Psikoloji,  Sosyoloji,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Dünyan’ın En Ağır Yükü..!

Belli bir ağırlığı kaldırmak için çok çeşitli bedenlere, vücutlara ve değişik ruh hallerine ihtiyaç vardır. Teknoloji öyle bir etkilemiştir ki insanoğlunu ‘varoluşun’dan utandırır…

Empati kurmak, bir insanın kendini karşısındaki kişinin yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlama çabasıdır, bu anlayış şekli çoğu yetişkin insanda vardır; yeri  değiştirilerek değişim yapılan kişi, karşıdaki kişinin yerine kendini koyma! Büyük bir meziyet insanları anlamak, onların acılarını sevgilerini,düşüncelerini anlayabilmek, gerçekten insan olabilmek sanırım olması gereken vasıf aslında budur.

İyi güzel de beceremediğimiz! Olaylar, vakalar, adi suçlar çok fazla örnekler verilebilir; değişik kişilik karakterleri, akli dengesi yerinde olmayan kişiler. Psikolojide sanrısal bozukluk olarak adlandırılan rahatsızlıkta delüzyon, hezeyan ya da paranoya olarak ifade edilen tanımlandırılan rahatsızlıktan ötürü,peki sanrılar gören kişiler? Yok mu, elbette var. Öyle bir hastalık ki, büyük bir olay karşısında panik atak, heyecan, adi bir suç olayı ya da şiddet gören, işkenceye tanık olan, bizatihi yaşayan kişilerde bunun olduğunu okumuş ve görmüştüm, hatta geçici ataklar olarak başladığını ve belli zaman sonra şiddetin türü artarak devam ederek çoğaldığını da. Sebebi çözülmeyen! Teşhis koyulamayan türleri de olan bir hastalık olduğunu biliyorum, bu tür hastalığın belirli evresinde bulunan gördüğümüz, tanıdığımız yakınlarımız mutlaka vardır. Çevremizde diğer adı ile bilinen ‘deli’ diye tabir edilen bu insanlar, genellikle zararsızdır!

Kişiler bireylerdir, bu kişilerle empati kurmak oldukça zordur, en azından ben kuramadığım gibi onları anlamak için verdiğim çabaya sonradan kendime kızmama rağmen, bu kişilere nedenini tam olarak bilemediğim de gizli bir hayranlık besler, çözemediğim hikayelerini merak ederek saygı duyarım.

Şöyle ki; iyi veya kötü değiller, bazıları yalan söylemiyor ve oldukça da samimi olabilen kişiler. Dünyaları çok farklı sırf bu kişiler ile diyaloğa girip analiz edebilmek için birkaç defa ruh sağlığı hastanesine giderek, nasıl ‘rehabilite’ oldukları ve edildiklerini, (hasta yakınım sayesinde) gözlemleyerek, giderek bakış açımı nasıl değiştirebilirim acaba diyerek ziyaretlerim olmuştur.

Bu kişilere ben ‘arada kalmışlar’ ya da ‘yarım kalmışlar’ diyorum. Tanrıların, sırf zevk için deneysel, laboratuvar çalışmalarına tabi olan insanlar. Her hangi bir bağlantı ya da kayıt olmadığı gibi izlenmediklerini, hangi inanç ve düşünce temelinde olursa olsun; takip edilmediklerini hisseder, her nedense muafiyet sağlandığını da hisettirdiler. Sadece, o kişilere verilmiş bir statünün var olduğuna inanırım. Bazılarının ‘arşiv bilgileri’ çok kuvvetlidir. Zihin oyunları, bir filmin kesik bölümleri, bir kitabın eksik sayfalarına, bir müzik parçasının sözlerine benzetip ; empati kuramadığım yetmiyormuş gibi bu kişiler içinde sorular ‘nedensellik’ hiç bitmez.

Zihnim, beynimi yer kemirir.

Kimin dünyasındalar, benim mi? Azınlıkta olan onlar mı? Hadi onların dünyası gerçekse! Acaba ne demek istedi! Kimin cennetinde yaşıyorlar gibi şeyler düşünür dururum.

Deneysel çalışmanın yan etkileri bizler miyiz? Fikirsiz anılar anlamsız cümleler vb… Art niyet, nefret ve kin olmayan çoğu zaman komik! Aynı zamanda dramatik ‘için için kıyılan’ yürekler, aile faciaları, ziyaretler, yarım kalmış mutluluklar, bilinçaltındaki hissiz ve duyulamayan anlamsız hikayeler.


”Taşıdığın yükün kıymetini bilemedikten sonra hangi yola gidersen git.”

Senin ki de yük mü..! Gelsin de ağırlık görsün!

Sanat eserinin şaheser olması için üstün kalıcı bir yapıt olması, daha doğrusu evrensel olması yer ve zaman olmadan bunların daha ötesinde anlamlar ifade etmesi gerektiğini söyler tanımlasını yapan kişiler (ya da uzmanlar).

