Biyografi,  Edebiyat,  Güncel - Aktüalite,  Sanat,  Sanat Tarihi,  Şiir,  Tartışma

Aliye Berger; İlkyaz Dalı…


Ressam, Türkiye’nin ilk kazıma ve oyma gravür sanatçılarından Aliye Berger, 24 Aralık 1903’te Şakir Paşa’nın 6. ve son çocuğu olarak Büyükada’da dünyaya gelir. Ressam Fahrünnisa Zeid ile Yazar Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın kardeşi, Sadrazam Cevat Paşa’nın ise yeğenidir. Kimin çocuğu, kimin kardeşi ve hatta kimin yeğeni olduğu çok mühim değildir; fakat Aziz Nesin’in “ilkyaz dalı” tanımlaması çok mühimdir bana göre.

Aziz Nesin Aliye Berger hakkında şunları söyler:

En kötümser olduğunuz bir sabah evinizden çıktığınızda pembemsi çiçeklere durmuş bir ilkyaz dalı görünce, birden kötümserliğimizden kurtulup mutlulukla gülümseriz. Aliye Berger de bana, kış ortasında tomurcuklanıp çiçeklenmiş ve her zaman öyle kalmış bir ilkyaz dalı gibi gelirdi. Onun cin mısırı patlayışlarındaki ivediliğine, her mevsim renk renk çiçek açmış kış ortasındaki ilkyaz dalı verimliliğine baktıkça mutlulukla gülümserdim.”  

 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın;

Masal adeta gözlerinde! Pek az insan etrafında bu kadar güzel görebilir.” 

Ressam Orhan Peker’in

Çağımızın en gerçek, en sevgili kadınıydı.” 

Sanatçılarımızın bu paylaştığım sözleri mühimdir. Aliye Berger ile hiçbir bağı olmayan, bu değerli kişilerin kaleminden çıkan bu değerli sözler sanatçının ne kadar hayat dolu, neşeli, çılgın, yaratıcı ve özgün bir karaktere sahip olduğunu ortaya koyar. Söyleyene de, söyletene de bi bakmak lazım derim ben. Hatta O’nun ne denli çılgın olduğunu; sevdiği adamın kendisini aldattığını duyması üzerine tabancayı alıp kapısına dayanması ve kapıya ilk çıkanı vurmasından da anlayabiliriz.

Aliye, İstanbul’un soylu bir ailesinin çocuğu olarak iyi bir eğitim alır. İlk eğitimine mahalle mektebinde başlar:

 “Mahalle mektebi bir rezaletti. O zaman mektebe fakir fukara giderdi. Zenginler özel mürebbiyelerle eğitim görürlerdi. Babam o okulu yaptırdı, bizi de örnek olmak için gönderdi.”

Sonra Notre Dame de Sion’da devam eder. Bu okul 1. Dünya savaşında kapanınca, Madame Braggiotti’nin okulunda devam eder.

“O zaman berbat bir okuldu. Allah’ın belası bir yer. İsa kanlar içinde. Seinte Pierre ölüyor; her gün bunları görüyoruz. Yemeğe otururken dua, kalkarken dua. Ben etmiyordum… Ben nalet okuyordum. Büyükada aklıma geliyordu; yasemen kokuları…” 

 

17 yaşında Fransız Konsolosluğu’nda sınava girerek diplomasını alır. Gençlik yıllarında resimle pek ilgili değildir; müzik ve edebiyatla daha çok ilgilenir. Voltaire, Strindberg, İbsen ve Dostoyevski gibi yazarlardan etkilenir ve yazar olmak ister. O dönemde Halife Abdülmecit Efendi’nin çağrısıyla İstanbul’a gelip, saray mensuplarına müzik hocalığı yapan Macar keman virtüözü ve pedagog Karl Berger’den keman eğitimi alan Aliye hocasına aşık olur.

