Bilim,  Fizik,  Tartışma

Einstein’ın Evrene Bakışı

Bu yazımız da bilimin bitti artık dendiği bir anda, Albert Einstein’ın büyük bir devrim ile bilimi nasıl tekrar canlandırdığını anlatmaya çalışacağım.

Yale Üniversitesi’ni belki biliyorsunuz. Bu üniversitede, Gibbs diye bir bilim adamı vardı. Bu bilim adamı termodinamiğin yalnızca buhar makinesi gibi büyük ve gürültülü icatların üretimi ölçeğinde, ısı ve enerji için geçerli olmadığını, kimyasal reaksiyonlarda da atomik düzeyde mevcut ve etkili olduğunu göstermek.

Mühendislik alanında termodinamik kanunları, elbet önemli bir yer tutar. Termodinamiğin kanunları evrenin son kanunları olabilir miydi ?

Elbette, olamaz diyeceksiniz. Ama o dönemde bir sürü insan termodinamik kanunların keşfi ile artık keşfedilecek bir şeyin olmadığını düşündüler. Hatta, sadece sıradan insanlar değil dönemin bazı bilim adamları dahi buna katılanlar oldu.

Ancak, Plank bu algıyı yıktı. Plank, 1900 yıllarında yeni bir  kuram açıkladı .

Bu kuram hepimizin bildiği “Kuantum Kuramı” oldu. Bu kuramı kısaca ifade etmek gerekirse, bu kurama göre enerji sürekli akan bir şey olmadığını ve Plank’ın kuantum adını verdiği enerjinin kuantumların ayrı paketler halinde olduğunu belirtmiştir.

Kısa vadede, ışığın ille de dalga olması gerekmediğini göstererek Michelson- Morley deneyleriyle ortaya çıkan bulmacanın çözümüne yardımcı olacaktı.

Peki, Albert Einstein ne yapıyordu oturup uyuyormuydu.

Kesinlikle hayır, o sırada Albert Einstein beş tane bildiri yayınladı. Bu beş bildiri arasında üç tanesi fizik alanındaydı. Bu üç bildiri fizik bilimine yeni bir boyut kazandırdı işte o bildiriler.

  • Birinci bildiri de Plank’ın kuantum kuramı yardımı ile fotoelektrik olayını inceliyor.
  • Asıltı durumunda ki küçük parçacıkların Brown hareketini inceliyor. Yani parçacıkların davranışlarını.
  • Özel bir görelilik kuramını ana hatları ile inceliyor.

Bu üç bildiride neler değişti peki:

Birincisi, Albert Einsteine Nobel ödülü kazandırdı.

İkincisi, atomların varlığı kesin bir şekilde kanıtlandı.

Üçüncüsü ise, Dünyayı değiştirdi.

Albert Einstein, devrim niteliğinde olan E=mc^2 förmülünü keşfetti. Bunun anlamı şuydu;

Enerji serbest bırakılmış maddedir, madde ise dışarı çıkmayı bekleyen bir enerjidir.

Kendinizi aşırı cüsseli hissetmeyebilirsiniz, ama eğer ortalama irilikte bir yetişkinseniz o naçizane bedeniniz içinde barındırdığınız enerji 7 x 1018 jul potansiyel enerjiden daha az olmayacaktır.

Onu nasıl serbest bırakacağınızı bilmeniz ve bunun bir anlamı olacağına yürekten inanmanız kaydıyla, otuz tane çok büyük hidrojen bombası kuvvetiyle patlamanıza yetecek bir miktardır bu.

Özel görelilik kuramı ışık hızın sabit ve üstün olduğunu gösteriyordu. Hiçbir hız ışık hızına yetişemezdi.

Tabi bu kuram kendi dönemine muaazam bir birşeydir. İlerde insanların ışık hızında seyehat etmeyeceğinin bir garantisi yok. İşin ilginç tarafı insan bedensel olarak bir kütleye sahip bu kütleyi ışık hızında hareket edersek enerji olurlar.