Bir resim fotoğraf nedir ki? Bir bir kameranın karesi! Kendini korusa, zamanın ötesine geçse ne olur? Yukarıdaki fotoğraf  bir sanat eseri başyapıtı değil, iki karenin birleşmesi de olsa şahsi görüşüm en azından Pulitzer’e aday olacak kadar unutulmayan fotoğrafların kategorsinde sessiz bir çığlık gibi çaresizliği anlattığı ,ifade, şekil, konu, tema olarak hikaye kesin olarak ortada. Bir kare; yol, sırtta taşınan çuval, ‘insan yükü’nün dramatik bir şekilde hikayesini daha nasıl anlatabilir ki? Fotoğrafı büyütüp ofisime astım. Çoğu insan memleket yayla özlemine benzetti! Derin düşünenlerde oldu; hımm.. ‘yük ve yol’ güzel denklem, yol mu yakın insan mı uzak diyenler bile oldu, üzerine de el yazısı ile ‘Taşıdığın yükün kıymetini bilemedikten sonra hangi yola gidersen git.‘ cümlesimi yazarak ekledim, neyse…

Hikayenin aslı ise ise şöyle,

Bir aile düşünün Van’ın Gürpınar İlçesine bağlı Yalınca Köyünde kırsalda ikamet ediyorlar. 1.5 yaşındaki çocukları hastalanınca telefonla acil yardım talebinde bulunuyorlar; (ama kimse ilgilenmiyor) çocuksa, gece saat 02:00 sularında hayatını kaybediyor, buraya kadar bir ihmaller zinciri var… İnkar edilemez, şu an ki yaşadığımız ortamda insanlar her gün ölüyor, hayatın normal akışı ve benzeri ifadeler kullanılabilir. Fazla da girmek istemiyorum çok detaylı araştırıp görsel medya veya internetten konuya geniş bilgi arşivine ulaşabilirsiniz, aslında konunun benim üzerindeki etkisine değinmek istiyorum.

Felaket, büyük üzüntü, bir bela, yıkım şiddeti öyle büyüktür ki toplumsal yaralar onarılması imkansız bazı olaylar dertler açar. Empati duyma ile kuramadığımız, asla unutamayacağınız vaka’lar. Bu olaylar sizin için hayatınızın dönüm noktası olup varlığınızı sorgulamanıza sebep olurlar; öyle bir perde çeker ki ömrünüze tüm yaşadıklarınızdan utanır, kör bir bıçağın bedene sürülmesine benzer!

Acı vermeyi bırakın, düşünceye mekansız çığlıklar attırır. Zamanı geçmeyen bir türlü kapanmayan değişik bir yaralar zinciri açar. Unutmazsınız, bedeniniz delik deşik olur, dikişte tutmaz artık, tüm yaşanmışlıklara rest çekilir. Vizyon, misyon görüşünüz, dünya ya bakış açınız,evrensel değerleriniz, insan hakları, çocuk hakları düşünsel haklar tüm kutsal değerlerinizi hallaç pamuğu gibi savrularak bir taraflara atılır. Vahşi bir fırtına, merhametsiz, karaktersiz, gurur onur dinlemeden önüne ne gelirse dağıtarak gider.

Yukarıdaki haber de beni öyle savurmuş işte böyle etkilemişti, dünyanın hiçbir mühendislik harikası hiçbir mucidi, hiçbir teknolojik gelişme, bu ağırlığı, böylesi bir yükü kaldıramaz! Hadi kaldırsın da göreyim!..

Burada bir çocuğun dramatik bir şekilde ölmesine mi? Babasının 16 km boyunca sırtına alıp bir çuval ile taşımasına mı? Sorumsuzluk örneğine mi? Merhametsizliğe mi? Vicdansızlığa mı? İnanın hangisine yanacağımı, çıra gibi nasıl eriyeceğimi şaşırmıştım…

Hayatım boyunca ilk defa böyle onursuzca, ilgisizlik ve bir ihmal örneği sayılacak nitelikte bir hayatın, küçük bir yaş’ın dondurulması, vefat eden bir çocuk, cenazenin taşındığını ve de taşıyanın bu şekilde bu metod ile cezalandırıldığını görmedim.

Belki de vardı, eskiden olmuş da bilmiyoruz da olabilir, ama fotoğraftaki gibi bana denk gelecek uygun şartlar olgunlaşmamıştı da diyebilirim? İdeolojik düşüncem, inanç sistemime bağlı olan varolan tüm değerlerimin, hiçbiri, değer yargılarımı bu derece ‘allak bullak’ etmemiştir. Bir çocuk babası olarak başka bir çocuğun babasının yerine kendimi koyamadım! Tüm samimiyetimle söylüyorum ki hiçbir ebeveynin de böyle bir acı yaşamasın! Hani derler ya ‘düşmanıma vermesin’ vermesin! Düşmanıma’da böyle bir acı vermesin? Düşmanımla savaşmak için bile olsa tanrı, böyle bir onursuzluk vermesin! Bu kalleşlikten daha öte, daha kötü bir sarmal, içinden çıkılamayan çok ağır bir yük, hiçbir ağır vasıta hiçbir kaldıraç bu tonajın ağırlığını kaldıramaz!