Genç Aliye ve Keman Virtüözü Karl Berger

“Bize müzik dersi vermek için gelirdi. Birinci görüşümde değilse, ikinci görüşümde vuruldum ona. Yıldırım çarpmışa döndüm. Ve iyiye, güzele doğru değiştim. Hırçındım, uysal oldum. İçime dönüktüm, dünyaya açıldım. Brahms, Beethoven, Bach’ı onunla yeniden keşfettim. Dostoyevski’de, Ibsen’de, Strindberg’de yeni anlamlar buldum onunla.”   

Ancak Karl Berger’in başka ilişkileri de vardır ve çapkın birisidir. Ablaları uyarsa da “Berger benimle evlenecek!” diyerek resti çeker. Ancak ailesi haklı çıkar. Karl Berger Aliye’den uzaklaşmaya başlar ve adı bir başka kadınla anılır. Bunu fark eden Aliye, bir gece elinde tabancayla Karl Berger’in evine gidererek kapıyı açan kadına silahı çeker ve yaralar. 35 gün hapis cezasına çarptırılır, ancak doktor raporlarına göre suç asabiyetle işlenmiştir ve ailenin de sicili dikkate alınarak serbest bırakılır. Aliye, dindar annesine karşı bir müddet gizli de olsa Karl Berger ile birlikte yaşar. Yirmi üç yıllık beraberliğin ardından 44 yaşında evlenir Karl Berger ile. Karl ise 63 yaşındadır damat olduğunda.  Evliliklerinin ardından henüz 6 ay geçmişken kocası ile birlikte Büyükada’da iskeleye giderken, “Kocam ve son hocam.” dediği kocasının gözlerinin önünde kalp krizi geçirerek ölümüne şahit olur.

“Kuyulara atacaktım kendimi bırakmadılar” 

 

Ölüm Ey…
Aşkımız 23 yıl siirdi, diyebilir miyim ?
Ölümün, aşkımızı noktaladığını
söyleyebilir miyim:
Hayır, kocaman bir HA YIR.
Berger ile tanışmamızdan 23 yıl sonra
evlenmiştik.
Birbirini sevenler için ne önemi var
evliliğin!
Birtakım kâğıtlara imza atmaktan
başka ne anlamı var?
Hiç aklımıza getirmemiştik birliğimizi,
beraberliğimizi yasallaştırmayı.
Keşke yasallaştırmasaydık.
Uğur getirmedi.
Her şey bir anda anlamını
yitirmişti. Yaşamak, yanı başında seni sen
yapan, sana tüm güzelliklerin kapısını
açan insanın soluğunu duymadan
yaşamak…
Olsa olsa bitkisel bir yaşam olurdu bu.
Bense bir bitki değildim.
Yok olmayı seçtim.
Ama gerçekleştiremedim.
Bırakmadılar. 

Aliye-Karl Berger Çifti (Büyükada)

Karl Berger’in ölümünden sonra ablası Fahrünnisa Zeid’in yanına Londra’ya gider. Burada  John Buckland Wright’ın atölyesinde 3 yıl boyunca heykel ve gravür eğitimi alır. Wright ise, Yeni Zelanda’da kendi kendini yetiştirmiş bir sanatçı olarak Londra ve Paris’te çalışmış özgün baskı alanında ismini duyurmuştur.

Gravür plakalarını gösterdi Fahrünnisa. Kendimi unutmak için onlarla uğraşmaya
başladım. Ölecektim o gravürleri yapmasaydım. Çünkü ıstırabım çok büyüktü. Dünyayı
renkli olarak göremiyordum. Şekiller bakırı nasıl kaplıyorsa, sanatım
da benim hayatımı aynı şekilde dolduruyordu adeta. Bakır levhayla boşalan ve doldurmaya çalıştığım hayatımın ahengi aynıydı.”
 

Otoportre

1951’de 150 gravür ile İstanbul’a dönerek ilk sergisini açar. Burada Narmanlı Han’a yerleşir, burası hem evi hem atölyesi olmuştur Aliye Berger’in. Ancak gravür henüz yaygın değildir; Türkiye’de, eserlerini pek satamaz. Geçim için sanata mecburdur artık. Bir gün Narmanlı Han’daki 4 odalı atölyesinde yangın çıkar tavan çöker, resimleri yanar fakat; Aliye yanan yastıklardan çıkıp uçuşan kuş tüylerini seyre dalar.

