Deneme,  Edebiyat,  Tarih,  Toplum

Eski Güzeldi

 

Geleceğe dönük ışıltılı hayallerinizin yerini geçmişe dair hatıralarınız ya da özlemleriniz almaya başlamışsa eğer, bir gün herkesin ineceği o son durağa doğru istikrarlı bir şekilde yaklaşıyorsunuz demektir! Elbette tüm faniler gibi söz konusu o rahmani durakta inmeye ne kadar zamanımın kaldığına dair hiçbir öngörüye sahip değilim. Hoş, gözle görülemeyen ve dünyayı kasıp kavuran, anlı şanlı süper güçleri bile bir savaş esiri gibi dizlerinin üstüne çökerten hınzır bir virüs sebebiyle bu hayat yolculuğumun süresi olması gerekenden çok daha kısa bir sürede de bitebilir, kim bilebilir?

Bu yüzden de “yaş haddinden” geçmişi mecburen ıskalamak zorunda kalmış günümüz bahtsızlarına, aslında ne kadar çok güzel ve iyi şeyleri kaçırdıklarını onları üzme ve hatta imrendirme pahasına da olsa uzun uzun anlatmanın tam sırasıdır diye düşündüm. Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi biliyor musunuz? Zira içerisinde geleceğe dair “umut” istihdam edilebilen o eski zamanlarda her ne kadar kendi istikbalimden çok umutlu olmasam da ( ve de bu konuda yanılmasam da ) bu ülkeye dair iyi niyetten hızla fütüristik fantezilere kaçan güzel hayaller kuruyorduk sık sık. Oysa günümüzde o umudun yerinde yeller esiyor artık. Her gün bir önceki günü aratmayacak kolektif bir kötülüğün, çirkinliğin ve vasatlığın ortasına uyanıyoruz.

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Eskiden sabahları gazete almak için bayiye ya da markete gittiğinizde aynı manşetle çıkan onlarca gazete görünümlü parti bültenini bir arada görme ihtimaliniz son derece zayıftı, hatta imkansızdı. Elbette o eskilerde de dönemin iktidarına yakın gazeteler ve gazeteciler vardı. Ama bu kadar arsızlıkla teslim olmamışlardı muktedire. İçlerinde halkın haber alma hakkına saygı duyan çok sayıda gazete vardı. Hatta “araştırmacı gazetecilik” diye tarif edilen bir meslek ya da unvan bile vardı. Sonradan işi pastane mutfaklarında hamam böceği kovalamacasına dökerek gıda zabıtası haline dönüşse de Uğur Dündar ve yaptığı belgesellerle, haber programlarıyla Mehmet Ali Birand büyük fark yaratıyorlardı.

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Eskiden bu ülkenin camilerinde sadece ezan ve sela okunurdu. Oysa şimdilerde hoparlör o kadar meşgul ki, neredeyse ezana ve selaya sıra gelmeyecek! Toplumsal meselelere dair tüm uyarılar zamanla iktidarın taşra teşkilatlarına dönüşen imam kadrosu üzerinden yapılıyor artık ve böylelikle rejimin giderek dinselleştiğinin mesajı mahalle mahalle bu toplumun zihnine özenle nakşediliyor. Oysa o dönemleri yaşayanların yakından bileceği üzere, eskiden bu ülkede sabah ezanının bile namaza kalkmayanlara saygı duyulması adına daha kısık bir ses düzeninde okunması söz konusuydu. Din ve inanç bu kadar pervasızca siyasetin malzemesi yapılmıyordu. Şimdilerde sabah akşam saçmalayan Diyanet İşleri Başkanı’nın o dönemlerde kim olduğu ve ne söylediği kimsenin umrunda bile olmazdı. Herkesin dini de kendisineydi, dinsizliği de..