Kendi kendime iç sesim acını anlıyorum diyerek, karşıdaki kişinin yerine ekleyemedi yok! Beceremedim, kumaş yetmedi, o duruşun vaziyetin çaresizliğidir diyemedim, anlayamadım, acaba ne hissetti? Eğer böyle olmasaydı planları nelerdi? O an ne düşünüldü? Bu nasıl bir yük? Lanet olasıca o empatiyi kuramadım..!

İnsanların kaldıracağı yük kişiden kişiye değişir, biliyorum da anlayabilmek için adımlarımı attım, biraz onlarla oldum. Yürüdüm, zihnimi yordum, çuvalı taşıyan baba ile beraber yürüdüm; fakat yine de olmadı, olmuyor da çıra gibi yanıyorsun! Beceremedim.

Soğuk ayaz tipi şartlar, coğrafya, bölge, harita,dünya! Uzaya kadar çıktım, en yukarıdan en uzaktan bir baktım! Kendi yaşadığım yere bir film animasyonu benzer bir şekilde hızla geri sarması gibi geri düştüm, düşmez olaydım! Senaryo bile yazdım oluşturdum; birinci kişi Anne, Baba, akrabalar, acil irtibatı, telefondaki kişi! Verdiği cevap? Gözler, çocuk gözler, gözler… Çorabın ıslanmasını dahi hissettim de  işte ‘o yükü’ hissedemedim. Boğaz, yutkunamama yine o gözler…

İnsanlığın şakası olmaz…

Çevresel etkilerin, maddesel dünyada yan etkilerini herkes anlıyor. Bizatihi olarak içinde yaşadığımız tabiatın öfkesine şahit olmayan yoktur.

Doğanın intikamı; kendini sürekli olarak yenileyen ve değiştiren, canlı ve cansız tüm maddelerden oluşan varlıkların hepsini kapsıyor. Yaşıyor, yeniliyor, güncelliyor. Fakat, bu hususu kapsamıyor!.. Doğanın bir felaketi olsa inanırım, anlarım. Misal,çığ düştü, fırtına koptu! Volkan, yanardağ patladı tabiatın gücü, sel, yangın, deprem olur; normal bir ölüm vakası olsa yine anlarım. İlahi adalet kavramında durum biraz değişiyor. Evladının bedenini otopsi yapılması için çuvala koyup 16 km yürüyerek taşıyan kişiden tanrı tanrılar ne ister ki? Bir dakika dur bakalım yaradan! Neyin öfkesi bu? Arkadaş! Günlerce aylarca geceleri ıssız kaldığım dünyamda tanrı ile bu mevzuyu konuştum, neden böyle şeyler yaptığını merak ettim? Neden kırmızı çizgilerinin olmadığını? Neden bir babanın, kilometrelerce bitmeyen yol boyunca evladını sırtında taşıma cesareti ile sınandığını! Bunun her kimin bir ızdırabı, başkasının kefareti mi olduğunu? Kimin burada bedel ödediği cezalandırıldığını, bundan ne keyif aldığını sordum; o gün bu gündür. İletişim tekniklerini pek geliştirdiğimiz sayılamaz, aramızdaki haberleşme tek taraflı bir iletişim hali; ‘o gazabını esirgemiyor’ bende de dayanacak yürek kalmadı. Her geçen gün değişik akla mantığa sığmayacak kabul edilebilirliği olmayan savların hipotezlerini denemeye, akıl almayacak sınanmaları sürdürmeye devam ediyor. Şeytana verdiği sözünde durduğu gibi kıyamete kadar alınan bir söz bekledim. Bazılarına dokunmaması için olmazsa olmaz tek taraflı bir ilişki, pek sağlıklı değil… Halen cevap bekliyorum.

Hayatım boyunca, evrensel değerlere inanan, onurlu şerefli bir insan olarak yaşamı sürdürmeye, gece yatağıma başımı koyduğumda insanlık onuru ve haysiyetine uygun bir şekilde yaşıyor muyum? Acaba diyerek! Kendini sorgulayan kişiyim. Etkisinden kurtulamadığım bir olayı anlatmakla kalmayıp taşıyıcısının omuzunu kert’en bir iz’i anlatmak istedim. Siyaset ve politika mutlaka olmalıdır, olacaktır da lakin;

İnsanlığın, insan olması için din, dil ,ırk, cinsiyet, renk kavramı devşirmesi yaparak ezik bir siyaset malzemesi olarak bazı konuları propaganda yapılmasından da bıktım artık.

Sadece, içimdeki ‘Dünyanın en Ağır yükünü’ biraz da olsa siz dostlarımla hafifletmek istedim.

Dar’a çekerek kendi yükümü hafifletebildiysem ne mutlu…cifri


https://twitter.com/KemalistIlkay/status/1095444517371678720

Siz de fikrinizi söyleyin!