Bertrand Russell, The ABC of Relativity (Rölativitenin Alfabesi) adlı yapıtında okuyucudan, ışık hızının yüzde 60’ına denk bir hızla yol alan, yüz metre uzunluğunda bir tren düşünmesini istiyordu: Peronda dikilip trenin geçişini seyreden birine, tren yalnızca seksen metre uzunluğundaymış gibi görünür ve üzerindeki her şey aynı oranda kısalıp  sıkışırdı. Trendeki yolcuların konuşmalarını işitebilseydik; sesler kulağımıza kalın ve ağır gelirdi: tıpkı çok yavaş çalınan bir plak gibi. Hareketleri de gözümüze aynı şekilde ağır gözükürdü. Trendeki saatler bile, normal hızlarının  yalnızca beşte dördü hızla işler gibi görünürdü. Gel gelelim, trendeki insanlar bu distorsiyonları hiç hissetmezlerdi. (İşin can alıcı noktası da işte buydu.) Onlara göre, trendeki her şey gayet normal gözükürdü. Onlara sorarsanız, tuhafça sıkıştırılmış ve yavaşlamış görünen tek şey peronda duran bizler olurduk. Gördüğünüz gibi, her şey hareket eden cisme göre hangi konumda bulunduğunuzla alakalıydı.

Uzay-zaman genellikle şöyle açıklanır: Üzerine ağır ve yuvarlak bir nesne, mesela demir bir top konulmuş, yassı ama esnek bir madde, mesela bir şilte ya da gerilmiş lastikten bir çarşaf düşünün. Demir topun ağırlığı, üstünde durduğu maddeyi esnetir ve hafifçe çökertip çukurlaştırır. Bu durum, kaba bir kıyaslamayla, Güneş (demir top) gibi büyük kütleli bir cismin uzay-zaman (esnek madde) üzerindeki etkisine benzetilebilir: Esnetir, büker ve çarpıtır. Lastik çarşafın üstüne, bu sefer daha küçük bir top yuvarlayacak olursanız, top Newton’ın hareket yasalarına uygun olarak düz bir çizgi     doğrultusunda ilerlemeye çalışır, ama büyük kütleli cismin çöküp çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca, kendisinden daha kütleli olan cisme doğru mecburen çekilip, aşağıya yuvarlanır. İşte bu, kütle çekimdir: uzay-zamandaki eğrilmenin bir sonucu. Kütlesi olan her nesne, kozmos kumaşı üstünde küçük bir  çöküntü yaratır. Dolayısıyla evren, Dennis Overbye’ın ifadesiyle, “çöküp çukurlaşan en büyük  şilte”dir. Kütle çekimi, bu açıdan bakıldığında çok önemli bir sonuç olmaktan çıkar. Fizikçi Michio Kaku’nun sözleriyle, “bir ‘kuvvet’ değil, uzay-zamandaki çarpılmanın bir yan ürünüdür.” Kaku şöyle devam eder: “Bir bakıma, kütle çekimi diye bir şey yoktur; gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren şey, uzayın ve zamanın, distorsiyona uğramasıdır.” Günümüzde, astronomlar görülebilir evrende belki 140 milyar galaksi bulunduğuna inanıyorlar. Evren tüm istikametlerde hızla ve aynı ölçüde genişlemekteydi. Evren, herkesçe her zaman varsayıldığı gibi kararlı, sabit, öncesiz-sonrasız bir boşluk olmaktan çıkmıştı artık. Başlangıcı olan bir evrendi. Öyleyse, sonu da olabilirdi. Bağlantıları kurup kendi “Patlama Kuramı”nı oluşturmak, Georges Lemaitre adında (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde doktora yapmış) Belçikalı bir papaz-alime nasip oldu. Kuram, evrenin başlangıçta geometrik bir nokta olduğunu ve bu ilk  “süper-atom”un muhteşem bir patlamayla yayılmaya başlayıp, o gün bugündür genişlemeye devam ettiğini  ileri sürüyordu. Modern Büyük Patlama kavramını gayet açıkça öngören bir fikirdi bu, ama çağının o kadar ilerisindeydi ki.

Albert Einstein ve birçok fizikçi evrenin daha anlaşılmadığını, belkide evrenin çok küçük bir kısmının anlaşıldığının kanaatindeyim.

Bilim evrenin dinamik durumunu incelerken, buna göre strateji geliştirip evrene hükmetme gibi bir amaçlarının olduğunu düşünmüyorum. Evren, o kadar büyük ve muazzam bir yapıda ki biz evrende atom değil atom altı parçacıklar halindeyiz.

Siz de fikrinizi söyleyin!