Din,  Güncel - Aktüalite,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Siyaset,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Eski Türklerde Kadının Yeri

İslam peygamberi Hz. Muhammed 610 yılında, yani 40 yaşındayken Allah’tan vahiy yoluyla Kuran’ın ayetlerini almaya başlamıştır.
Hz. Muhammed, 632 yılında ölünceye kadar İslam dinini yaymıştır.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanların başına geçen Dört Halife (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) döneminde (632–661), İslam dininin yayılışı sürmüştür.
Kısacası; İslam’ın çıkış ve ilk yayılış yılları 610 ile 661 yılları arasında gerçekleşmiştir.

Oysa Türkler, İslam ile 800’li yılların ortasında tanışmaya başlamıştır. Türklerin İslam’ı benimseyişleri 1.000’li yıllardadır.
Bu demektir ki, Türkler İslam’ı Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık 350 yıl, Dört Halife döneminden yaklaşık 300 yıl sonra benimsemeye başlamıştır.

Hem Batılı hem de Arap tarihçiler şu gerçeği ortaya koymaktadırlar:
İslam dinini kabul etmeden önce Türklerde KADIN, eşit hak ve özgürlüklere sahip saygın bir değerdi.
Önce bu gerçeği gösteren bazı örnekler verelim, daha sonra da İslam dinini kabul ettikten sonra Türkler arasında görülen kadın karşıtlığının nedenlerini açıklayalım.

Eski Türklerde, özellikle 700’lü 800’lü yıllarda, yani Şamanizm döneminde kadınlı erkekli dini toplantılar yapılmakta, toplantıya katılanlar bir daire halinde yerde oturmakta, sonra kalkıp kadın ve erkekler el ele tutuşarak meydana getirdikleri dairede “hü hü” diyerek dans edip hep birlikte kımız içmekteydiler.

Orta Asya’daki birçok Türk devletinde kadınlar devlet başkanlığı yapmaktaydılar. Örneğin, 8. yüzyılda Buhara, Toksan adındaki bir Hatun Sultan tarafından yönetilmekteydi.

734 yılında Bilge Han adına dikilen Orhun kitabelerinden anlaşılmaktadır ki, eski Türklerde kadın; siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda özgürlüğe sahip bir varlıktır.
Göktürk devletinin başkanı Gültekin Han’ın annesi Bilge Hatun, devlet yönetiminde doğrudan yer almış ve çok başarılı işler görmüştür. Gültekin Han, iktidarı eşi Kutlulu Sultan ile birlikte kullanmıştır.

Selçuk Sultanı Tuğrul, 11. yüzyılda Bağdat’ı işgal ettikten sonra eski halifelerin sarayında Halife El Kasım Biemrillah’ın kızı ile evlenir; evlendiği kadını büyük bir saygı ile tahta oturtur. Arap tarihçisi İbni Halikan şöyle anlatıyor:

“…Sefer ayının 15. günü Prenses, sarayda kendisini bekleyen kocasına katıldı ve altın kumaşlarla süslü tahta çıktı ve kocasını bekledi. Tuğrul Bey eşinin karşısına diz çökerek geldi… Ona emsalsiz hediyeler vererek tekrar yeri öptü ve büyük bir saygı gösterisiyle ve mutluluk duyarak odasına çekildi.”

Her ne kadar gerici çevreler bu evliliği hoş görmemişseler de Tuğrul Bey gibi ünlü bir fatihin karısına karşı takındığı bu saygılı tutumu hayranlıkla karşılamaktan kendilerini alamamışlardır.

12. yüzyılın ünlü tarihçilerinden İbn Cübeyr, 1183–1184 yıllarında Gırnata, Mısır, Irak, Suriye ve Yakın Doğu ülkelerine yaptığı gezilerini anlatırken şöyle der:

“Tüm Arap ülkelerini dolaştım, Irak’taki Abbasi halifelerini ziyaret ettim, Selahattin İmparatorluğu’nu gezdim, fakat hiçbir yerde Türk ülkelerinde olduğu gibi kadına değer verildiğine tanık olmadım.”