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Sabah kahvaltısına topuklu ayakkabılarla inen kadınların ve o kadınların sorgusuz sualsiz teslim olduğu beyaz gömlekli “patron” erkeklerin, ağır ağabeylerin vasat diziler eliyle bu ülkenin gençlerine rol model olarak pazarlandıkları bu iğrenç sanatsal (!) düzen yerine, mesleğini iyi yaparak kıt kanaat da olsa hem hayata hem de sevdiğine tutunan Ali Haydar Usta’nın “ikinci bahar”ı vardı televizyon ekranlarında. Süper Baba ile bir babanın fedakarlık senfonisini izlerdik nefesimizi tutarak. Selim Arhan ile imkansız aşkların bir “İstanbul Masalına” dönüşmesi her hafta bitmesin diye dua ettiğimiz bir sanatsal şölene dönüşmüştü. Özetle, televizyonlarımız şimdilerde olduğu gibi internete bağlı olmasalar bile, birçoğunda uzaktan kumanda bile olmayan o emektar televizyonlarımızda izlediklerimiz hayatın bizatihi kendisine fena halde bağlıydı.

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Her ne kadar devlet ceberut yüzünü, özellikle Kürtlere karşı, “DGM”ler eliyle sık sık göstermiş olsa da, o güzel ve huzurlu dünlerde her şeye rağmen “adalet mülkün temeli” sayılırdı. Yargıçlar ve savcılar siyasi iktidarın “hukuk bürosu” memurları değillerdi. Yazarı, çizeri, siyasetçisi..İnsanların hayatı siyasi intikam davalarıyla bu kadar kolay ve pervasızca karartılamıyordu. Bu hukuksuzluk ayinine gönüllü katılan ve orada hep bir ağızdan “ölüm istiyoruz!, kana doymuyoruz!” diye haykıran kerameti kendinden menkul malum cellatlar bu kadar önemli görevlere, mevkilere gelemiyorlardı. Her şeye rağmen devlet katında liyakat ve ciddiyet esastı.

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Misal, Karpatların Maradonası Hagi’nin attığı “küstahça” bir golle haftalık tüm estetik ihtiyacımızı giderebiliyorduk. Şimdilerin sahte “yerli ve milli”sinin aksine gerçekten yerli ve milli futbolcularla büyük başarılar kazanan Galatasaray’ın Avrupa kupalarında elde ettiği o tarihi zaferleri sokaklarda tanımadığımız kalabalıklarla göz yaşları içerisinde kutluyorduk. Oysa günümüzün tükenmiş ikliminde birçok sektörü olduğu gibi sporu da siyasete kurban verdiler. Spor sahalarının giderek siyasetin sahası, arenası haline dönüşmesiyle birlikte doğal olarak o eski, ışıltılı zaferlerin yerini ilk turlarda elenen vasat takımlarımız aldı ve onlarla birlikte “başarısızlık” sportif bir geleneğimiz haline dönüştü.

Evet eski güzeldi. Hem de çok güzeldi. Malumunuz olduğu üzere eskiden cep telefonları yoktu. Yüreğine talip olduğunuz insana ancak “ev telefonlarından” ulaşma şansınız vardı ve evin ortak kullanımına açık bir iletişim aletini kullanma çabanız doğal olarak beraberinde o telefon konuşmasının tüm aile tarafından bilinmesine yol açardı! Bu istenmeyen durum aşıklarda o kadar büyük bir heyecana ve strese yol açardı ki, karşılıklı sevda yüklü sessizlikle geçerdi bütün o utangaç telefon konuşmalarınız.

Evet eski güzeldi. Eskiden aşklar de güzeldi biliyor musunuz? Çünkü iletişim olanaklarının bu kadar gelişmiş ve çeşitlenmiş olmamasına rağmen “iletişim”in bizatihi kendisinin değerli olduğu dönemlerdi ve bu yüzden de öyle kolay kolay ulaşamayacağınız, bir araya gelemeyeceğiniz dünyalar güzeli “kıvırcıkla” geçireceğiniz her nadide dakika, ıslak bir çimentonun üzerine düşüp sabitleşen anılar deryası olarak ömür boyu zihninizde yer tutardı.

Siz de fikrinizi söyleyin!