Deneme,  Tartışma,  Toplum

Toprak Neden Çeker

Bu topraklar ne doğduğum ne de doyduğum yer. Beni çeken, kan bağı zincirine eklenmiş akrabalarım.

Babam, annem buralarda doğmuş. Amcalarım, halalarım ve diğer yüzlerce zincir halkası akrabam da burada yaşıyor, yaşamış. 3 aylık iken getirildiğim ve 6 yaşına kadar koştuğum, suyunu içtiğim havasını soluduğum ancak hiçbir şeyini hatırlamadığım topraklar, beni çeken bu topraklar….

Beni gören akrabalarımın, bana sevgi ile yaklaşanların, sürekli anlattığı 6 yaş maceralarımdan, anılardan geriye bana kalan, yabancı bir benden başkası değilim aslında. Bir ağaç gibi köklerimin peşine düşüp, ne kadar yüce ve büyük kollarımın olduğunu öğrenerek gurur duymak gibi niyetim hiç olmadı. Aslında ne kadar ve nasıl bir insan olduğumun bir parçası olduğu için merakım var geçmişte yaşanmış hikayelere. Bir dedektif gibi, içimde olan davranış genlerimin peşine düşüp, geçmişteki hazinelerden hangilerinin bana miras olarak kaldığını bulmak, kalan mirası nerelere götürdüğümün bilmecesini çözmek, evrimi izlemek, oldukça eğlenceli ve de düşündürücü.

Hepimizin bu tür yolculuk hikayeleri vardır. Çok duygulandığımız, gururlandığımız bir hikâye dinlediğimizde, hikayenin bir parçası olarak hayallere dalıp, bu günlere gelmekten mutluluk duyarız. Hikayedeki akrabamız gibi bir karaktere sahip olup olmadığımıza bakmadan, her şeyi ile satın alıp üstümüze yapıştırmakta ustayızdır.

Filancanın torunuyum, dedelerim taaaa …… dağlarından geçip…. diye, başladığımız her söz, çoğu zaman içinde olamadığımız bir kahramanlığın gururundan pay alarak, kendimizi süslemeye yönelik bir çaba, kişiliğimize yaptığımız bir makyajdır. Sadece yokluğun, çaresizliğin, anlamsız törelerin hikayelerinde kavrulmuş ve bir kaç (belki de onlarca nesil) ömür tüketmiş bu insanların hikayelerini dinleyerek yeni duygular yüklenirken, onların uzun yıllar önce yaşadıklarından bir parça alarak kendi tualimizin köşesine yerleştirdiğimizde, nasıl olduğumuzu değil, nasıl görünmek istediğimizin rollerini de kendimiz için yazarak, bir tiyatro oynamaya hazırlanırız.

Köyümün topraklarını görmeye 5 km yakındayım.

İlçede bir kamyonet kiralayıp, ekmek fırını, hal v.b dükkanlar derken, epeyce bir erzak yüklenip şoförün yanına kurularak “gidelim” dedim. Küçüklüğümde bana oldukça geniş görünen bir hatıra olarak kalmış ilçenin caddesi küçülmüş, yaşadığım kentin sokağından bile daha da dar kalmış o caddede yavaşça ilerlerken, kamyonet aniden durdu. Tam önümüzde kır saçları, heybetli yapısı ve gülen gözleri ile duran emekli öğretmen akrabamın beni tanıyıp, durdurmuş olması ile kendime geldim. Kamyonetin açık penceresinden elini uzattı. Acele ile kapıyı açıp, aşağıya indim ve sarıldım.

-Nereye gidiyorsun? diye sordu.

Erzakları gösterip, “köye amcama gidiyorum” dedim.

– Köyde durumlar iyi değil. Gerginlik had safhada, ortalık patlayacak, çok tehlikeli dedi.

– Biliyorum dedim, haberim var. Gidip bakmalıyım, taraflarla konuşmalıyım. Hepimiz korku ile bir köşede kalırsak asıl o zaman patlayacak. Patlamakla kalmayacak, içinden çıkılmaz bir kan davasına dönüşüp, gelip bizleri de yaşadığımız kentlerde bulacak, ha o gün bulmuş, ha bugün ne fark eder? Dedim.

– Ben senin yerinde olsam dönerim, gitmem. Ama sen bilirsin. dedi

Biz kamyonetle yolumuza devam ettik, üzerimde hiçbir korku, gerginlik yoktu. Son derece rahat ve keyifliydim. Hatta kamyonetin radyosundaki güzel türkü nedeni ile sesi de epeyce açmıştım.

Şoförümüz çok şaşkındı. Kentli fiziğim ile köylü yüreğim arasında yoğun bir çelişki de kalmış, bu bilmeceyi çözmek için çaba harcıyordu sanki.

