Çocuk Gündemi,  Deneme,  Edebiyat,  Hatıra,  Şiir,  Tartışma,  Toplum

Derste

Derse giriş cümlem şöyleydi: Şimdiye kadar şiirle ilgili ne biliyorsanız unutun. Hatta daha anlamlı şeyler yaşamak istiyorsanız, yaşama ilişkin bildiklerinizi de unutun dedim. Ortalığın havası yeterince soğumuştu.

Derse çok ciddi başladığımı fark etmekte gecikmedim. Bu ciddiliği herkes kaldıramazdı. Ama olan olmuştu bir kez. Ortamı yumuşatmam gerekiyordu. Yüreğimin sıcaklığını yüzüme yayarak; bu öğretim yılı boyunca sizlerle işleyeceğimiz Şiir Dersi, nasıl olsa seçmeli ders, kimse bu dersten başarısız not alacağını düşünmesin. Üstelik devam mecburiyeti de yok; isteyen derse katılır, isteyen katılmaz. Vize veya finallerde alacağınız notlarsa en az dersten geçmenize yetecek kadar olacaktır, yeter ki sınavlarda bulunun ve boş kağıt vermeyin.

Sanırım ipin ucunu kaçırmıştım bu kez de. Fısıltı şeklinde; “Bu hoca kek!” sözleri dağınık bulutlar halinde yükseliyordu öğrencilerin arasından. Zaten vücut hareketlerinden, yüzlerinin girdiği şekillerden de görülebilirdi bu. Sükuneti ve otoriteyi sağlamak için harekete geçmekte gecikmedim. Biraz birbirimizi tanımaya çalışalım mı, ne dersiniz diyerek dümeni ele aldım. Kendimi tanıtmak için adımı söyleyip soyadımı söylemeye bile gerek duymadan özelliklerimden söz etmeye başladım. Boksta ikinciliğim var dedim. Yüzüme bunun doğru olduğunu ispat eden bir görüntü kazandırdım. Sıkı durdum. Kimsenin aksi bir şey düşünmesi mümkün değildi gözleyebildiğim kadarıyla. Öğretmenlik biraz da oyunculuk yeteneği değil mi?

Sıra onların kendileri hakkında konuşmalarına geldi sanıyordum. Yanılmışım. Düştüler benim bokstaki ikinciliğimin peşine. Aldık mı başımıza belayı! İkinciliği iller arası, bölgeler arası, uluslar arası karşılaşmaların hangisinde elde ettiğimi aynı anda sormaya başladılar. Hangi kiloda yarıştığımı ise kendi aralarında tahmin yürüterek bulmaya çalışıyorlardı. Çok dayak yediğim, yemediğim konusunda bahse tutuşanları da görüyordum. Sevgili oldukları, daha derse girişte dikkatimi çeken bir kız bir oğlanın aralarında geçen konuşma çok masumcaydı: “Çattık vallaha! Adam gençlik anılarını anlatmaya başladı baksana! Güya biz şiir hakkında bir şeyler öğrenelim diye seçtik bu dersi. Bu gidişle asla şiire sıra gelemeyecek..”. Anlaşılan o ki ipin ucunu daha da kaçırırsam arkasını alamayacaktım.

Eğer herkes dinlerse anlatırım diye pazarlığa girdim. İşe yaramıştı. Çıt yoktu sınıfta. Herkes oturmuş benim neler yumurtlayacağımı bekliyordu. Bir sağa, bir sola ağır adımlarla yürüdükten sonra kürsüde yerimi aldım. Dedim arkadaşlar size bir özelliğimi daha anlatacağım. Eksiksiz herkes dikkat kesilmişti. Devam ettim. Dedim, ben şiddet karşıtıyım. Birine zarar vermek ya da birinden zarar görmek gibi bir ikilem içinde kalsam zarar görmeyi seçerim. Çünkü, gördüğüm zararla bir şekilde başa çıkarım ama birine zarar vermeyi benim vicdanım kaldırmaz, kaldıramaz. Kuşkusuz bir insan zarar görmemeli, ama başkasına zarar da vermemeli. Bundan önemli bir şey daha var: İnsan zarar görenin yanında yer almalı. Ben de bunları okuduğum kitaplardan, yazdığım şiirlerden öğrendim…Hatta okuduğum kitaplar, yazdığım şiirler sayesinde az çok kendimi tanıdım, kendimi keşfettim diyebilirim. Umuyorum ki şiir derslerinde salt başkalarını tanımakla kalmayacak, aynı zamanda başkalarında kendinizi tanıyıp keşfedeceksiniz.

