Deneme,  Tartışma,  Toplum

Umarsız Hano Ana

Yoksul bir ailede büyüdüm, daha neyin ne olduğunu anlamadan evlendirildim. Neymiş efendim; erkekler bana bakıyormuş, başıma bir iş açmadan bağlanmalıymış. Toplum baskısından ve ailemin güçsüzlüğünden başım bağlandı. Başım bağlandı dediysem, başımı bağlamadım o örtüyle. Evlensem de hep direnen bir kadın oldum, hem de tüm cehaletimle…

Hem erkekler gözlerini bağlamıyor diye, ben neden kapanıyordum? Onlar yüzünden çocuk yaşımda evlendirilmiştim ben. Benim suçum neydi ki, hep eksik gibi mahkumiyetler yaşıyordum. Kadın olmam mıydı sadece? Hatta, rahmetli eşime demiştim; ”nedir bu kadın düşmanlığı ve devlet nazarında bize düşmanca uygulanan politikaların ardı arkası kesilmiyor,” diye; o da ”sen kadınsın ve biz erkekler gibi kutsanmadın” demişti. Ama ben yaşıyordum, Tanrı beni bu coğrafyada işitmemek için mi yaratmıştı.

Kocamı erken kaybettim. O öldükten sonra oğlum daha bebekti. Ailemin yanına dönmek zorunda kaldım. Yoklukta çocuğum yarı açtı. Bir yandan çalıştım, odunculuk yaptım; bir diğer yandan toplum baskısından ailem yeniden başımın bağlanmasını istiyordu. Hem artık dul bir kadın olarak daha da mühimdi başımın bağlanması. Dediğim dedik olmalı beni tanıyorsunuz, o zamanlar mahalle kabadayısı bana gönül verdiğinde, imam nikahıyla evlendik ki artık başım açık olsa da rahat olabilecektim. Bana laf etmeye herkes korkacaktı.

Yıllar geçiyor, oğlum büyüyordu; oğlum büyüdükçe, bakan bir kez daha bakmadan edemiyordu yakışıklı oğluma. Kınalı kuzuma nazar boncukları takan nenesi, dedesi bile bakmaya kıyamıyordu. Kocamın oğluma ilgisi başlarda beni çok mutlu ediyordu, ne de olsa yetimdi yavrucağım. Bir zamandan sonra içimde kötü bir his sürekli nüksediyordu. Ama kendime bile itiraf edemiyordum sezgilerimi.

Bir gün oğlum eve gelmedi, bir gün sonra yine yoktu. Kocama sorduysam da çok garipçe ve rahat tavırlar sergiliyor, bir şey olmamıştır, diyerek yüreğime su serpmeye çalışıyordu. Yüreğim kan ağlıyordu. İlk kayıp olduğu gün umutsuzca kadıya başvurmuştum, kadıdan ses gelmeyecekti biliyordum.

“Göz gamın ne olduğunu bilseydi, gökyüzü bu ayrılığı çekseydi, padişah bu acıyı duysaydı; göz gece demez gündüz demez ağlardı, gökler yıldızlara, güneşle, ayla gece demez gündüz demez ağlardı. Padişah bakardı ününe, tacına, tahtına, tolgasına, kemerine, gece demez gündüz demez ağlardı.”

Saraydaki oğlancılık dedikoduları, mahalledeki duyduğumuz badeleme olayları aklıma geldikçe başına iş gelmişse, hamamda olabileceğini ve kocamın bu işte parmağının olacağını da tahmin etmiştim.

Önce bit pazarından erkek kıyafeti aldım. Her sabah ihtiyaç için odun kestiğim küçük baltamı (nacar) belime gizleyerek iliştirdim. Akşam saati kocam evden çıkınca onu takip ettim. Birçok mekandan haraç topladıktan sonra, hamama gitti. Ben de arkasından girdim.

Bakmaya kıyamadığım oğlumu, orada hamam oğlanı yapmışlardı. İki tane daha küçük çocuk vardı.

“Telgrafın direkleri sayılmaz. Böyle civan teneşire koyulmaz. Benim yavrum baygın düşmüş ayılmaz. Ne deyip de ağlayayım bugün ben. Mezarımı yol üstüne kazsınlar. Üzerine al yeşili koysunlar. Gelen geçen nâ-muratmış desinler. Ne deyip de ağlayayım bugün ben. Telgrafın direkleri dört olur. Sen ağlama yüreğime dert olur. Böyle yerler baykuşlara yar olur. Ne deyip de ağlayayım bugün ben.”

Beynim döndü, ayakta zor duruyordum. Belimden baltayı çıkardım, hayatımda ilk kez öldürmeye başlayacaktım, yoksa nasıl bu sapıklardan dünya kurtulacaktı… Oğlum bana, ben oğluma bakakaldım…

Susmanın ötesinde bir ağıt yanıyordu içimde, yani ruhun dinmeyen derinliklerinde bir ana ağlıyordu, insanın kendisine ve çocuğuna acıması ne zordu.