Ne ala… ne ala!!!
Tavan da düştü başıma
Ne ala… ne ala!!!
Takoz da düştü burnuma
Ne ala… ne ala!!!
Komşu da kırdı anahtarı ya?
Ne ala… ne ala!!!
Gitti de sanat boğaza? Ne ala… ne ala!!!
Kaldı da renksiz Alioşka
Ne ala… ne ala!!!
Amma da güzelmiş şu dünya
Ne ala.. ne ala!!! Ne ala!!! 

 

 1954 yılında, Yapı Kredi Bankası çeşitli sanat dallarında bir yarışma düzenler. Artık yavaş yavaş öne çıkmaya başlayan özel sektörün Türk sanatına katkısıdır bu. Konu; “İş ve İstihsal”dır. Eserler 2mX3m olacaktır. Türkiye’nin yeraltı, yerüstü ve deniz kaynaklarının üretim faaliyetlerinin gösterilmesi zorunlu tutulmuştur yarışmada. Eserleri seçecek olan kurulda; Herbert Read, Lionello Venturi ve M.Paul Fierens gibi dünyaca ünlü sanat eleştirmenleri yer alır. Aliye Berger oturur koca tuvalin karşısına ve ilk renkli çalışması” GÜNEŞİN DOĞUŞU”nu yapar ve birinci olur. Üretimin sembolü olarak koca bir güneş yerleştirir ve dikkatleri güneşe yöneltir, güneş adeta bir helezon görünümündedir ve diğer bütün üretim elemanları ondan doğuyor gibidir. İş ve üretimin diğer figürlerini, birer motif gibi renklerin, hareketlerin aralarına işler.

Güneşin Doğuşu

“İstihsal sembolü diye büyük büyük koyunlar koyamazdım ya”  

diye savunur kendisini ve resmini nasıl yaptığını şöyle açıklar:

“O tablonun üzerinde çok düşündüm. Göze fazla çarpan tablodan fırlayan şekillerden hoşlanmam. Bir odanın, bir köyün, bir şehrin veya bir insanın muayyen bir zaviyeden görünüşünü canlandırmaktan kaçınmaya çalışmak gerektiğine inanıyorum. Kendi hesabıma hayatı bütünü ile umumi olarak görmek istiyorum. O tabloda toprak, deniz ve güneşle haşır neşir olan insanları, musikiden bir misal verecek olursam, Mozartvari diyebileceğim motiflerle işlemek istedim. Bir köşeye buğday yüklü bir araba, başka tarafa buğday yıkayan kadınlar, bir fabrika, bir koyun sürüsü koydum. Sonra süngercileri ele aldım. Ege kıyılarında denize dalan süngerciler, suyun dibinde eski zamanlardan kalma uzun toprak küpler bulurlarmış. Bizim adadaki evde de vardı o küplerden. Kadınlar süngercilerin içine sünger doldurdukları küpleri omuzlarına vurup evlerine yollanırlarmış. Tablonun sağ tarafı buna dair. Sonra denizin çizgilerine, balıkları göstermeden, balıkların suyun içindeki hareketlerini, çırpınışını vermeye çalıştım. Ayrıca bir köşede bir sepet dolusu balık da var.” 

 

 Çağdaş Türk Sanat Tarihi’nde pek ismine rastlamadığımız bu akademiye yabancı kişinin, alışılmışın dışında bir resimle birinci seçilmesi büyük eleştirilere neden olur. Hatta yarışmada ilk on arasına bile giremeyen Bedri Rahmi Eyüboğlu, tepkisini şöyle dile getirir:

“Aliye Berger birinci oldu… İkinci ve üçüncü dereceyi alan ressamlar mesleğin çeşitli çilelerini çekmiş, büyük fedâkarlıklar pahasına meslekte tutunabilmiş kimselerdi… benim bildiğim Aliye Berger, sanat çilesine inanmış bir insandır… ama jürinin en iyi resim dediği tablosunda bu çileden eser göremedik… gönül ister ki Aliye Berger jürinin kendisine açtığı kapıdan mesleğe girsin, mesleğin çilesini çeksin…”  

