Deneme,  Edebiyat,  Kategorisiz,  Toplum

17 Mayıs 1986

Israrla, işlediğim suçlar hakkında malumat istiyor yüzünü karanlıktan görmediğim, sadece belden aşağısı aydınlanan memur (?). Üzerindeki kolları kıvrılmış beyaz gömleği ile tezat oluşturan karanlık vicdansızlığı ile vurdukça vuruyor, çocuksu gençliğimin suretine. Tüm saç tellerimin kökünden fışkıran ter damlalarını hissediyorum, aklımdan saymak geçiyor her birini ama bunun ne kadar saçma aynı zamanda komik olduğunu fark edip vazgeçiyorum gülerek zira sayamayacağım kadar çoklar. “Gülmek Devrimci bir eylemdir” sorgucular bunu biliyor ve daha büyük bir hırsla devam ediyorlar vurmaya. Dudaklarımın arasından koyu kıvam bir sızıntı, tuzlu ve metalik bir tat bırakıyor, tat hafızamdan tanıyorum!

Evet! Benim kanım!

Sene 1986, ülkenin böğrüne saplanmış karanlık darbenin altıncı yılı. Mayısın onyedisi, onyedi yaşın ilk günü. Baharın nefis renklere bürüdüğü canım İstanbul şehri. Bu şehrin belki de en kadim semti Beyoğlu. Paydos saatinden az erken çıkmış eve gitmeden Taksim’de iki çay içip dostlarla iki kelam etmek için, her adımda İstiklali geride bırakarak yürüyorum neşeli!

Kötülük nedir? Nasıl yapılır? Bilmiyorum zira ailemden görmedik ne ihanet, ne riya, ne iki yüzlülük ne de kötülük. Sanıyorum ki herkes öyle. Fransız Konsolosluğu önünden geçerken, içindeki karanlık yüzüne çirkin bir görüntü vermiş iki sivil kesiyor önümü. Sırça bıyıkları terden ıslanmış, sesinde tarif edemediğim bir tınıyla konuşuyor kimlik sorarken, ama tarif edebileceğim bir nefretle yineliyor talebini. Göz ucuyla bakıyor kimliğe diğer bıyıkları aşağı sarkık olan. Daha ne olduğunu bile anlamadan ellerim ters kelepçe ekip aracında buluyorum kendimi. Aklımda anne babam olduğu halde 2. Şubenin rutubet kokulu bekleme salonundayım. Bir neden yok! Bir açıklama yok! Sadece hızla hareket eden gölgeler var etrafımda fısıltıyla konuşan. Oysa evde babamın Lebon Pastanesinden aldığı çikolatalı pastanın üstündeki mumları üflüyor olmalıydım. Enseme inen ve bana yıldızları saydıran bir tokat mı yumruk mu olduğunu anlayamadığım darbeyle sarsılırken sıyrılıyorum düşüncelerimden. Pis kokulu nefesini yüzümde hissettiğim ve tükürür gibi konuşan adam ayağa kalkmamı söylediğinde yıldızları saymayı bitirememiştim daha. Çocukluğumda oynadığımız arsanın mis gibi kokan toprağına uzanıp izlerdik yıldızları, bu akşam sadece göklerde olmadığını öğrendim yıldızların. Kafamda kusmuk kokan bir çuvalla indirmeye başlıyorlar merdivenlerden, kâh sendeleyerek kah koşar adım iniyordum kolumdan tutanların kontrolünde, nereye varacağımızı bilmez. Uzun uzun iniyoruz merdivenlerden bazen çıkıyor çoğu zaman iniyoruz, sanki hiç bitmeyecek, sonu gelmeyecek gibi, geldi! Bitmişti merdivenler.

Bir kapı açılıyor metalik sesler çıkararak önümde hissediyorum,  arkamı çevirip gerisin geri itiyorlar beni açılan kapıdan, boşluğa yuvarlanacağımı düşünsem de belki bir adım kadar sendeleyip duvara çarpıyorum, aynı anda kafamdaki çuvalı çıkarıp kapatıyorlar demir kapıyı, karanlık çok karanlık ama tam burnumun ucunda hissediyordum çığlıklarla kirlenmiş demir kapıyı. Hiçbir ışık kaynağı yok etrafta zifir karanlık, bulunduğum yer oda filan değil ayakta durabileceğim ama sağa sola dönemeyeceğim yere dahi çömelemeyeceğim bir kutu diyebiliriz ancak. Ses yok, ışık yok nefes alacak oksijen dahi yok! O boğulma hissi !!!!!

Zaman kavramanı yitirdiğim, gözlerimi açık tutmakta başarısız olduğum dakikalarda, sessizliği yırtıp kulaklarıma ulaşan korkunç çığlıklar duymaya başlıyorum. Önce azar azar sonra sanki yanı başımdaymış gibi gelen sesler. İnsandan geldiğine inanmak istemediğim içten içe gerçek olduğunu bildiğim sesler. Başka sesler karışıyor, iniltiler, yalvarmalar, ağız dolusu küfürler ulaşıyor ne kadar mesafe kat ettiklerini bilmiyorum kulaklarıma ulaşana dek. Kendimi neden burada bulduğumu bilmiyorum, bildiğim tek şey sıranın bana geleceği.

