Felsefe,  Siyaset,  Sosyoloji,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Bakunin Eleştirisi

Devrime dair fikirleri Marksist düşünceyi benimseyenler tarafından hararetle savunulmaya devam eden Marx’ın, öngördüğü ‘Proletarya Devrimi’  ölümünden yaklaşık 34 yıl sonra gerçekleşebilmiştir. Ancak, bu devrimin Rusya’da yaşanması ve başarıya ulaşması Marx’ın hiç beklemediği bir gelişme olmuştur. Çünkü Rusya, söz konusu dönemde endüstrileşmede Avrupa’nın çok gerisinde olan ve ezici çoğunluğu tarım ile ilgilenen bir ülke görüntüsüne sahipti.

Oysa Marx, devrimin önce yeterli proletaryaya sahip Britanya ve Almanya gibi en fazla sanayileşmiş kapitalist ülkelerde baş göstereceğine inanmaktaydı. Elbette Rusya’da, ülkenin sosyalizme geçmeden önce kapitalizmden geçmesi gerektiği şeklindeki bu Marksist görüşü savunanlar da bulunuyordu; bunlara göre henüz yeterince sanayileşmemiş bir tarım ülkesi olan Rusya’da, ilk olarak yapılması gereken kapitalizmi geliştirmek olmalıydı. Rusya’da devrimi gerçekleştirenler ise, sosyalizme tedrici geçişi savunan bu ve benzeri Marksist ekollerin görüşlerini kabul etmeyen Lenin önderliğindeki gruptu.

Lenin, parlamenter burjuva demokrasisi uygulamasının bulunmadığı ve kapitalizmin ileri düzeye ulaşmadığı bir ülkede de devrimin başlayabileceğine inanıyordu. Rusya’da devrim arzulayan Marksist ekoller içerisinden Lenin’in, söz konusu görüşlerini benimseyenler çoğunluğu (Bolşevikler) oluşturmaktaydı.

Devrimin işçilerin en büyük sınıf olduğu en ileri ülkelerde yaşanacağına ilişkin Marx’a ait öngörüyü bir kenara bırakan Lenin, bu gerekli değil demekteydi.

Lenin’in savına göre, zayıf toplumları sömüren emperyalist ülkeler daha yüksek ücretler vererek işçi sınıfını susturduğundan Rusya gibi kapitalizmin zayıf halkası olan ülkelerde devrim çok daha kolay gerçekleşebilirdi. Marx’ın, köylülerin asla devrimci olamayacağı görüşünü de kabul etmeyen Lenin, belli şartlar ve liderlik altında bu kesime devrimci ruh verilebileceğini söylemekteydi. Bu ruhu kazanmaları halinde, köylülerin küçük işçi sınıfı ile birleşerek muazzam bir devrimci güç oluşturabilmeleri mümkündü.

1917 yılında yaşanan ve Çarlık rejiminin yıkılmasına yol açan Bolşevik devrimine destek veren kesimlerden bir tanesinin de köylüler olması Lenin’in bu görüşünü destekler niteliktedir.

Lenin, Rusya’daki proletaryanın devrime giden süreçte, yalnız kalmayacağına ve birçok yardımcı kuvveti yanı başında bulacağına gönülden inanmaktaydı. Bununla birlikte, devrim hareketinin başarıya ulaşması için güçlü sağlam bir çekirdek kadronun varlığını da gerekli görmekteydi. Çok katı ve sert disiplinli, acımasız bir partinin teşekkülünü bu nedenle zorunluluk olarak kabul ediyordu

Lenin, bu düşüncelerle kurduğu komünist partisinin mutlak hâkimiyeti altında devrim gerçekleştirmeyi amaçlamaktaydı. Sovyetlere iktidar vadeden Lenin önderliğindeki parti 1917 yılında amacına ulaşarak işçi ve köylülere dayanan ‘Proletarya Diktatörlüğü’nü kurabilmişti. Lenin, söz konusu bu diktatörlüğü geçici olarak addediyordu.

Ona göre, devrimin ardından toplumun fertleri ile birlikte ekonomide sisteme uygun gerekli ilerlemeler gerçekleştirilerek tabii gelişimin nihai safhası olan sınıfsız topluma geçiş sağlanacaktı. Ancak burjuva sınıfının kalıntılarının tamamen ortadan kaldırılacağı ve pür komünizme varılacağı ana kadar ‘Proletarya Diktatörlüğü’nün görevinin devam etmesi gerektiğini de savunmaktaydı

Devlet aygıtına ve dolayısıyla iktidar gücüne ne zamana kadar daha ihtiyaç duyacaklarına ilişkin olarak, devrimin ilk yıllarında ifade ettiği düşünceleri Lenin’in, ‘Proletarya Diktatörlüğü’ne yüklediği anlamı daha açık şekilde ortaya koymaktaydı. 1919 yılında bir konferansta gerçekleştirdiği konuşmasında Lenin, devlet denen makinenin bir burjuva yalanı olduğunu ve proletaryanın bunu ispat edeceğini söylemekteydi. Söz konusu iddiasına göre, proletarya fabrika ve arazi sahiplerinin ve insanların ölümüne yol açan oburların yeryüzünden tamamen silinmesi amacıyla bu makineyi kapitalistlerin ellerinden almıştı.

Bütün bunlar başarıldığında her çeşit istismar ortadan kalkmış olacağından devlete de gerek kalmayacak demekteydi. Tarihsel süreç ise, Lenin ve takipçisi olan Bolşeviklerin iktidar gücünü ifade eden devleti ellerinde geçici olarak tutacaklarına ilişkin iddialarının gerçekliği yansıtmadığını göstermiştir.