Cemal Tollu da eserin yarışma şartnamesine bile uygun olmadığını söylemiştir. Hiçbir üretim faaliyetinin eserde görünmediğini belirtmiştir kendince. Tabiki bu eleştirileri doğru bulmayanlar da çıkmıştır. Aliye Berger bu tepkilere çok üzülür, para kazanmanın ve ünlü olmanın hiçbir zaman amacı olmadığını söyler. Öyledir de; karakteri, yaşam hikayesi ve o zamanlardaki şartları bunu gösteriyor.

 Fakat gerçek sudur ki bu resim, Türk resim sanatında pek çok tartışmalara sebep olmuş ve hem Aliye Berger için hem de Çağdaş Türk Resmi için bir önemli bir eser olmuştur. Üslup olarak özgün bir eserdir çünkü, o dönemde Türk resim çevrelerinde D Grubu’nun kübist üslupları hâlâ etkilidir. Soyut arayışlar olsa da egemen anlayış kübizm ve akademililerdir. Aliye Berger ise Akademi’den değildir, hatta doğru dürüst bir resim eğitimi bile görmemiştir. Bu aslında farklı olanı ortaya koymasını kolaylaştırmıştır. Çalışmasında, akademinin veya dönemin etkisinden uzaktır. Böylece resmine renk, hareket, yorum, soyutlama katar, diğerlerinden oldukça farklı bir eserdir “Güneşin Doğuşu”.

Tartışmalar başlar. Karşı çıkanlar işi jürinin resimden anlamadığını söyleyecek kadar ileri götürürler. Oysa bu yarışma, Türk resminin ilk kez uluslararası bir jürinin önüne çıkışıdır aynı zamanda. Aliye Berger, Türk resminde yeni bir dönemin kapısını, çok parlak, renkli bir dünyaya doğru sessizce açıvermiştir farkında olmadan. Bu konuda tartışmalara girmez. Bir kez, kendisine bu konuda sorulan bir soru üzerine şunları söyler;

“Size samimi olarak şunu söyleyeyim bu gibi şeylerle uğraşmaya vaktim yok. Sıhhatim hiç iyi değil, daha ne kadar yaşayacağım Allah bilir… Onu (kocası Kari Berger’i) kaybettikten sonra hayatta benim için arzulanacak tek şey bir şeyler yaratabilmek için çırpınmaktı. Kışın sonuna doğru bir sergi açacağım… Bir an evvel, bir dakika kaybetmeden çalışmaya başlayacağım… Bu sabah Yapı ve Kredi Bankası’nın mükafatını aldım; ilk işim boya ve tuval ısmarlamak için teşebbüse geçmek oldu.”  

Samimi, çılgın, cesur, zeki, çalışkan ve yaratıcılığı güçlü bir insandır Aliye Berger. Farklı olmaya çalışmaz, özü farklıdır zaten, bildiği ve istediği ne ise onu yapar, sonuna kadar savaşır doğruları için, kimseden de korkmaz. Hayatının son anına kadar da böyle yaşar. 1951’den 1974’e kadar, 23 yıl içinde 14’ü kişisel altmışa yakın sergiye katılır. Cin mısırı patlayışlarındaki ivediliğini, her mevsim renk renk çiçek açan kış ortasındaki ilkyaz dalı verimliliğini hiçbir zaman kaybetmez Aliye Hanım. 

ESERLERİNDEN BAZILARI

                                          

                   

                          

                 

       

 

 

 

Kaynaklar:

1- Cumhuriyet Gazetesi Dergi Eki 22 Ocak 1995 – Acının Külünden Doğan Kadın Ressam , Bir Hayat: Aliye Berger GZ1659
2-http://www.leblebitozu.com/aliye-berger-eserleri-ve-hayati/
3-https://medium.com/@tburakyamanr/g%C3%BCne%C5%9Fin-do%C4%9Fu%C5%9Fu-99a5327df1fb

Siz de fikrinizi söyleyin!