Feryadım susmuyor, baltamı vurdukça namussuzlara, içimdeki susuşlar sanki dersin mayınları yerle bir edecek büyüklükte bir çığlık oluverecek birazdan ve birazdan bu çocuk yas tutacak, bir içli şiirin dizelerinde…

Öldürdükçe bitmiyordu namussuzlar! Kim kolumdan tutsa, kim beni durdurmak ya da kendini korumak için karşımda güç kullanmaya kalksa, Tanrı tarafından bana özel bir güç verilmiş gibiydi. Tek başıma orada 21 erkeği indirdim, en sona benim kocam dediğim ve oğluma bu kaderi biçen namussuzu bıraktım. O zaman gizlediğim saçlarımı açtım ve kim olduğumu belli ettim.

Oğlum zorla baltayı istedi, anne bu namussuz soysuzu bana bırak deyince, ona elimdeki nacarı ona uzattım. İndirdi baltayı önce beline sonra belinden aşağısına… Ölmeden erkekliğini alan da oğlum oldu.

Hamamda diğer iki çocukla birlikte artık dört kişiydik. Sonunda yavruma ulaşmıştım. Bir sarıldım, bir sarıldım… Onun utangaç yüzü, öbür çocukların bükülen boyunları…

Nefes alamıyordum artık.

Önce çocukları bir güzel yıkadım, sonra onlar giyinince elime yine baltamı alarak, hemen çıktık oradan. Artık bu toplumdan korumam gereken çocuklar vardı yanımda. Üstüm başım kan olmuştu. Sabaha karşıydı, güneş doğmaya başlamış ve yolda kim görse, benden gizleyemiyordu bakışlarını. Diğer çocukları ailelerine bıraktığımdaysa, ayağımı öpmeye kalktı anaları.

Eve doğru giderken benden başını çeviren oğlum gizliden ağlıyordu.

Benim içimdense kan akıyordu o ağladıkça…

Eve ulaştıktan sonra ne o olup biten hakkında konuşuyor, ne de ben ona soru sorabiliyordum.

Artık, evde bu olay hiç yaşanmamışçasına günlük sohbetlerin dışına çıkamıyorduk.

Oğlum sokağa çıkıp yeniden arkadaşlarıyla oynamak istediğinde, ona ibne diye bağıran çocuklar oynamak istememiş. Mahalleli pek namusluymuş ki çocuklarına oğlumla oynamaması için öğütler vermiş olmalıydı. Oğlancı erkekler köşelerde oğlumu gözleyince, oğlum eve kapandı.

Kimse bu suçsuz sabi kadar namuslu değildi.

Artık nasıl geçineceğim, artık nasıl oğluma yeni bir hayat verebilirim diye çıldırasıya düşünürken, bir yandan öldürdüklerimle katillikten suçlanmak vardı içimde. Ben gidersem darağacına, yine oğluma olacaklar vardı. Kafamda sayısız kaygımla birlikte, elimden tutmaya çalışan yalnızca yoksul anam babam vardı.

Namım gün geçtikçe büyüyor, çocuklarını (oğullarını/kızlarını) kaybeden analar kapımı çalmaya başlıyordu. Kayıtsız kalamıyordum. Oğlumla birlikte başkalarının çocuklarını kurtarmaya başladık ve kendimize görev ettik.

Kimileri kapımda sabahlayarak bekçiliğimizi yapıyor, kimi yemekler getiriyor, kimileri de üç beş kuruş teşekkür manasında geçinmemiz için yardımlar ediyordu.

Zamanla çevrede benden korkanlar, ne çocuk kaçırabiliyor ne de çocukları badelemeye teşebbüs edebiliyorlardı.

Aileler mutlu, sapıklar mutsuzdu.

Bana gücü yetmeyen sapıklar, karşımda birlik olup gitmişler kadıya. O çocuğum için ağladığımda bana yardım etmeyen kadı yok mu, o ne hınzırmış meğer hemen yardımsever edayla kuralları iletmiş, göndermiş emir kullarını başıma.

Evden beni almaya geldiklerinde giyinme bahanesiyle biraz geciktim. Oğluma öğütler verdim, ayakta kalması için yokluğumda yürümesi gereken yolları belirttim. Ceketimi giydim kapıyı açtım. Hemen ellerimi bağladılar, sonra yola koyulmaya başladık. Çıktım kadı efendinin huzuruna. Kadı efendi suçlarımı iletti ve soruları bitince dinlemeye başladı. Başladım konuşmaya.

”Gücünüz bir kadına nasıl kolay yetiyor, gördünüz mü. Ben sizin yapmadığınızı yaparak imansızları imana getirdim; çocukların güven içinde, huzurla yaşamasını sağladım. Eğer ben yolumda bunları yapmasaydım, hala mahallede olay üstüne olay olacak; siz de bu gelişmelere eskiden olduğu gibi kayıtsız kalacaktınız.

Ben çocuklarımızı koruyan kahraman olurken, ahlaksızların korkulu rüyası oldum. Eğer, bana idam cezası verirseniz yeniden nüksedecek çocuklara yapılan suçlar. Bunlara basamak olmayı düşünmezsiniz isterdim, lakin karşımda ahlak bekçisi olmadığınız da ortada. Uzatmanın anlamı yok verin hükmünüzü, siz de ben de sonucu biliyoruz.” Dedikten sonra, bir kağıda imza atıp, ”suçluyu götürebilirsiniz” dedi.

