Bilim,  Deneme,  Düşünceler Tarihi,  Felsefe,  Tartışma,  Toplum

Felsefi Düşünceler: Bilim ve Hayal Gücünün Sınırları (1)

“Düşünce unsuru görevi gören fiziksel birimler, ‘isteyerek’ çoğaltılan az ya da çok net görüntülerdir ve birleştirilebilir. Geleneksel kelimeler veya işaretler bunun için ikinci aşamada zahmetli bir şekilde bulunması gerekiyor.”

Albert Einstein

 

Ortalama 70 kg ağırlığında bir insanın bedeni;

  • 56 kilo su ve 14 kilo karbondan,
  • toplam tahmini 100 trilyon hücreden (100.000.000.000.000),
  • toplam tahmini 6 oktilyon 700 septilyon atomdan oluşuyor.
    (6.700.000.000.000.000.000.000.000.000)
    Burada sadece su ve karbon atomlarını bu formüllerle hesapladım.

NHidrojen=6⋅1026⋅6kg/1kg≈4⋅1027
NOksijen = 6⋅1026⋅50kg/16kg≈2⋅1027
NKarbon = 6⋅1026⋅14kg/12kg≈0,7⋅1027

Kilo rakamlarından sonra gelen sayılardaki miktarı kim aklına sığdırabiliyor veya o miktarda herhangi bir nesneye sahip olduğunu düşünebiliyor???

Kimse, değil mi?? EVET!!!

Bundan dolayı olsa gerek ki eski Roma rakamları kurallarına göre ifade edilebilecek en yüksek sayı MMMCMXCIX = 3999 ‘du. Daha büyük sayılar için harflerin tekrarı o kadar çoğalıyor ki, sayıları okumak zorlaşıyor. Düşünün yüz bin yazmak için yüz tane M harfini yan yana yazmanız gerekiyordu.

Düşünce ve hayal sınırlarımıza vardık. Anlatacak bir şey kalmadı. Yazım burada bitti o zaman.

Hoşça kalın.

Şaka, şaka!! Daha devamı var, öyle hemen pes etmek olmaz.

Elbette bu kadar rakamları düşünmesi de hayal etmesi de zor ve gerçekten sınırlarımızı aşıyor. Bunun neden böyle olduğunu kısaca bir gözden geçirelim.

Öncelikle yukarıdaki bilgiyi okuduktan sonra 28 veya daha fazla haneli bir rakamı kavramak ve düşünebilmek için aynaya bakmamız yeterlidir. Çünkü aynada gördüğümüz yansıma o kadar çok atomdan oluşan bir insan olduğunu fark edince iş kolaylaşıyor. Şimdi beynimiz bu bilgiyi şekillendirebiliyor.

Düşüncelerimizin fabrikası olan beyin, çok yüksek bir esnekliğe sahip olmasına rağmen, bazı özelliklerinde beklenenden daha kısıtlıdır. Bilgi edinimi için beş duyu sisteminden beslenen beyin, sadece şekilsel ve nesnel bir algı imkânına sahip. Beyin’in esas ihtisası olan alan desen, şema ve şekil tanımlamak ve bulmaktır. Şekli ve şeması, yani nesnesi olmayan bilgilerde beyin kayıt etmekte zorlanıyor. Bilgi kayıt işlemi başlamadan evvel karar ve yargı merkezi gelen bilgiyi yaşam gündemine faydası açısından değerlendiriyor, düşünce merkezi ise yeni bilginin hangi mevcut bilgilerle ilişkili olduğunu belirliyor. Bu işlemlerin ardından kayıt işlemleri gerçekleşir.

Beyinin karar/yargı merkezi mevcut bilgiler bazında bilgiyi çeşitli kümelere ekliyor. Şekli ve nesnesi olmayan bilgi üniteleri daha sonra düşünce merkezlerinde kategorize ediliyor ve kümelere ekleniyor. Diğer bir deyimle, şekli nesnesi olmayan bir bilgiyi mevcut kümelere veya yeni icat ettiğimiz bir kategoriye eklerken ona düşünerek bir sanal şekil veya nesne özelliği veriyoruz. Düşünmeyi ve hayal etmeyi kısaca bu işlemlerle betimleyebiliriz.

Bu işlemi uygularken dilimizin verdiği kalıpları, yani kelimeleri kullanıyoruz. Böylece nesnesi olmayan şeylere bile – mesela aşk, his, sezi, gelecek, Tanrı, her türlü zaman birimleri ve sayılara – bir kelime veya işaret atfederek beden, kütle ve maddi/nesnel varlık veriyoruz.

Aynı anda ama bilim ve hayal gücümüzün organik, anatomik sınırını da keşfetmiş oluyoruz. Şekil olmazsa beyin ne kayıt edebiliyor ne de düşünebiliyor.

Düşünmenin “özü” sorunu, iç gözlemin sınırlarına götürür. Düşünceleri formüle ettiğimiz ve onları düzeltmeye çalıştığımız terimler zaten gözlenen şeyi önceden yapılandıran zihnin araçları iken, beyinle birlikte beyin hakkında nasıl düşünebiliriz?

Filozof ve medya bilimcisi Rudolf Arnheim, düşüncenin her şeyden önce “açık düşünme”, yani canlı, somut ve görsele dayalı, olduğunu söylüyor. Kelimeler veya kavramlar, yalnızca bir dil kültürünün alışılmış bir şekilde algısal imgeler düzenlemeye çalıştığı sembolik biçimlerden türetilmiştir. Arnheim gibi düşünürler, yazma kültürünün çocuklarıdır – kelimeleri yalnızca yazılı sözcükler olarak bilirler ve dili düşündüklerinde, akıllarında sesli lisanların ses sembollerini değil, yazı dillerini göz önünde tutarlar.

Nizamettin Karadaş

Yazımın 2️⃣. bölümünü burada okuyabilirsiniz
Yazımın 3️⃣. bölümünü burada okuyabilirsiniz

Kaynak: “Sprache Denken Mythen”, Klaus Wolschner
http://www.medien-gesellschaft.de/html/sprache_denken.html

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!