalarak hızlı bir şekilde koşarak oradan uzaklaştık. Daha sonra kasabaya indik, insanları ve sosyal hayatlarını biraz inceledik.

Kaptanın emri üzerine pazar yerinin çevresinde 5 evin çatısına gizli kamera ve mikrofonlar yerleştirdik. Mekiğimizdeki arızaları giderdik ve dönüş için uygun hava şartlarını bekledik. Üç Aylar’da toplam on gün kaldıktan sonra gemiye döndük.”

Ertesi sabah köprüde Valera’nın raporunu dinledikten sonra çok sinirlendim. Daha uzay çağına çıkmamış bir toplumla temasa geçerek YB yasalarını ihlal ettiği için onun dosyasına bir ikaz ve ihtar bildirisi yazdım. Tam o anda köprünün dev penceresinde görünen gezegen sessiz sedasız kayboldu.

Bütün tarayıcılarımızı kullansak da Üç Aylar’ı bulamadık. Ancak, bazı ışın kalıntılarından gezegenin muhtemelen hangi istikamete gittiğini tespit edebildik. Acilen gemideki astrofizik ve sosyoloji uzmanlarımızla toplantı düzenledim. Uzmanlar Üç Aylar’ın atmosfer verilerinde gezegeni gizleyecek bir özellik olmadığını ve sosyologlar da yerel toplumun henüz herhangi bir kamuflaj teknolojisi üretecek kadar gelişmediğini belirttiler.

Solucan DeliğiAstrofizikçilerin sunabildiği tek açıklama bulunduğumuz konumla, yani evrenin sınırlarında olduğumuzla alakalıydı. Onlara göre buranın “yakınında” komşu bir paralel evrene giden solucan deliği olması ve gezegen bir pandül gibi iki evren arasında salınması muhtemeldi. Bu şekilde hem gezegenin aniden karşımıza çıkması hem de aynı şekilde kaybolması açıklanabiliyordu. Üç Aylar’ın ilk görünüşünden yok oluşuna kadar tam 11 gün geçtiğini hesaba alarak, gezegenin 11 gün sonra tekrar karşımıza çıkma ihtimali üzerinde fikir birliği sağlandı. Bilim insanlarının tahminlerine göre gezegen, solucan deliğinden geçerken bir zaman sıkışmasına maruz kalacak ve gerçekten 11 gün sonra geri dönerse; gezegende 700 sene geçmiş olacaktı. Yani, Üç Aylar da yaşayan toplum bizdeki Orta Çağın başlangıcına varmış olacaklardı.

Bu bilgileri teyit etmek üzere ben, orada 11 gün beklemeye karar verdim.

Günler çabuk geçti. Hepimiz çok heyecanlıydık. Nihayet o gün geldi ve Üç Aylar tekrar karşımıza çıktı. Küçük kızla temasta bulunduğu için Valera’yı da yanıma alarak, toplam beş kişilik bir tim ile gezegene indik. Bu sefer uygun kıyafetleri gemide giyinerek hazırlıklı gittik ve kimse fark etmeden 11 gün önce gördüğümüz kasabaya gittik. Sosyologların tahminleri doğrulandı, yerel toplum orta çağ seviyesine evrilmiş. Kasaba büyümüş, 150 bin nüfuslu bir şehir olmuş.

TapınakŞehire girerken gördüklerimiz bütün timi ansızın dondurdu. Binaların giriş kapılarının üstünde aynı resim asılıydı. Valera’nın parlak mavi üniformalı portresi. Yanımızdan geçen insanların boynundaki kolyelerde veya göğüslerinde, bizim üniformalarımıza taktığımız iletişim cihazına benzer rozetler takılı idi. İnsanların kıyafetlerindeki ana renk parlak maviydi. Şehir merkezine giderken gördüğümüz tapınakların çok daha büyüğü merkez meydanında vardı. Devasa tapınağın 20 metre uzunluğunda renkli camlarında gökten inen ve küçük bir kızın yarasını iyileştiren Valera motifleri işlenmişti.