Kristof Kolomb ve birçok gezgine esin kaynağı olan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo (1254–1324), Türk kadının özgür yaşamına, bağımsızlığına ve karakter olgunluğuna hayran olanlardan biridir.
Ünlü İtalyan gezgin yazar, misyoner, keşiş Riccoldo da Montecroce, şunları yazmıştır:

“Türk ülkelerinde ve örneğin Selçuk devletinde egemen olan gelenekler, Arap ülkelerindekinden çok farklıdır ve bu farklılık, özellikle Türk kadınının toplumdaki üstün değeri ve yeri ile ilgilidir.”

Doğuda ve batıda gezip görmediği yer kalmayan Orta Çağın en büyük gezgini, “Seyahatname” adlı ünlü kitabın yazarı İbn Batuta (1304–1377), Türk kentlerine yaptığı gezileri anlatırken şöyle demektedir:

“Tuluktumar Emiri ile birlikte gittiğim bu kent büyük Kuma nehri kıyılarındaki Türk kentlerinin en güzellerinden biri. Bu ülkede tanık olduğum en ilginç şey, Türklerin kadın sınıfına karşı gösterdikleri saygıdır. Diyebilirim ki Türkler, kadınlarını erkeklerden çok daha şerefli bir kertede tutmaktadırlar. Kiram kentinden ayrılırken Emir’in eşini arabada giderken gördüm. Arabası baştan aşağı süslü ve zengin mavi kumaşlarla örtülü idi; tenteleri açıktı.
… Türk kadınları peçe taşımazlar ve kapanmazlar. Sokakta yüzleri açık ve yalnız dolaşırlar. Ara sıra kendilerine kocalarının eşlik ettiği görülür…”

1331 yılında Sultan Muhammed Özbek Han’ı ziyaret eden İbn Batuta gördüklerini şöyle anlatır:

“… Özbek Han, büyük bir imparatorluğun başındadır… Yeryüzünün en kudretli yedi hükümdarından biridir… Tahtına kurulmuş olarak otururken sağ yanında Taytugil Hatun ve onun yanında da Kebek Hatun, sol tarafında ise Bayalun Hatun ve yanında Urduca Hatun yer almışlardı. Tahtın hemen aşağı basamağında hükümdarın çocukları oturmaktaydı. Büyük oğlu sağda, küçük oğlu solda ve kızları tam ortada, Sultan’ın karşısında yer almışlardı. Odaya giren her hatunu Sultan ayağa kalkarak karşılıyor, elinden tutarak tahta çıkarıyordu. Ve bu merasim halkın gözleri önünde oluşuyordu.”

İbn Batuta’nın anlattığına göre Sultan’ın eşleri öylesine serbest ve uygar kadınlardır ki, Kuran yasaklarına rağmen, erkeklerin yanına çıkmaktan, yabancı erkeklerle konuşmaktan ve hatta onlarla geziye katılmaktan, hediye alış verişinden geri kalmamaktadırlar.
Ünlü İbn Batuta’yı biraz daha dinleyelim:

“Türk hükümdarlarının eşleri olan hatunların, toplum yönetiminde çok önemli bir yer aldıkları anlaşılmaktadır. Zira hükümdar ne zaman bir emir yayınlasa, bu emirnamede mutlaka, ‘İşbu emirname Sultan ile Hatun Sultan’ın ortak kararıdır’ şeklinde bir kayıt görülmektedir. Her hatun sultanın kendi egemenliği altında kentleri ve seyahate çıktıklarında kendilerine ait taşıtları, çadırları ve kampları vardır…”

Değerli Dostlar,

Türkler, İslam’ı kabul etmeden önce şu çok güzel iki niteliğe sahiptiler: Akılcılık ve Kadına Saygı.
Peki, nasıl oldu da Orhon kitabelerinin kanıtladığı uygarlığın yaratıcısı olan Türkler; İslam’ı benimsedikten sonra hem “akılcılığını” hem de “kadına değer verme” özelliklerini yitirip ilkelleşmiştir?
İşte burada, genelde düşülen bir büyük yanlışı düzeltmemiz gerekiyor.

Türklere benimsetilen, Kuran İslam’ı değildi!
Açıklayayım.

