Biyografi,  Felsefe

George Berkeley

George Berkeley Dublin’de Trinity College’da okumuş ve 1710’da düzenlenen törenle Anglikan rahibi olmuştur. Esas olarak idealizmin, yani duyuların dışındaki dünyanın var olmadığı yolundaki teorinin savunucusu olarak tanınır. Başlangıçta, Yeni Görme Teoremi’nde, Berkcley’in Locke’ın yapıtını geliştirmeye çalıştığım görüyoruz.

Örneğin, nesneler duyularımıza etki yaptığında aralarındaki mcNiıfcnin nc olduğunu nasıl bilebiliriz meselesini inceler. Bir Kartezyen argüman olan, mesafenin, nesnelerin konumlanmasının geometrik analizi yoluyla (sanki önümüzde duran üç boyutlu bir matriste dizilmişler gibi) kavranabileceğim reddederek nesneler arasındaki geleneksel bağıntıları ve böylece mesafeleri öğrenme yolunu savunur.

Kartezyen teori mesafenin derhal, dolaysız biçimde anlaşılabileceği fikrini içerir; Berkeley ise bunu bütünüyle reddeder: Akıl, mesafeleri bir nesnenin mesafesini diğerininkiyle ilişkilendirerek deneyim aracılığıyla öğrenir. Berkeley için, duyular dünyaya dolaysız biçimde erişmeyi sağlar, ama görme görülen nesneleri kesintili biçimde böler. Uzaktaki kule ona ulaştığımda dokunduğum kuleden farklı bir fiziksel biçime sahiptir.

Bu ikisi Berkeley için farklı nesnelerdir. Locke kendi ampirizminin bu şekilde geliştirilmesi karşısında muhtemelen tereddüde düşerdi, çünkü bu yaklaşım kendisinin tedrici biçimde ve derece derece öğrendiğimiz konusundaki ilkesine aykırıdır. Yine de, Berkeley’in bu uygulaması görsel yanılsamaların, odakta iradi biçimde yapılan kaymalarla birlikte değişikliğe uğrayan statik betimlemelerin (Escher’in baskılarını düşünün) psikolojisinin temelini oluşturur.

Uzaktaki nesnelerin arasındaki ilişkiyi alışılmış bir bağıntının oluşturması anlaşılır bir şeydir, ama Berkeley’in İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine adlı kitabındaki bir sonraki adımı, her türlü duyusal bilgi konusundaki örtülü kuşkuculuğu zihnin dışında var olan maddi nesnelerin yadsınmasına kadar genişletir. Berkeley işe önce soyut bilginin olanaklılığını Locke’u temellerde redderek başlar. Ama Locke, duyusal deneyimin artan sayıda tikele uygulanmasından hareketle bir soyutlamalar teorisi geliştirmişken (birkaç kedi gördükten sonra “kedi”nin bir soyutlamasını üretirim), Berkeley algı ile soyutlama arasındaki bu sıçramanın mümkün olmadığını iddia eder.

Tam bu noktada, bütün sözcüklerin atıf yapılabilecek nesnelere indirgenebilir olması gerektiğini ileri süren, 20. yüzyıl mantıksal pozitivistlerinin tohumlarını atmış olur. Devamla, Berkeley fikirlerin tikellere göndergeler olarak kalmaları gerektiğini belirtir (böylece, Locke’ın Deneme’sinin II. Kitap’tan öteye geçmemesi gerektiğini ima etmiş olur); yine de tikel fikir (örneğin kara tahtaya çizilmiş bir daire) insanın ele almayı istediği herhangi bir tikel daireyi temsil eder gibi görülebilir (ki böylece zihin belirli türlerin her bir örneğine yeni bir ad vermek zorunda kalmasın ve her bir algıya ad koymak gibi insanı takatten düşürecek bir gerekliliğe tutsak olmasın: örneğin bu çimen parçasının adı George, bununkinin Günther, bununkinin Belinda…). Ama soyutlama iletişim için gerekli değildir, çünkü şeylerin (hatta geometrik nesnelerin) nitelikleri konusunda öğrenilebilecek her şey tikel örneklerden türetilebilir.

