Bilim,  Bilim Haberleri,  Kimya,  Psikoloji,  Sosyoloji,  Tartışma,  Toplum

Bir Yorum Teşebbüsünden sonra: Genetik Yatkınlık Hakkında Bazı Temel Bilgiler

Genetik ve ruh: Genlerin önemi abartılmamalı

Genetik etkilerin keşfi, ruh hastalıklarının anlayışını değiştirdi. Daha fazla araştırmalar, belirli tedavilerin temellerini atacaktır.[1]

Son yıllarda, genetik araştırmalar ruhsal hastalıklar anlayışımızda devrim yarattı. Daha önce sadece teorik olarak açıklanan birçok fenomenin biyolojik temelleri keşfedildi. Örneğin, erken çocukluk deneyimlerinin biçimlendirici etkisi gösterilebildi. Hayvan deneyleri, örneğin yetersiz bakım veya ilişki bağı olandan ayrılmanın neden olduğu stresin hormonal sistem ve dolayısıyla nöronal bağlantıların gelişimi üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğunu göstermiştir.

“Genlerin gücü” efsanesi
“Genlerin gücü” ile ilgili çeşitli efsaneler ve yanlış kanılar dolaşımdadır. Genellikle yanlışlıkla tek bir anormal genin bir hastalıktan sorumlu olduğu varsayılır. Aslında, ekseriyette bunun için çok sayıda gen belirleyicidir. Bir gen aslında iyi değildir. “Gen bir yandan ruh hastalığı için bir risk unsuru olabilir, diğer yandan da koruyucu etkinliği olabilir”, diyor Würzburg Psikoterapi ve Tıbbi Psikoloji Enstitüsü’nden Prof.Dr. Dr. Hermann Faller. Ek olarak, genler aslen hastalıkları tetiklemez. Onlar sadece bir eğilimdir, yani hastalık riski artar, ancak hastalığın mutlaka patlak vermesi gerekmez. Çevresel etkiler genellikle bir hastalığın beklemesi veya salgını için belirleyicidir. Sayılar göz alıcı olmasına rağmen, bir rahatsızlığın ırsiliği için sabit bir değer yoktur. Örneğin, bir tek yumurta ikizinin diğer hastalanmış ikiz kardeşiyle aynı hastalığı geçirme olasılığı kesin olarak belirlenemez. Daha ziyade, bilgi, üzerinde araştırma yapılan popülasyonla ilgilidir. Bazen değerler kültürel etkiler nedeniyle de değişiyor. Bu nedenle bunlar, yalnızca münferit durumlarda kaba bir kılavuz olarak kullanılabilen yaklaşık değerlerdir. Çevre ve genler arasındaki etkileşim hakkında kısmen çok az şey bilinmektedir. Bununla birlikte, genlerin ve çevrenin birbirini güçlendirebileceğinin veya engelleyebileceğinin bilincinde olmak gerekir. Bu nedenle, genetik yatkınlığın bilinmesi, bireysel vakayı değerlendirebilmek için yeterli değildir. Ayrıca hastanın nasıl yaşadığı ve neler yaşadığı her zaman bilinmelidir.

Diğer bir efsane, kalıtım yüksekse, çevresel müdahalelerin yararsız olduğu varsayımıdır. Bu tür müdahalelerin etkinliği, kalıtım düzeyine değil, yalnızca bir genin etki şekline bağlıdır. Belirli bir diyet bile, bir genin tesir seviyesinin düşürülmesine yol açabilir. Hastalık genlerinin tanımlanmasıyla, etkili tedaviler için çabuk umut bağlanır. Buna genin yok edilmesi dâhildir. Ancak bu pratikte pek uygulanamaz.

Ruh hastalığının genetik bileşenlerini incelemek için çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Fenotipik genetiğin iki yaygın yöntemi ikiz ve evlat edilmişler çalışmalarıdır. Kardeşlerde ve aile üyelerinde paylaşılan genlerin ve paylaşılan veya paylaşılmayan ortamın etkisini belirlemeyi mümkün kılar. Genetik olarak özdeş veya benzer akrabalarda bir hastalığın ailesel birikimi, genetik bir etkinin kanıtı olarak kabul edilir.

