Deneme,  Edebiyat

Dilekçe

Düşlerimin de gerçeğin sınırlarına alınmasına ilişkin Tanrı’ya verdiğim dilekçeden henüz bir haber çıkmadı.

Çok şey değildi aslında istediğim: Aşkın, edebiyatın ve sanatın incelttiği bir dünyada yaşamak. Hepsi bu.

Savaşlar olmayacaktı, şiddet olmayacaktı, açlık, yoksulluk, işsizlik olmayacaktı… Benim isteğimin gerçekleşmesinin doğal sonucu olurdu bunlar ki Tanrı’nın bile işine gelirdi.

Dilekçemin altına, üzerime düşen ne varsa yapmaya hazırım diye de bir not düşmüştüm, hakkımda kötü şeyler düşünmesin diye Tanrı. “Hazırcı biri” demesin örneğin. Hem de elimle değil, elimle beynimle değil; elimle, beynimle ve gönlümle yaparım diye not düşmüştüm.

Dediğim gibi bunca zaman geçmesine rağmen Tanrı’dan henüz bir “tık” yok.

Dilekçe vermeme yol açan kendi gerçekliğimi şöyle açıklayabilirim merak eden olursa:

Verili dünyanın, bana öğretilenlerin, belli bir birikim ve olgunluktan sonra okuyarak öğrendiklerimin beni sınırladığını anladım; bütün bunların; gelişmemin, kendimi aşarak gerçekleştirebilmemin önüne geçtiğini fark ettim. Bulunduğum hapisten kurtulma isteğinden başka ne olabilir ki bu yaptığım? Olsa olsa dünyanın duvarlarını aşındırmak. Ama bu çok masumane değil mi? Ne dersiniz?

Bir tür öteki ellerimi kullanma, öteki sesimle çıkma çabası sokağa… Ki bende eski bir alışkanlık sayılır bu.

Peki, şimdi hanginiz bana yardım edebilirsiniz? Hanginiz çare bulabilirsiniz baş dönmelerime, mümkünlerin kapısından boş dönmelerime?

Dağlarda kuşlar çekinerek kanat çırpmasaydı; üşümeseydim kentler yağmalandıkça, ateş aldıkça silahlar… Belki de böyle bir şey yapmak aklımdan geçmeyecekti. İnanın böyle! Tanrı’ya da izah etmeye çalıştım ama olanlara bakılırsa ciddiye bile aldığı yok.

Kaldı ki gerçekler dünyası o kadar eksik ki zaten. Her şey mükemmel olsa, Tanrı kusursuz olsa, insan o zaman ev bark yapmaya bile kalkışmazdı. Olanlarla yetinirdi. Yıldızların altında bütün dillerden şarkılar söylerlerdi üstüne üstlük. Birlikte üretip kardeşçe bölüşürlerdi.

Bütün bunları böyle düşününce gerilere gitmek istedim biraz: Nietzsche’ye, Heidiger’e, Sartre’ye, Dostoyevski’ye, Tolstoy’a… Shakespeare, Cervantes’e kadar… “Yeni şeyler söylemek lazım cancağızım” diyen bizm Mevlana’ya kadar! Daha başkalarına kadar. Say say bitmez. Baştan sonra Anadolu’yu gezmek duygumu da ekleyebilirsiniz. Mozart, Vivaldi eşliğinde hem de. Sonsuza dokunmak, sonrayla buluşmaksa aklımın diğer ucunda.

Bilinmezlikler peşinde koşmadan bir anlamı kalır mı yaşamanın?

Oralardan bir şeyler alıp gelmeden, bir şeyleri görüntüye getirmeden… Can sıkıntısı, bezginlik bilinmezler ufkuna doğru kulaç atamamaktan ileri gelmez mi? Kanımızı nasıl tazeleyeceğiz, öyle ya! Nasıl kurtulacağız bizim için örülen duvarlardan? Bu dünya dar değil mi, duvarlarla örülü değil mi dört bir yanımız? Körleştirmemiş midir düşlerimizi, hayal güçlerimizi örfler, adetler, ideolojiler, bildik kabuller?

Düşmanlıklardan sıkıldığımı yadırgamayın ne olur. Eşitsizliklerden, adaletsizliklerden, ötekileştirilmelerden… Ve de insanın kendisine, başkasına ve doğaya olan yabancılaşmasının hala kırılamamış olmasından.

İşte bundan ötürüydü kalkıştığım şey. “Gerçek” diye tasvir edilenleri istemiyorum, kim istiyorsa onun olsun. Değişmeliyim ben, çarpılıp büyülenmeliyim… Gecikmiş bir “kalk” zamanı. Düşüncelerim ayaklansın, düşlerim ayaklansın!

Olması gerekene; Tanrının cennetinden, insanın cennetine… Ötelere, ta ötelere!

Madem dilekçemin aynını alamadım, şimdi bana, teselli için, içinizden biri uzun bir öykü anlatsın. Ama tek bir sözcükte geçsin bütün macera. Tek yanlı bir şey istemem, ben de şu dizeleri bırakacağım ona karşılığında:

öyle bir ağaç dibi bulacağım ki / orda rüzgârlar dağıtamasın beni / bir karış ucumda dipsiz uçurum / sözcüklerden… dökeceğim içimi // kuşlar, böcekler, çiçekler / kendi dilleriyle duysun beni / renk düşürmek için geleceğe / yırtacağım bildik anlamları // susmayı dile çevirmek de olabilir bu / ya da içten içe bir yangın… suyun çaresiz kaldığı / ve sonunda bir kül şiir / içinde ben bile tanıyamayacağım kendimi…

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!