Dört Halife döneminden sonra Muaviye ve Yezid ile başlayan Emeviler döneminde (660–750) Kuran’dan sapmalar başladı, Mezhepçilik ortaya çıktı.
Abbasiler döneminde (750–1258) ise Kuran’dan uzaklaşma hızlandı.
Başta Buhari adlı dolandırıcı ve Müslim adlı sahtekâr olmak üzere çok sayıda din tüccarı, “Hadisçi” ve “Sünnetçi” unvanlarıyla ortaya çıktı.
Hz. Muhammed’in söylediğini iddia ettikleri Hadisleri ve Hz. Muhammed’in davranışları olduğu iddia ettikleri Sünnetleri büyük bir hızla yaymaya başladılar.
Ünlü dolandırıcı Buhari, 600 bin, sahtekâr Müslim 300 bin hadis toplamış olduklarını iddia ediyorlardı!
Oysa tüm bu hadislerin ve sünnetlerin belgesi yoktu, tamamı uydurmaydı.

Değerli Dostlar,

İşte, Türkler İslam’la karşılaştıklarında, beyinlerine, bir birleriyle çelişen, çoğu Allah’a, Hz. Muhammed’e ve Kuran’a hakaretler içeren uydurma hadisler ve sünnetler boca edildi!
Daha sonra muskalar, üfürükler, büyüler, sihirler, gaipten haber vermeler, kurşun dökmeler, fal bakmalar, Müslümanlığı kabul etmiş Türklerin beyinlerini çöplüğe dönüştürdüler!
Kuran’dan ayrılış, uydurma hadisleri ve sünnetleri İslam’ın kurallarıymış gibi yutturmalar Osmanlı döneminde de (1300–1918) sürüp gitti.
İslam dinine aykırıdır diyen yobaz din adamları, matbaayı Anadolu’ya sokmadı.
Gök bilimciliğinde gözlem ve deney merkezi olan Rasathaneyi, ‘meleklerin bacaklarının gözetlendiği yer’ olarak tanımlayan yobaz din adamları, Osmanlı padişahına yıktırdılar!
1809 yılında veba salgını İstanbul’u kırıp geçiriyordu. Dinci yobazlar, vebanın salgın bir hastalık olmadığını, çünkü peygamberin hadislerinde bunun böyle yazıldığı ve bu nedenle sağlık önlemleri almanın İslam’a aykırı düşeceğini ilan ettiler. Hastalığa yakalanmak istemeyen padişah, İstanbul’dan Edirne’deki sarayına kaçtı, kullarını vebayla baş başa bıraktı. Osmanlı hükümetindeki dinci yobazlar bununla da kalmadı, vebanın sorumluluğunu Galata ve Kasımpaşa’daki hanlarda yaşayan “fahişelere” yükledi, bu zavallı kadınları toplattı, odalarını mühürletti, vebanın kol gezdiği sokaklara attı…

Değerli Dostlar,

Türkler, Kuran İslam’ı ile tanıştırılmadılar.
Türkler, tanıştırıldıkları uydurma dinin kurallarına uyarken hem “Akıllarını” hem de “Kadına olan saygılarını” yitirdiler.
Peki, Türklere uydurma dinin kabul ettiren yobazlar başarılı oldular mı, Hıristiyan Avrupa ile baş edebilecek konuma gelebildiler mi?
Bu sorunun cevabını, 6 Ekim 2014 tarihinde, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez şöyle verdi:

“Allah, Müslümanlara temizlik alışkanlığı edindirmek için abdesti farz kıldı ama hâlâ İslam âlemi temizliğin ne olduğunu, suyu kullanmayı bile bilmiyor”

Değerli Dostlar,

İşte, Kuran öğretisi bir yana, temizliğin ne olduğunu bile bilmeyenler, yaklaşık bin yıl önce, Türkleri, İslam diye kendi pisliklerinin içine çektiler!

21. yüzyılda hâlâ temizliğin ne olduğunu, suyu kullanmayı bilmeyenlere “Müslüman” diyebilir misiniz?
Günümüzde, İlahiyat fakültelerindeki akademisyenler, uydurma hadisleri, uydurma sünnetleri çocuklarımıza ders olarak öğreterek, Türklerin, içine yuvarlandıkları pislikten çıkmasını engellemeye çalışmaktadırlar.
Hadisçilerden hesap sormayacağız da, ya kimden hesap soracağız?

Yılmaz Dikbaş, 0532333152

Siz de fikrinizi söyleyin!