Nihayet köye giriş yaptım. Keyifli ve güneşli bir gün olduğunu ortada şakır şakır akan derenin su sesleri bile söylüyordu.

Evin önündeki basamağa oturmuş, parlayan güneşe kıstığı, zaten az gören gözleri ile kafası bana dönük babaannemi gördüm. Üzerindeki yeşil örme ceketi, kafasındaki bez sargıdan yapılmış şapkası ve o şapka içerisinde olduğuna emin olduğum ağır pirinç tası ile hiç değişmemişti. 15 yıldır aynı.

İyice yaklaştım,

– Babaanne benim ben, dedim.

Sesimi tanıdı. Heyecanla kalktı yerinden. Yıllarca hiç sürülmemiş tarlaya dönmüş, toprak kokan kocaman avuçları ile yanaklarımı tuttu. Kavrayıp ellerini öpeyim dedim, izin vermedi. Yüzünü dayadı, kokladı ve iki damla göz yaşını akıttı toprağa. Sonra omuzuma bastırıp kendi yanına oturmamı istedi. Oturdum.

Ceketinin ön bölümünü çevirip, içerisinde dikilmiş, çiçekli desenleri olan kumaş yamayı hızlıca söktü. Çıkardığı kâğıt parayı avcuma sıkıştırdı.

“.. 10 yıl önce devlet kendisini yaşlılık aylığına bağlamış. Amcam almış ilçedeki bankaya götürmüş, vekaleti de üstüne almış. İlk maaşı çekmişler.  Çıktığında, oğlum demiş, içindeki kâğıt paralardan birini bana ver. Amcam en küçük olanı neden diye sormadan vermiş. Almış, kaybolmasın diye ceketin içine yama dikerek saklamış. Bir tarafta 8, diğer oğlunda 5 torun yanı başında yaşarken o parayı bana vermek için saklamış. 10 yıldır o basamakta beni beklermiş…. “

İlk tespitim, birey olarak bizim verdiğimiz anlam ve değer ile, akrabalarımızın bize verdiği değerler arasındaki önemli farklar oldu. Bu değerlere onlar gibi bakamamış olmaktan utanç duydum, küçüldüm.

Elbette ki eve girişim, karşılama töreni ve  hiç içinde yaşamadığım o kalabalık, bana ayrıca çok hoş geldi. Amcam büyük bir samimiyetle sarıldı, çekti yanındaki divana oturttu. Hem çok özlemişlerdi, hem de herkesin gelmeye korkup, kaçtığı böylesine günlerde gösterdiğim cesarete hayran kalmışlardı.

Havadan, sudan, yolculuktan, evlilik yaşantımdan, işlerime kadar bir yığın merak edilen konuların sohbetini yaptık.

Benim amcama takılmalarım, amcam karşısındaki aşırı rahatlığım çocuklara da ayrı bir rahatlık vermişti. Herkes doyasıya güldü ve keyif aldı. Amcam bile kahkaha atmaktan geri kalmadı.

Bu kadar neşeli dakikalardan sonra sıra geldi gerginlik yaratan günlerin sebeplerini konuşmaya ;

“……. Amcam 2 seçim dönemi köyün muhtarlığını yaptı. Üçüncü seçime de girmiş. Girerken aday çıkmasın, ben bu dönem de muhtar olursam kanunen emeklilik hakkımı alıp, sürekli maaşa bağlanacağım demiş. Derenin öbür tarafı bu talebi dinlememiş ve aday çıkarmış. Sandıklar açılmış oylar sayılmış ve eşit çıkmış. Amcam ilçe seçim kurulu başkanlığına itiraz etmiş, seçimden bir gün önce vefat eden akrabamızın oyunun kendisine olduğu şeklinde garip ve komik bir gerekçe öne sürmüş. İlçe seçim kurulu başkanı kaymakam da gülmüş bu gerekçeye, hem bu geçersiz itirazın komikliği hem de kanunen yaşça büyük olana verilir hükmü nedeni ile diğer adayın kendisinden 6 ay büyük olması bütün otoritesini sarsmış…..”

 

Ve sevgili amcam en iyi savunma saldırıdır psikolojisi ile ortalığı gerebildiği kadar germiş, diğer taraf, savrulan ağır sözlerden, konuşulan hikayelerden yara alıp çok ciddi tepkiler vermeye başlamış. Karşılıklı söz bombardımanı ile savaşın ilk top atışları başlamış ve ilk evresi çoktan tamamlanmış.

Patlamaya hazır saatli bombanın son saniyelerinde yetişmişim. İkinci evre de artık sözlerin değil, silahların sesi duyulacaktı.

Hangi teli kesersem bu bombanın saatinin duracağını biliyorum aslında. Ancak karşımda yıllarını ağalık sendromu içerisinde geçirmiş, otoriter ve gözünü hiçbir korkudan sakınmamış bir adam var. Sadece çok dikkatli olmam gerektiğinin farkındayım. Hiç kimse aslında amcamın hatalı olduğunu söylemeye cesaret edememiş. Herkes yanındayız diye durup, gelecek korkularını bastırmaya çalışmış.