Valera’nın üzerine kurulmuş, bütün gezegeni kaplayan inanılmaz bir din kültürü oluştuğunu anlamaya başladık. İnsanlarla ettiğimiz birkaç sohbetten öğrendiğimize göre, 700 sene evvel yaşanan bir olaydan sonra başlamış bu dini inanç. O zaman Valera ve beraberinde dört meleği göklerden inmiş, küçük bir kızın anlındaki yarayı sihirli bir alet ile hemen yok etmiş. Bir kadının bahçesinden de Valera melekleri kıyafetler almışlar. Mağdur kadın ve ailesi binlerce insana o kıyafetlerden dikmiş, çünkü bu giyim Tanrı Valera ’dan tercih edildiği için kutsal sayılmış. Zamanla yerel töreler ve ibadet şekilleri ortaya çıkmış, mezhepler ve tarikatlar oluşmuş. Bazı mezheplerde insanlar hatta Valera’nın “iniş” tarihinden önce üç ay oruç tutmaya başlamış. Kutsal kıyafetler artık günlük giyilmese de oruç vaktinde, tapınaklarda ve evdeki ibadetlerde giyiliyormuş.

Merkez meydandaki Ulu Tapınak’ta aynı zamanda, en yüksek Valera dini lideri bayan hazretleri XIV. Pauline Valera’nın ikamet ettiğini öğrendik. Büyük bir bağış karşılığında aynı akşam onun huzuruna kabul edildik.

Görüşmede Valera yüzünü bir kapüşonla gizlerken, diğer tim arkadaşlarının ardında durdu ve ben Pauline hazretlerine uzun bir süre Valera’nın bizim gibi bir insan olduğunu, Tanrı olmadığını anlatmama rağmen onu ikna edemedim. Dini lider sinirlendi ve gitmemizi istedi. O anda Valera, üzerindeki elbiseyi çıkarıp üniformasıyla öne fırladı. Valera’yı gören Pauline hazretleri zerre kadar tereddüt etmeden yere çöktü, secde etti ve kalktı. Valera belinde takılı çakıyı çıkarıp kendi elini kesti ve hemen ardından tedavi cihazı ile kanayan elini saniyeler içinde onardı. Pauline’nin ilk tepkisi “Bunu bende de yapabilir misiniz?” sorusu oldu. Valera aynı şekilde dini liderin de elini kesti ve onardı.

Bu gösteriden çok etkilenmiş olan Pauline hazretleri Valera’ya bakarak bir açıklama yaptı:

“Ben 700 senelik geleneğimize uyarak sizin Tanrı olduğunuza inandım. Şimdi artık inanmıyorum. Ama bu bizim toplumumuz için hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Ben gezegenimizdeki 150 milyon insanın dini lideri olarak büyük bir sorumluluk üstlendim. Bu kadar insanın 700 senelik inancını ve kültürünü kafalarından silemem.

Hem siz olmasaydınız sevgili Valera, bir başka Tanrı kesinlikle bizim karşımıza çıkacaktı.

Şimdi artık burayı ve gezegeni derhal terk edin!! Bir daha da buraya uğramayın!!”

Ben bu rüyamdan uyandım, tüylerim diken diken olmuştu. Televizyon ve oda ışığı açık uyuya kalmışım. Televizyonda Tanrılar ve Peygamberler isimli bir belgesel bitiyordu.

Rüyamı düşünürken gün içinde bilinç altında kalan anılarım aklıma geldi. Uyumadan evvel bütün günümü, 2 yaşında olan ikiz yeğenlerimle ve 4 yaşındaki yeğenimle geçirdim. Hava güzeldi, beraber çocuk parkına gittik. Parkta büyük bir kere yere düştü ve alnından kan akmaya başladı. Hafif bir çizikti, hemen temizledim ve çantamda bulduğum bir yara bandıyla kapattım. Öğlen uykusundan sonra havuza gittik, hem eğlendik hem yorulduk. İkizler üzerimde dağlara tırmanır gibi benden hiç ayrılmadılar. Büyük ise, kedi gibi etrafımda dolandı bol bol hareket etti.

Akşam yemeğinden sonra ablam, çocukları almaya geldiğinde küçükler uyuyordu, büyük de kafasını kucağıma dayamış, benim sesli okuduğum kitabı dinliyordu. Yeğenler gittikten sonra televizyonu açtım, haberleri izleyecektim.

Sonrası malum. Rüyamı sizlere ilettim. Yazımı tamamlamadan size bir sorumu iletmek istiyorum.

Siz Tanrı olabilseydiniz, yarattığınız varlıklara karşı nasıl davranırdınız?

Nizamettin Karadaş

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!