Yıllardır ezilen kesimlerin partisi savıyla ortaya çıkan Bolşevikler, devlet idaresini ele aldıktan kısa bir süre sonra iktidarlarını güçlendirme yoluna gitmişlerdir. Lenin döneminde Bolşevikler, olayları tam kontrol eder etmez mutlak iktidar yolunda engel olarak gördükleri politik karşıtlarını ortadan kaldırma stratejisi gütmeye başlamışlardı.

‘Komünist Parti’ içerisinde oligarşi ilkesinin geliştiği, buna bağlı olarak bürokrasinin ve dolayısıyla resmi kayırmacılığın başladığı şeklinde eleştiri yönelten bütün muhalif gruplar birer birer susturulmaya çalışılmıştı.

Lenin’in, komünist partinin iktidar gücünü pekiştirmek adına başlattığı muhalif sesleri sindirme hareketi, onun ardından göreve gelen Stalin ile daha acımasız bir hal aldı.

Lenin’den Sovyetler Birliği idaresini miras alan Stalin, ilk iş olarak komünist parti içerisinde kendisine rakip gördüğü isimleri devre dışı bırakmaya başlamıştı. Bütün iktidar gücünü elinde toplama isteği onu herkese karşı aşırı şüpheci ve acımasız hale getirmişti. Yönetimdeki ilk yıllarında siyaset alanındaki yeteneğini kullanarak kendisine muhalif hizipleri ve liderleri tek tek etkisiz hale getirmesinin ardından Sovyetler Birliği’ni kendi sistemi haline dönüştürmeyi başarmıştı. Stalin rejiminin en belirgin – 183 – özelliği ise, politika ve uygulamaları neticesine devlet mekanizmasına ait gücü zirveye vardırmasıydı.

1928’de oluşturduğu İlk Beş Yıllık Plan’ı ile Rusya’nın zorla sanayileşmesi hamlesini başlatan Stalin, kulaklar olarak bilinen varlıklı çiftçilerin öldürülmeleri kaydıyla tasfiye edilmelerini, diğer çiftçilerin de devlet için üretmelerini şiddet kullanarak sağlamaya çalıştı. Yine onun döneminde, sayıları milyonlarla ifade edilebilecek sıradan yurttaş, uydurma suçlarla tutuklandı ve pek çoğu Sibirya’daki kamplarda zorla çalıştırıldı. Stalin, mutlak iktidarında şiddet kullanarak yapmaya çalıştığı kamulaştırma ve birçok kesime yönelik tasfiyeler ile 15 milyon civarında insanın ölümüne yol açmıştı. 1953 yılında ölen Stalin, 30 yıllık baskıcı iktidarı döneminde geri bir ülkeyi dev bir endüstri gücüne dönüştürmüş olmasına rağmen uzun vadede verimsiz, reforme edilemez olduğu anlaşılan ve 1991 yılında çöken bir sistem kurmuştu.

Sovyetler Birliği döneminde yaşananlar, Bolşeviklerin devlet mekanizmasına yükledikleri teorik anlamın çok uzağında uygulamalarda bulunduklarını göstermektedir. İktidar gücünün yozlaştırıcı etkisine ciddi manada maruz kalmalarının bunda önemli etkisi olduğu anlaşılmaktadır. ‘Proletarya Diktatörlüğü’nün Sovyet halklarını sınıfsız bir toplum düzenine kavuşturacağı vadinin kısa süren bir hayal olduğu ise Sovyet Birliği’nin yıkılması ile görülmüştür. Sovyet Birliği, özellikle Lenin ve Stalin dönemlerindeki uygulamaları nedeniyle insanlığın hafızasına baskıcı bir diktatörlük olarak kazınmıştır.

Sovyetler Birliği baskıcı bir diktatörlük olmasına rağmen dağılmamış olsaydı, Marx’ın beklediği pür komünist topluma geçiş sağlanır mıydı, bu tartışılır. Diğer yandan, eğer Bolşevikler Bakunin’in iddia ettiği şekilde devrimin hemen ardından devlet aygıtını ortadan kaldırmış olsalardı, sınıfsız ve her bireyin özgür olduğu bir toplum kurulabilir miydi, bu da tartışma konusudur. Bununla birlikte kesin olarak söylenebilecek şey, Marksist ideolojiyi benimseyen Bolşevikler tarafından kurulan ‘Proletarya Diktatörlüğü’nün Marx’ın öngörüsünde yanıldığını göstermesidir.

Burada Bakunin, birçok noktada haklı olduğunu göstermiştir!..

Stalin, kendine yüklediği teorik misyonu pratikte başarısız olmuştur. Marx’ın köylülerden proletaryan olmayacağı tezi de, orta çağ Fransa’nın burjuvaya ilk ayaklanma hareketlerini, Fransız proletaryasına katılanların Fransa köylüleri olmuştur. Enternasyonelin Avrupa ülkelerinde Fransa’dan başlayarak diğer ülkelere yaydığında ise, ilk olarak köylülerden destek aldığını göstermiştir. 

Buradan anlıyoruz ki,

Herhangi bir yönetim sistem teorisini ortaya atanlar; her ne kadar kendilerini özgürlükçü ve halkı özgürleştireceklerini iddia ederse etsin, yönetimi ele geçirince kendileri özgür olup halkı ise köleleştirir.

Tarih, bize bu konu da sonsuz vermiştir.

Sistem, bireyi tehdit olarak algıladığından; sadece bireyi değil, toplumsal tehditleri bile gerekirse kan ile bastırmıştır.

Ve bu konuda gerek din adına gerek belli semboller veya dogmalar adına insanlar büyük bir kıyımdan geçirilmiş, ayrıca mağduriyetler yaratılmıştır.

Siz de fikrinizi söyleyin!