Genetik faktörleri açıklığa kavuşturmak için moleküler genetik yöntemler, özellikle eşleştirme ve ilişkilendirme çalışmaları da kullanılmaktadır. Ruh hastalığının ortaya çıkmasıyla ilişkili belirli genleri veya gen kümelerini bulmayı amaçlanır. Eşleştirme analizleri ile, hastalık geninin genom üzerindeki konumu belirlenmeye çalışılır. Bunun için, iki genin bazen tesadüf üstü sıklıkla beraber miras alınması fenomeni kullanılır. Bir genin (işaretleyici gen) konumu biliniyorsa, diğer genin (hastalık geninin) daha önce bilinmeyen konumu hakkında bilgi sağlanabilir. İlişkilendirme çalışmalarında, bir hastalıktan onun oluşumuna katılan genlerle ilgili sonuçlar çıkarılır. İlişkilendirme, bir hastalığın genellikle akraba olmayan popülasyonda herkeste müşterek bulunan belirli bir gen bölümü (DNA dizisi varyantı) ile birlikte meydana geldiği anlamına gelir. DNA dizisi varyantı, hastalıkla ilgili olabilir ama olması mecburi değildir.

Bipolar Bozukluklar: Akrabalar İçin Artan Risk
Bu yöntemler sayesinde artık hemen hemen tüm ruhsal hastalıklarının, genetik bir temele sahip olduğu bilinmektedir, örneğin duygu durum bozuklukları gibi. Aile çalışmaları, bipolar afektif bozukluğu olan hastaların birinci derece akrabalarının da hastalığa yakalanma riskinin belirgin ölçüde arttığını göstermektedir. Tek yumurta ikizlerinde bu risk yüzde 40 ila 70, diğer akrabalarda ise yüzde 5 ila 10’dur.  Bonn’daki Psikiyatri ve Psikoterapi Kliniği ve Polikliniğinden Marcella Rietschel göre: “Farklı güçlere sahip birkaç gen, hastalığın oluşumuna katkıda bulunuyor”. Unipolar hastaların birinci derece yakınları için risk en az yüzde 15 artmaktadır.

Anksiyete bozukluklarının oluşumuna da genetik unsurlar katılıyor. Panik bozukluğunun gelişimi üzerindeki etkileri yüzde 35 ila 48 olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca fobiler, travma sonrası stres bozukluğu ve genelleştirilmiş anksiyete bozukluğu da ailelerde daha sık görülmektedir. Şimdiye kadar yapılan çalışmalar, doğası hala büyük ölçüde belirsiz olan genetik faktörlerin açık, ancak yalnızca orta derecede belirgin bir etkisini göstermektedir. Münster Üniversitesi Psikiyatri ve Psikoterapi Kliniği ve Polikliniğinden Doç. Dr. Jürgen Deckert ve Katharina Domschke “Şimdiye kadar, spesifik konumların veya genlerin hastalığın oluşumundaki rolü hakkında yalnızca sınırlı beyanlar mümkün” olduğunu vurguladılar.

Obsesif kompulsif bozukluğun ailesel sıklığı ve kalıtımına ilişkin yalnızca seyrek bulgular vardır. Bonn Üniversitesi’nden Prof.Dr. Wolfgang Maier “Bir genetik etki varsayılabilir, ancak obsesifliklerde bu tesir diğer ruh bozukluklarına nispeten daha az” olduğunu vurguluyor. Şizofreni özellikle ailelerde yaygındır ve bu nedenle de kanıtlanmış bir genetik bileşene sahiptir. Şizofreni hastası kardeşlerin veya ebeveynlerin akrabalarının da hastalığa yakalanma olasılığı tek yumurta ikizleri için yüzde 46, dizigotik ikizler için yüzde 14, kardeşler için yüzde 13 ve hasta çocukları için yüzde 12’dir. Öte yandan genel popülasyonda hastalık riski yüzde birdir. Kalıtım belirsizdir. Şizofreniden sorumlu olabilecek genler henüz kesin bir şekilde tanımlanmamıştır.

