Sosyoloji,  Tartışma,  Toplum

Geçmişi Unutma Hastalığı

Aslında buna “inkâr etme”, “geçmişi küçümseme” hastalığı da denilebilir. Köylüler bu duruma, “Tosbağa kabuğundan çıkmış, kendini beğenmemiş” derler. Bazı atasözlerimiz yılların imbiğinden çıkmıştır, anında hedefini bulur.

Bir gün, akşam yemeğinin ardından:

—Çay ne oldu? diye yüksek bir tonda seslendim anama.

Anam:

—Acelen nedir oğlum, hemen geliyor! dedi.

Benim bu tavrıma, hareketime ebem dudak büktü. Ben de onun dudak bükmesine dudak büktüm.

Sonra döndüm ve dedim ki:

—Bu çay olmasa insanlar ne ederdi acaba? Acıyorum onlara!

Ebem kafa salladı:

—Tövbe neuzu billah, oğlan kafayı sıyırdı. Kendini bir halt sanıyor!

Anam dedi ki:

—Biz eskiden kara çay olmadığı için, ada çayı içerdik. Dağdan toplardık, kuruturduk ve kış boyu onu içerdik. Aslında daha güzel olurdu.

Ben, bunu önemsiz bularak:

—Neden onu bıraktınız da,  bu çaya alıştınız? Demek ki beğenmediniz!

—Bilmem, dedi anam. “Devlet bunu ayağımıza kadar getirdi, biz de alıştık”.

Ebem dedi ki:

—Soyka çıksın dövlet, şekeri de ayağımıza getirdi, sonra da biz dövlete kul olduk. Şimdi kimse çay toplamaya gitmiyor, çeker pancarı ekmiyor. Böyle dövlet olur mu?

—Şeker pancarı mı? Toplanması bile günlerce sürüyor, bu kadar hamallık çekilmez ki! Günlerce çalışılmaz ki, dedim.

—Sen de soyka çıkasın, sanki anan seni altın küpte doğurdu… Aha da halin, aha da kılığın, sen busun, üstelik bir çulsuzdan doğdun işte,  dedi!

Dedem araya girdi:

—Bunlar kimin çocukları, ben anlamakta zorlanıyorum hatun. Şu deri şu soyka gönden, şu soyka gön de şu kirli ayıdan. Bunların aslı bu ama baksana, kendini altın tepsideymiş gibi anlatıyor.

—Gön ne, soyka ne, ben sizi zor anlıyorum,  dedim.

Aslında çok da iyi anlıyordum. Hâlbuki onlardan farklı, okumuş ve akıllı yeni nesil olan havalı bir ergendim. Daha doğrusu, dedemden daha fazla şehir görünce daha akıllı, ebemden daha çok konuşunca bilgili olduğumu sanıyordum, ama en küçük hastalığımda ebem imdadıma yetişiyordu. Köyde en çok yaşadığım hastalık, bıngıldağımın düşmesiydi. Bıngıldak düşünce her gittiğim doktordan da nefret ederdim. Ama ebem elini yıkar, beni kucağına alır, sonra da boğazıma parmaklarını sokar, fena şekilde ovalar ve beni çenemden yukarı defalarca kaldırırdı. Sonra? Vallahi de, billahi de birkaç saat sonra iyileşirdim. Neyse… Şimdiler de buna “koca karı tedavisi” diyorlar, elbette aşağılayarak.

Nerde kalmıştık? Konu çaydı. Ebeme dedim ki:

—Anamlar eskiden ada çayı içiyorlarmış. Siz yemekten sona ne içerdiniz?

—Bizim zamanımızda ada çayı da az bulunurdu. Hatta çok insanda yoktu, yemek pişer, ortaya konur, herkes toplaşır ve kaşıklarıyla, ekmeleriyle yer, karnını doyururdu.

—Aynı kaptan mı?

—He ya, hem de aynı kaptan! Kaşını, gözünü oynatma!

—iii, midem bulandı, dedim.

—Midene köpekler sıçsın! Sen bu soyun çocuğusun, o beğenmediğin atalarından oldun, kendini ne sanıyorsun, dedi.

Dedem daha da sinirlendi. Beni aşağılayarak ama ev ahalisinin tamamına fırça atmak istercesine:

—Hatun, senin baban zengindi. Ortaya konan yemeği herkes kendine ait kaşıkla yermiş. Benim babam fakirdi. Kaşık ya bir, ya iki adet olurdu. Herkes sırayla aynı kaşıkla aynı kaptan aynı yemeği yerdi. Şimdi bunu anlattım diye bu cıbanın midesi dışarı çıkar. Öyle mi?

Sofradan kalktım.

Gerçekten de midem tuhaf olmuştu.

Veee, yaşım dümdüz etti kırkları…

Bir mucize olsa, dedemi karşıma alsam, ebemi karşıma alsam, defalarca bu yanlışımın affını istesem…

Bir mucize olsa…

O soylu kişileri, o fedakâr yaşam mücadelesini verenleri, o asil duruşu neden küçümsedim?

Neden küçümsersiniz?

Neden insanlar eğitilmeden önce kişiliğini ortaya serer? Oysa, önce eğitilseydim, aldığım eğitime göre kişiliğim oluşsaydı, kendimi daha iyi okumuş ve eğitilmiş, alçak gönüllü ve büyükleri kendi yaşamlarıyla, küçükleri kendi yaşamlarıyla empati kurarak anlasaydım.

Bir mucize olsaydı…

Siz de fikrinizi söyleyin!