Akşam son derece dikkatli ve genel bir konuşma ile gerginliği hafifletmeye gayret ettim. Kelimelerimi ve örneklerimi son derece dikkatli seçtim ve asla yanlış anlamaya izin vermeyecek cümleler kurdum. Tekrar sorgulamalarına, düşünmelerine vesile olmayı başardığımı düşünerek yün döşeğin içerisine kıvrıldım, uyudum.

Sabah erken saatlerde evin içinde ani bir hareketlenme oldu, dışarıdan da sesler geliyordu.

Perdeyi araladım. Karşı yakanın (derenin bize göre öbür tarafı) evlerinden on kadar insan, başlarında yeni muhtar, ellerinde kazma kürekler ve getirdikleri su boruları ile çalışmaya koyulmuşlardı. Dağın tepesindeki suyu köyün içerisine getirmek için imece usulü bir çalışmaya giriştiklerini anladım, amcamın uyanıp, ters bir eyleme girişmemesi için acele giyinip kendimi yanlarına attım.

Elbette ki onlarda beni tanımıyorlardı, kendimi tanıttım. Biliyorlar ama tanımıyor oldukları için sarıldılar, hoş geldin dediler. Ayak üstü, yaptıkları iş için kendilerine teşekkür ettim. Hatta 10 yıldır muhtar amcam bunu neden yapmadı diye sorguladım, gülüştük. Yardıma ihtiyacınız var mı, biz de gelelim dedim. Önce çok şaşırdılar, sonra samimiyetime inandılar ve teşekkür ettiler.

Bu arada amcam olanı biteni, camın arkasında izlemiş. Eve geldiğimde aslında onun da rahatlamış olduğu izlenimini aldım. Başlattığı bir gerginliğin hata olduğunu ancak hangi sebeple bitireceğini bilmiyor olmanın çaresizliğinde kıvrandığını biliyordum. Yanına yaklaştım;

– Sen bu toprakları karış karış bilen, her şeye hâkim son derece zeki bir insansın. Senin yapmadığın bu işi yapan, kendi köylülerine, akrabalarına söyleyecek bir çift sözün, işi kolay kılacak bir aklın mutlaka vardır. Neden çıkıp konuşmuyorsun, yardım etmiyorsun, bellerinde, ellerinde silah yok, niyetleri son derece iyi, dedim.

Sessizce doğruldu, ayakkabılarını giydi ve kapıdan çıktı. Evdekiler nefesini tutmuş arkasından bakıyordu.

El uzatıp, herkese merhaba dediği an düğün alayına döndü amcamın evi. Sonra o uzun boyu ve dik duruşu ile ellerini kullanarak havada izafi bir hat çizen önerilerini sıraladı. Çalışanlar da bu fikirlerden çok memnun olmuşlar ki önlerini iliklemeye benzer hareketler içinde büyük bir saygı ile ellerini sıkıp teşekkür ettiler.

Ortaya çıkan bir sorunu, yeni sorunlar yaratarak unutturma çabalarımız aslında kavgalarımızın derinliğini, düşmanlıklarımızın büyüklüğünü, kin ve nefretin çoğalmasını sağlıyor.

Bir türlü kurtulamadığımız haklılık mücadelesi içerisindeki bencillik duyguları çok fazla insanın yaşamına mal olurken, bir arada yaşam kültürümüzü hoşgörü ve el uzatarak ön almaya bağlayamıyoruz, ilk adımı atıp barışamıyoruz.

İhtiraslarımız, kimlik kavgalarımız, menfaatlerimiz uğruna kaç insanı kurban verdik bu topraklarda belli değil.

Aradan yüzyıllar geçmiş, hala aynı yöntem ve yöntem basamakları içerisinde debelenip duruyoruz. Köyümüzde, kentimizde, iş yerimizde ve devlet yönetiminde bile bu yöntemin izlerine sıkça rastlıyoruz.

Hiçbir sorunu çözmüyoruz, yeni sorunlar yaratarak eskisini unutturmaya çalışıyoruz. Beceriksizliklerimizi ört bas etmek için yeni düşmanlar yaratıp, herkesi kendi etrafımızda olmaya çağırıyoruz.

Dökülmüş o kadar kanı, birlikte yaşadığımız topraklarda bayrak yapmışız. Bayrağımızın renginin, kan kırmızısından olduğuna bakmadan yeni kanlar dökülmesine sebep olacak bir gelecek inşa etmekten vazgeçmeliyiz artık.

Bayrağın daha kırmızısı, kanın da başka rengi yok.

Siz de fikrinizi söyleyin!