Alkol bağımlılığı ailelerde nispeten daha sık görülür. “Birinci dereceden alkol bağımlılarının akrabalarının hasta olma olasılığı, genel nüfustan üç ila dört kat daha fazla” diyor Bonn’daki psikiyatri ve psikoterapi kliniğinde ve polikliniğinde başhekim olan Dr. med. Petra Franke. Monozigot ikizlerin riski on kat yüksektir. Alkol bağımlılığının ailesel geçişinin poligenetik bir olay olduğu kesin kabul edilmektedir. Bu arada, açıkça tanımlanmış dört gen konumu tanımlanmıştır. Taklit ve ev ortamı da bir rol oynar. Genetik ve çevresel faktörlerin kabaca eşdeğer olduğu düşünülmektedir. Uyuşturucu veya nikotin bağımlılığı gibi diğer bağımlılık türleri de genetik ilkelere dayanıyor gibi görünüyor. Örneğin, ikiz çalışmalar, uyuşturucu kullanımına karşı aile tarafından paylaşılan bir savunmasızlığın varlığını göstermektedir. Eroin bağımlılığında genetik etki en güçlüdür, ancak esrar tüketimi durumunda aile ve çevre genetik faktörden daha önemlidir.

Çevresel faktörlerin etkisi önemli olmaya devam ediyor
Genetik etkilerin keşfi, akıl hastalığı anlayışını değiştirdi. Daha fazla araştırma, belirli tedaviler için temel oluşturacaktır. Bununla birlikte, genlerin önemi fazla abartılmamalıdır. Şimdiye kadar, genetik araştırmalar nadiren genlerin yüzde 50’sinden daha yüksek bir etki oranını gösterebildi. Bu, çevresel faktörlerin etkisinin önemli kaldığı anlamına gelir. Çevrenin etkisi ve kalıtım hakkında süregelen tartışma bu nedenle gereksiz değildir, ancak gelecekte giderek farklılaşan bir şekilde yürütülebilir.

Literatür:

  1. Berger M: Psychische Erkrankungen. 2. Auflage. München: Urban & Fischer 2004.
  2. Beutel ME: Neurowissenschaften und Psychotherapie. Psychotherapeut 2002; 1: 47: 1–10.
  3. Faller H: Verhaltensgenetik. Psychotherapeut 2003; 2: 48: 80–92.
  4. Köhler T: Biologische Grundlagen psychischer Störungen. Stuttgart: Thieme 1999.
  5. Psychoneuro 2003; 29 (4).

*****

Değerli okurlar, yukarıdaki yazıda altını çizdiğim kısımları birkaç kelime ekleyerek bir veya 2 anlamlı cümleye tamamlayabilirsiniz. Bu şekilde her paragraf için verimli özetler geliştirmek mümkündür. Bu işlem, okurken edindiğiniz yeni bilgileri anlamayı ve uzun süre belleğinizde tutmayı, size ve beyninize kolaylaştıracaktır. Bütün paragrafın veya sayfanın altını çizmek ise tam tersine etki yapar. O altı çizilmiş kırıntıları bir cümleye tamamlamak çabası ile konuyu anlama sürecini tamamlıyorsunuz, bir anlam iskeleti oluşturuyorsunuz ve bilgi artık sizin bilginiz olmaya başlıyor. Bu iskeletin içindeki boşlukları doldurmayı, yani yazıdaki detayları hatırlamayı, büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Bu da beyine kolaylık sağlıyor, çünkü o da artık verileri hangi kategorilere ekleyeceğini ve nelerle ilişkilendireceğini kesinleştiriyor.

Son yayınlanan “Bir Yorum Teşebbüsü” yazımda, size “genetik yatkınlık” ile evrim kuralları arasında aklımdan geçen mantık çelişkilerinden bahsetmiştim ve bu çelişkileri çözmek amacı ile bir beyin fırtınasında yorumlar yaptım. Bu çelişkileri çözebilmek ve yorumlarımı doğrulamak için üstteki yazıdan neler alabildim?