Berkeley’in, soyutlama karşıtlığından zorunlu olarak türetilemeyecek olan bir sonraki argümanı ‘‘var olmak algılanmaktır” ya da Latinceye düşkünseniz esse est percipi olarak ifade edilebilir. Berkeley bir ampirist olarak (yani bilginin duyular aracılığıyla edinildiğine inanan biri), bir idealist olarak (duyuların nesneleri mutlak olarak zihne bağımlıdır) ve bir maddecilik karşıtı olarak (maddi hiçbir töz yoktur) tuhaf bir örnekti.

Eğer fikirler bilginin nesneleri ise, bir bilen olmalıdır – bu bilen, zihin ya da tindir. Berkeley zihinlerin fikirlerden bağımsız olduğunu kabul eder (buradan ampirist eğilimi ortaya çıkar), ama bir şeyin var olabilmesi için algılanması gerekir, aksi takdirde var olamaz (yani bilinemez). Bir şey hem (zihinden bağımsız olarak) var olup hem de bilinmiyor olamaz. Ona göre bu mantıksal bakımdan tutarsızdır. Benim maddi olmayan zihnim fikirler olarak var olan şeyi bilmektedir. Öyleyse, neden sağduyunun gerektireceği şekilde bunların zihin dışı, fiziksel şeylerden kaynaklandığını söyleyemiyoruz?

Berkeley ısrar eder: fiziksel şeyler yoktur. Bu izlenimleri zihnimize kazıyan bir faktör vardır. Bu da ancak, Tanrı olabilir. Bu Locke’n fikirler teorisine bir tepkidir. O şeyler evreninde mantıksal olarak var olduğu savunulamayacak bir maddi alt katmanın, temelde yatan bir fizikselliğin varlığını varsayar. İlkin, Locke’m ikincil niteliklerinin (renk, ses, tat vb.) bir şeyin birincil niteliklerinden (katılık, kaplam, şekil) bağımsız olarak var olabileceği söylenemez; eğer ikincil nitelikler birincil niteliklere zorunlu olarak bağımlıysa (kedinin kokusu algıladığım kedi nesnesinin içkin olarak bir parçasıdır), her ikisinin de ayrılmaz biçimde bir fiziksel alt katmana ait olması mümkündür.

Eğer böyle bir alt katman varsa, o zaman materyalizm kabul edilebilir bir şeydir ve o zaman Locke’cu temellerde ilerleyebiliriz. Oysa Berkeley bu varoluşu mantıksız olduğu gerekçesiyle reddeder: İnsanın alt katman konusunda bir fikir oluşturması mümkün değildir (Locke bunu kabul etmiştir, Deneme, II, xxiiı); öyleyse alt katman fikri olmaksızın Locke’çılar bunun varlığını gerekçelendirmeye çalışmak zorundadır. Berkeley ise bunun yapılamayacağını iddia eder: Ama, maddenin hamilerinin kendileri bile bedenler ile fikirlerimiz arasında zorunlu bir bağıntı olduğunu iddia edemezken, algılayabildiklerimizden hangi neden bizi zihin olmaksızın bedenlerin var olduğuna inanmaya yöneltebilir?

(Berkeley, Principles of Human Knowledge, paragraf 18) Ama maddeye göre en önemli argümanı, sahip olduğumuz hiçbir düşünceyi, dolayısıyla hiçbir ses, koku, dokunma, tat veya görüntüyü algılanmaksızın varmış gibi düşünemeyeceğimiz tezidir. Locke’çılar algılama eyleminin zorunlu olarak bir algıyı (algılanan bir şeyi) varsaydığı ve Berkeley’in fikirler ile algılanan şeylerin ayırdedilmesini talep ederken kendilerinden olanaksız bir mantıksal marifet beklediği itirazında bulunurlar. Dolayısıyla, bunların ayrı kendindelikler olduğu veri olmalıdır. Berkeley, David Hume’un Locke’ın felsefesine ilişkin bir savunmaya girişmesine yol açtı. Ama aynı zamanda Kant ve Hegel’in kişiliğinde Alman idealizmini de etkiledi.

Kaynak: Alexander Mosaley, Felsefe.

Siz de fikrinizi söyleyin!