Ve Geldi!

Sorgucum saçma, zaman zaman ise komik sorularına cevap arıyor, alamayınca vuruyor vazgeçmiyor, vuruyor. Yorgun düşüyor,  biri gidiyor öbürü geliyor beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak.  Bindokuzyüzseksenaltının Mayıs ayının onyedisi, onyedi yaşımın ilk günü, ilk defa böylesi bir işkenceye maruz kalıyordu genç bedenim. Nedenini sormayın, ben bilmiyorum. Suçum yok ben kötülük bilmiyorum, çünkü görmedim ailemde. Evimize gelen misafir yemek yemeden giderse ağlardı benim annem. Ben kötülük bilmiyorum, sokakta beraber oynadığım arkadaşlarımla paylaştım hep yarım ekmeğe kaşarlı sandviçimi, aynı bardaktan içtik suyumuzu Ermeni mi,  Rum mu, Türk mü, Kürt mü  diye gözetmedim hiç. Babam demedi bana “ Yanoş’un oğluyla oynama”  diye. Hepsi arkadaşımdı hiç kötülük görmedim ben ve hiç kötülük bilmedim. Bindokuzyüzseksenaltının onyedi Mayısının ilk günü öğrendim, insanın insana yapabileceklerini.

Yetmiş santimlik hücremde, ağzımda metalik bir tat, zonklamayan hiçbir yerim olmaksızın duruyorum ayakta. Bir gülmek geliyor içimden, karanlıkları aydınlık yapacak devrimci bir kahkaha atıyorum “Devrimcinin” ne demek olduğunu bile bilmeden onyedi yaşımın ilk günü. Ezilen her bir etimden gelen acıya rağmen bağırıyorum “ Neden! Neden buradayım? ” . Demir kapının penceresi açılıyor metalin metale sürtünürken çıkardığı ses yankılanıyor. Buz gibi bir su patlıyor yüzümde tazyikle.  Metal tadı gidiyor ağzımdan, o anda farkına varıyorum çırılçıplak olduğumun ve utanıyorum çıplaklığımdan. Soğuk su, çok soğuk! Kemiklerimin titrediğini duyabiliyorum zangır zangır. Belim duvara dizlerim kapıya dayanıyor, kafam önümde ancak bu şekilde yıkılıyorum yetmiş santim hücremde. Her yanım kar üstünde kalmış gibi tutuk ayıldığımda, yeniden başlıyor tiyatro.

Hiç kötülük bilmiyorum ben ve hiç elektriğin bu derece can yaktığını da.  Onyedi yaşımın ilk günü öğrendim ben elektrik bedeninden geçerken bütün organların, bütün hücrelerin tadına baktığına akımın. Tesla bilse bu amaçla kullanılacağını icat eder miydi  diye düşünüyorum küçücük bir an. Buzlu sular dökülüyor başımdan aşağı, bu kadar soğuk suyu sadece Munzur’da görmüşlüğüm var bundan tam on sene önce memlekete gittiğimde. Taş zeminde çırılçıplak kıvrılmış yatarken, kaç kişi bilmiyorum, ince sopalarla küfürler ederek, salyalar saçarak indiriyorlar sopalarını onyedi yaşındaki bedenime. Her darbede büyüyor bedenim her darbede kanıyor. Kan gelince buzlu sular dökülüyorlar kovalarla. Kötülüğü öğreniyorum onyedi yaşımın ilk günü her darbede, kötülük. Munzur’un şelaleleri geliyor gözümün önüne köpükler saçarak çağlıyor. Onyedi yaşındayım dalıyorum şelalelerin aktığı Munzur suyuna tir tir titriyorum ama alışıyorum soğuğuna. Ben Munzur’un çocuğuyum soğuk bana işlemez alışırım hemencik. Onyedi yaşındayım ben hiç kötülük yapmadım kimseye, kimseden kötülük görmedim bu yaşıma kadar. Bindokuzyüzseksenaltının Mayıs ayının onyedisinde onyedi yaşımda öğrendim insanın insana yapabileceklerini, insanın nasıl vahşileşebileceğini. Onlar aramızda yaşıyor, birilerinin kocası, birilerinin babası, kardeşi birilerinin, komşumuz belki de.

Kusura bakma bir yanlışlık olmuş diyor omzunda yıldızları parlayan fiyakalı saçlarına limon suyu süren Ayhan Işık bıyıklı adam, Fransız Konsolosluğunun önüne bırakırken beni. Onyedi yaşıma basalı üç gün, kötülüğü öğreneli üç gün olmuş. Kütüğümü İstanbul’a aldırmamı tavsiye ederken Ayhan Işık bıyıklı, iniyorum araçlarından binbir acıyla, karışıyorum kalabalığın arasına. O gün öğreniyorum kötülüğü hiç kötülük yapmadan. Bu gün aynı kimlikle dolaşıyorum İstiklal’de  elli yaşımı geride bırakırken.

Murat AYDIN

30/07/2020

Siz de fikrinizi söyleyin!