  • En azından ruh hastalıkları için genlerin öneminin abartılmaması gerektiğini;
  • Hastalık için tek bir anormal genin sorumlu olmadığını, aslında çok sayıda genin belirleyici olduğunu;
  • Gen bir yandan ruh hastalığı için bir risk unsuru, diğer yandan da koruyucu etkinliği olabileceğini;
  • Genlerin aslen hastalıkları tetiklemediğini;
  • Bu genlere sahip olsak da hastalığın mutlaka patlak vermesi gerekmeyeceğini;
  • Çevresel etkiler genellikle bir hastalığın beklemesi veya salgını için belirleyici olduğunu;
  • Sayılar göz alıcı olmasına rağmen, bir rahatsızlığın ırsi olarak tanımlanması için sabit bir değer olmamasını;
  • Hastaların ekseriyetinde aynı veya benzer genlerin varlığı, o genlerin hastalık etkeni olduğu anlamına gelmediğini (Örnek: her mavi gözlü insanda, mavi gözler için sorumlu genler var. Ama mavi gözlülerin hepsi aynı hastalıklardan muzdarip değiller.);
  • Genlerin ve çevrenin birbirini güçlendirebileceğini veya engelleyebileceğini;
  • Genetik etkenlerin çeşitli ruh hastalıklarını hangi oranda ortaya çıkardığını
  • Ve kavramaları elde etmek için araştırmalarda hangi yöntemlerin uygulandığını

öğrendim.

Bu bilgiler ile yorumlarımdaki varsayımlarım göreceleşti. Yani konuya yaklaşabilmek için yeni perspektifler, bakış açıları edindim. Bunlar söz ettiğim çelişkileri yeniden değerlendirmeme faydalı olacaktır, ama biraz daha ek bilgiye ihtiyacım var.

*****

Bu yazı 2004’te yazılmış ve sadece ruh hastalıkları için genetik yatkınlık konusunu işliyor. Yani 17 sene evvelin bilgi birikimini aktarıyor. Buna rağmen genetik yatkınlık konusu ile tanışmak ve bazı temel bilgileri edinmek için uygundur. O zamanda da hastalıkların genetik etkenlerini araştıran bilim kolu kabul edilmiş olsa bile, fark ettiyseniz yorum ve bilgileri aktarılan uzmanlar henüz çekimser veya tedirgin tanımlamalarda bulunuyorlar.

Bu tedirginlik ve çekimserlik bugüne kadar geçen sürede neredeyse tamamen yok edildi. Binlerce araştırmalarda bir o kadar hastalık için genetik etkenler arandı, bulundu, genler konumlandırıldı ve ilişkilendirildi. Daha da ileri giderek, bazı hastalıklar için gen tedavileri geliştirildi. Gen tedavileri henüz “yeni” olduğu için çekimser veya tedirgin tutum tekrar gündeme geldi.

En önemlisi, bu arada 2012 de Emmanuelle Charpentier ve Jennifer Doudna tarafından CRISPR/Cas-Metodu[2] geliştirildi. Bu yöntemin güncel sürümü CRISPR/Cas9. Bu iki bilim kadınına 2020 de Kimya Nobel Ödülü verildi. CRISPR/Cas9 Metodu popüler, yani bilim insanı olmayanlara yönelik anlatımlarda “gen makası” olarak betimleniyor. Konuyu irdelerseniz bu betimlemenin yetersiz olduğunu görebilirsiniz. Yine de “makas” betimine sadık kalmak gerekir ise, CRISPR/Cas9 Metodu’na “gen terzi atölyesi” diyebilir ve onun geniş kapsamlı işlevlerini daha isabetli ima etmiş oluruz.

CRISPR/Cas9 Metodu ile herhangi bir (bitkisel veya hayvansal) genden istediğiniz bir bölüm “kesilebilir” ve yerine başka bir bölüm “dikilebilir. CRISPR/Cas9 Metodu’nun bilimsel ve yine de anlaşılır açıklamışını alttaki bilgi karesinde okuyabilirsiniz.

Thomas Splettstoesser (www.scistyle.com), CC BY-SA 4.0 <https://creativecommons.org/licenses/by-sa/4.0>, via Wikimedia Commons

CRISPR-Cas9 sistemi, DNA’da değişiklik (mutasyon) yaratan iki önemli molekülden oluşur:

Cas9 adlı bir enzim: Genomun belirli yerlerinden iki DNA iplikçiğini kesebilen “moleküler bir makas” görevi görür. Böylece DNA parçaları eklenebilir veya çıkarılabilir.