“Bokstaki ikinciliğinizi anlatın!” sesleri…

Tamam dedim, sözümü tutmalıyım: 18’mdeydim. O güne kadar, çocukluktaki ufak tefek kavga dövüşü saymasak kimseyle ne kavga etmiştim ne de dövüşmüşüm. Anadolu’nun küçük bir ilinde lisede okuyordum. Herkesin yaka silktiği, uzak durmaya çalıştığı, 20 yaşlarında bela mı bela biri vardı. Okuldan çıkmış, biraz sağda solda dolaştıktan sonra eve geliyordum ki onun birini fena halde döverken gördüm. Sağa sola baktım araya girecek, bu vahşeti engelleyecek kimse yoktu. Kitaplarımı bir kenara koyarak yanlarına gittim. Aralarına girmeyi deneyecektim. Benim yaşlarımda birisiydi dayak yiyen. Ağzı burnu dağılmıştı. Dövüşmeyi göze alan bir tavırla, kendinden güçsüz biriyle dövüşmeye utanmıyor musun, dedim kabadayıya. Olanlardan sonra bir iki saat sonra zor bela eve getirmişler beni. Olsun ikincilik ikinciliktir, dedim. Ne yapayım?

Zil çalmadan Turgenyev’in şu sözünü de anlattıklarımın arasına sıkıştırdım: “Şiir, gerçek olmayanı söyler ama bu söylediği şey hem gerçekten daha güzeldir, hem de gerçekten daha gerçek!..”

Şiir Derslerinin akıbetini mi soruyorsunuz? Devamsızlık yapan hiç olmadı. Derslerde laubalilik asla…Ne de olsa karşılarında boksta ikinciliği olan bir öğretmenleri vardı çünkü. Eğer derse katılmamayı gerektiren zorunlu bir durum varsa, hastalık vs. önceden haberim oluyordu. Hemen her türde kitap okuma alışkanlığı kazandı öğrenciler. Şiir dinletileri bile düzenlediler. Şimdiye kadar bildiklerinizi unutun demez olsaydım; şiir yazanların bir kısmı şiir yazmayı bıraktı. Bereket bir kısmı da yazmaya başlayınca içim rahatladı. Şu an aktif olarak arkadaşlık yaptığım pek çok kişi var aralarında. Bazılarının adlarını dergilerde görmek ayrı bir keyif.

Not: Bu yazı; Kocaeli Üniversitesi’nin bir biriminde verdiğim şiir derslerindeki yaşanmışlıklardan alınmadır.)

Hayrettin Geçkin

Editörün notu: Öncelikle değerli yazarımız Hayrettin Bey’i bu başarı öyküsünden ötürü tebrik ediyorum. Her zaman tevazulu ve her zaman çok mütevazıdır. Yazısına bu fotoğrafı seçtim çünkü, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun şu sözleri geldi aklıma;

“İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı
Esti mi rüzgar bir değil milyonlar için esmeli”

“Dolu bir sürahi boş bir bardağa eğilmeli” ki bardak dolsun. Öğretmenlik, en kutsal meslek olmaya çağımızda da devam ediyor ki tüm öğretmenlerimizin eğittiği yarınlarımız olan çocuklara gayretleri çok mühim. Değerli Hayrettin öğretmenimizi tebrik ediyor, öğrencisi olmadığım için kendimi şanssız hissediyorum. En içten sevgi ve hürmetlerimle… Kemalist İlkay

Siz de fikrinizi söyleyin!