Deneme,  Edebiyat,  Kitaplar,  Toplum

Deli İbram Divanı: Modern çağ destanı

Romanı bitireli yarım saat olmadı, hemen yazmak istedim. “Uzun zamandır böylesini okumamıştım” desem yalan olmaz. Sadece bir roman değil, modern çağ masalı ya da destanı… Aslında okurları Ahmet Büke’yi öykü yazarı olarak tanır, ancak bir sohbetinde “Kendimi öykücü ya da roman yazarı olarak görmüyorum. Ben aslen hikâye anlatıcısıyım. Yani dedemin, ninemin, babamın sözle yaptığını ben onların daha moderni olarak yazılı edebiyatla yapıyorum” dediğini anımsayınca her şey yerli yerine oturuyor.

“Deli İbram Divanı” ilk sayfalarda okuru içine çekiyor. Önceleri farklı mekânlarda, farklı kişilerle başlasa da romanın gelişme bölümünde aralarındaki ilişkileri kavrayabiliyorsunuz, sonuna doğru bütün taşlar yerine oturuyor. “Bu konu da nereden çıktı?” denecek bir şey kalmıyor. Kahramanlar, olaylar, yaşanmışlıklar son derece ustaca ve gerektiği zaman, gerektiği yerde bir araya geliyor. Bazı satırları okurken büyüsüne kapılmamak elde değil, örneğin:

“Küçük bir yer yatağı serer, iki minder atar, yan yana yatırırdı bunları. Sema daha büyük olmasına rağmen mızmızlanır, uyumak istemez annesinin onu ayağında sallamasını isterdi. Her gün Sema böyle uyurdu. Bir kez bile Leyla’ya ‘Kızım seni de sallayayım’ dememişti. Ona analık etmişti tek tokadını yememişti. Sema ne yiyorsa ona da yedirmişti, sokaktan dizleri yaralı ağlayarak geldiğinde sümüklü burnunu temizleyip yüzünü yıkamıştı ama bir defa bile olsun onu sallamamıştı… Anasızlık kuyunun dibinden sessiz dünyanın gürültüsünü dinlemekti.”

“Zaman kesindir geri döndürülemez, tamir edilemez, her şeyden ve herkesten bağımsız halde sadece kendinde bir akışla dünyaya açar kendini. İzmir de zamanın mendereslerinde dolaştı durdu onca yıl. Yaz yağmuru kış yağmuru bambaşkaydı yaşayanlar için elbette. Onun dışında mesela soğuk bir Zemheri günü ihtiyar Basmane Garı sadece kanatlarını değil gözlerini de iri iri açarak avlusunu dolduran kalabalığa, ağırlaşan kadınlara, şaşkın halde burunlarını çeken bebelere, ihtiyarlara gençlere bakakaldı. Memleketin tütün tarlalarından vira demir eden ırgatlarından ayrılan toprakla denizin esmer ve muhacir sarısı çocukları açık vagon pencerelerinden sarkarak dünyanın bir ucuna, Kore’ye uğurlandılar.”

Roman yazarın hayalindeki Köstence adasında başlıyor. Tarih belirtilmemiş, ama olaylara bakınca 1940’ların ikinci yarısı ile 1950’lerde geçtiği anlaşılıyor. Köyde yaşanan yoksulluğa tanık olmak hiç kolay değil. İnsanın içini acıtan, son derece gerçekçi ama masalsı bir dille anlatılmış yaşananlar. Bu satırları okurken bir an aklıma Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” romanı geldi. Okuduğum yıllarda “Böyle bir yoksulluk olabilir mi?” diye çok düşünmüştüm. Deli İbram Divanı’nı okurken o günlere döndüm. Aslında anlatılanlar birbirine yakın dönemler. Anlamak, yaşandığını düşünmek ne denli zor gelse de insan, “Demek gerçekten böyleymiş” diye düşünüyor. Bu konuda şu paragraf beni çok etkiledi:

“İlaçları balıkçıya içirdiler, gözünü açtıkça azar azar kavurmayı yedirdiler. Kavurmanın yağına ekmek doğrayıp kalanlar için katık ettiler. Kızlar ağızlarına yaylan tadın hoşluğuyla durmadan gülümsüyordu. Osman birkaç parça olsun et için arasına yalvardı, olmadı, onun hakkını kızlara vereydi ya. Ama anası ‘Babanız ölürse hepimiz ölürüz’ diyerek kestirip attı.”

Romanın ana kahramanı balıkçının oğlu Osman. Hemen her yaş dönemine tanık oluyoruz. Çocukluğunun geçtiği Köstence’de, Gençliğini yaşadığı İzmir’de, askerliğinde ve son olarak yine aşina yerlerde… Romanların akışı, özellikle sonları üzerine konuşmayı uygun bulmam. İsterim ki okuyucu merakla okusun, sonunu heyecanla beklesin.

Asıl şaşırdığım konulardan biri yazarın balıkçılığa son derece hâkim olması. Balıkçıların yaşamını, avlanmanın ayrıntılarını okuyucuya aktarması çok değerli. Kendisi bu konu için denizcilerin yazdığı gezi kitaplarına ve daha teknik kitapları okuduğunu, birebir denizle iç içe yaşadığını hatta dalgıçlık öğrendiğini söylüyor. Yelkenci arkadaşlarından dümen tutmayı ve yelken basmayı öğrendiğini, gönüllü tayfalık yapmaktan da çok hoşlandığını ekliyor.

İnsanların bazı yazılmamış kutsalları vardır. Köylerde geyik avlanması hiç uygun karşılanmaz. Bunun gibi leyleklerin ve yunusların öldürülmeleri de yazılı olmayan toplum kurallarıdır. Biz bu romanda yunus üzerine yazılanları okurken bu kuralların ne denli yerinde olduğunu anlıyoruz. “Ben de gittim bir geyiğin avına/ Geyik aldı gitti beni, kendi dağına/ Tövbeler tövbesi geyik avına” türküsünü dinlerken nasıl içim acıdıysa romanı okurken çoğu yerde aynı şekilde içim acıdı. Belki bir ölçüde masum duygularla, sadece yaşamını sürdürmek için az sayıda ve özellikle saygı duyulabilecek yöntemlerle avlanılmasını anlamak mümkün de salt ticaret için kitlesel katliam şekline dönünce anlaşılır bir şey değil. Romanın ana kurgusu da bu konuda.

Mutlaka okunmalı diye düşünüyorum ve sevgili Ahmet Büke’yi yürekten kutluyorum.

Not: Fotoğraf Litare Edebiyat’tan alıntı.

Siz de fikrinizi söyleyin!