Parmaklıkların ardında, ağıt yaka yaka gece nasıl sabah oldu bilmedim. Sabah erkenden, çarşının ortasına götürdüler beni, bir duvarın önüne. O önlerindeki aletle askerlerin erkeksi duruşlarına gülmeden edemedim. Sonra her biri aynı anda kurşuna dizdiler beni.

Beni öldürdüler de İlkaycığım, ölümsüz olmamı engelleyemediler. Ardımdan benim gibi yavrusuna sahip çıkan analar çok oldu. Tarihe nasıl geçtim biraz da onu aktarayım.

Bizim zamanımızda kadınların hiçbir söz hakkı yoktu ve kadınların nüfusu hayvanlar gibi sayılmazdı. Okutulmazdık. Tarihe hikayemi aktaran da yüzde üçten biriydi (Osmanlı nüfusunda erkeklerin yüzde üçü okumayı ve yazmayı biliyordu!). Onların da uçkuru vardı! Ne kadar yanlış hikayeler yazıldı hakkımda. Yok kocam değil de sevgilimmiş, yok ben hafif meşrep kadınmışım vs. Oysa, sevgili hayatı yaşanmazdı mahallemde, ne de başka yerlerde.

Meğer ne kadar kötü kalem varsa, yazdıkları hikayelerimde kırmışlar kalemlerini. Kimi demiş, gayri müslimdi!.. Müslüman olmayana neden insan olarak bakmazlar ki. Bilakis ben bir Müslümandım. Ama her şeyden hatta Hano’dan bile önce yüreği yanan anaydım.

Osmanlıda saray lüksü arttıkça kadınlara baskı artıyordu, zaten epeydir izliyorum; bu topraklarda ne zaman yolsuzluk başlasa, önce kadınlara baskı yaparak sonra ahlakı düşürerek, halka hükümet derdinden önce kendi derdini düşündüren kader çiziyorlardı. Talibanlarına, üzerlerinde hiçbir hakkı olmadıkları çocukları malzeme olarak kullanıyorlardı. Umarım bu anlattıklarım okurlarına ışık olur.

Sana hayatımı ve beşeri şartlarımı ilettim İlkaycığım, çünkü beni bir sen duydun. Artık çekilmem lazım ki sen de uyan ve hikayemi yazarak kaydet, yaşam öyküm kayıtsız kalmasın. Haklılığım görülsün, o güruhun torunlarıyla birlikte herkes okusun ve düşünsün.

Dedi ve uyandım. Dilimde eski bir ağıtla söylene, ağlaya, uyandım.

“Yanar memleketim dağları, yanar altın sarısı bereketli toprağı! Yanar memleketimin ovaları. Yanar asırlık taş duvarları, Haramzadeler kurmuşlar, kanlı iktidarlarını. Edep, ar, örf, rafa kaldırılmış, yığınlar din ile kandırılmış. Her yanını çıyanlar yılanlar sarmış, başta bir şahmaran, sürekli okur dudaktan rahman yanar memleketimin köyleri. Köylerinde yoksul evleri! „Han-ı Yağmacılar“ doldururlar, çuvallarını. Sararken yalancıktan türban torbasıyla başlarını. Yanar memleketimin şehirleri, sokak sokak. Satılırken payitaht parsel parsel, akmaz suları pür-i arsel!”

Kurgumu beğenmeniz dileğiyle.

Not: Araştırmalarımda, 2014’ten önce Baltalı Hano’ya dair yazılı tek bir hikaye bulamadım. İlk hikayeyi kimin kaleme aldığına da ulaşamadım. Herkes hikayeyi değişik işlemişti. Ortak olaylar, 21 kişiyi baltalayarak öldürmesi ve oğlunun hamam oğlanı edilmesi detaylarıydı. Birileri onu hafif meşrep olarak iletti ve birileri güçlü bir kadın olarak yarattı. Ben de kurgumla onu bir kez daha yarattım, yıl 2021! Hanzade Hatun olarak bilinen Baltalı’ya Hano kısaltmasıyla iletildiğine göre, ana karakterin adı Hanzade. Hatun denilmesinde ise, saygı duyulduğuna dair betimleme var. Hatun kelimesi Türkçe bir kelimedir ki Hano Türk hikayelerindeki güçlü kadın karakteri ile uyumlu bir rol oynamış. Hanzade kelimesinin anlamına gelirsek, ya hükümdar çocuğu anlamına geliyor ya da Tanrı tarafından yaratılmış ilk kadın, parıltı ve ışık anlamına. Hikayedeki role bakarsak, hükümdar çocuğu olmadığı için ikinci anlamdaki Hanzade olduğu da ortada.

 

Gündem Arşivi kurucusuyum, sitede editörlük dahilinde; yayın yönetmenliğini de ben yapıyorum.

Siz de fikrinizi söyleyin!