Rehber RNA denilen bir RNA parçası (İng. guide RNA – gRNA): Daha uzun bir RNA iskeletin içindeki, önceden tasarlanmış küçük (yaklaşık 20 bazlık) bir RNA diziliminden oluşur. Uzun RNA iskeleti DNA’ya bağlanır ve önceden tasarlanmış dizilim Cas9’un genomun doğru noktasına gitmesine rehberlik eder. Böylece Cas9 enzimi doğru yerleri keser.

CRISPR-Cas9 teknolojisinde, genomdaki hedef DNA diziliminin bütünleyici RNA bazlarına sahip Rehber RNA, DNA’daki belirli bir dizilimi bulup bağlanmak için tasarlanır. Cas9 adlı enzim ise rehber RNA’yı izleyerek, DNA’da ilgili yere gider ve DNA’nın iki iplikçiğinde de kesik oluşturur. Bu aşamada hücre, DNA’nın hasar gördüğünü fark eder ve onarmaya çalışır. Bilimciler DNA onarım mekanizmasını kullanarak, ilgilendikleri hücrenin bir ya da birden fazla geninde değişiklik yapabilirler.[3]

Von Guido4 – Eigenes Werk, CC BY-SA 4.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=63789050

Hazırladığım ve yakın zamanda yayınlamak istediğim bir yazı dizisinde hastalıklarda “genetik yatkınlık” konusunu ve genlerimizin hayatımızdaki işlev ve etkilerini sizlere farklı açılardan sunacağım.

Konuya merakınız, ilginiz ve sabırla okumanız için size teşekkür ederim.

Saygılarımla

Nizamettin Karadaş

Kaynaklar:

[1] Genetik und Psyche: Bedeutung der Gene nicht überschätzen başlıklı yazının Türkçe çevirisi; “Ärzteblatt” ( = Tabiplersayfası) Dergisi Şubat 2004, Sayfa 71, Dr. phil. Marion Sonnenmoser

[2] CRISPR-CAS9 Nedir? ,T.C. Üsküdar Üniversitesi: “CRISPR’ın açılımı “Clustered Regularly Interspaced Palindromic Repeats”. Tanımın Türkçe’de henüz net bir çevirisi olmamakla birlikte “Düzenli Aralıklı Palindromik Tekrar Kümeleri” şeklinde çevirmek mümkün.”

[3] CRISPR-CAS9 Nedir? ,T.C. Üsküdar Üniversitesi

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

2 Yorum

  • HayatiSarnık

    Nizamettincan çok beğenip merak ettiğim bir konuyu işlemişsiniz. Anne sülalemde şeker hastalığı çok yaygın. Baba sülalemde de kalp ve damar tıkanıklığı. Abim de : Şeker ve aşırı varis var. Kardeşimde de şeker, yüksek derece de. Bende 2012 de Stent taktırdım, toplar damarıma. Aileler den geçen hastalıklar. Yaşam ve beslenme alışkanlıkları da etkenmi dir diye düşünüyorum. Saygılar.. Kalemine sağlık.

    • kpaxn

      Sayın Hayatî bey, teşekkür ederim .
      Gerçekten yaşam ve beslenme şartları ve daha nice dış etkenler saydığınız hastalıkları büyük bir olasılıkla tetikliyor. Aileden kalma, genelde “uykuda bekleyen”, genetik bozukluklar, olumsuz yaşam şartlarından “uyandırılıyor”. Ve böylece hastalıklar ortaya çıkıyor. Tedavilerin bir kısmında hayat şartlarını değiştirmek, hem iyilestiriyor hem de söz konusu genleri tekrar “uyutuyor”. Ancak bu ilaçla tedavi etmekten çok daha zor ve uzun sürebiliyor. Zira bu hastadan büyük bir uğraş ve disiplin gerektiriyor. Hepimiz için edindiğimiz alışkanlıklardan arınmak çok zor oluyor. Yani tedavinin başarı unsuru hastanın elinde, doktorun değil.
      Saygılarımla

Siz de fikrinizi söyleyin!