Deneme,  Edebiyat,  Toplum

Deniz ve Ben

Yetimliğin ıstırabını yeterince yaşadık, öksüzce günler geçirdik fazlasıyla, damarlarda kan yerine baldıran zehri dalaştı, öldürmedi ama ölümden beter etti.
Herkes ancak payına düşeni kadar mutlu olur, gün yüzü görür, yol alır ve yaşar, biz hep süründük, payımıza da bu düştü.

Yaşadık mı?

Amenna, ama rezilce ve sefalet içinde. Böylesi sefil yaşamaya yaşamak demek ahmaklıktır, şükür etmek de öyle ve buna kader demek de hakeza.

Her ne kadar göçmen kuşlar misali iklimine göre yer değiştirdi isek de, bizimkisi göçmen kuşlarınkine kıyasen çok daha farklıydı. Onlar hayatta kalmak ve üremek için yaparlar bunu. Bizde de farklı sayılmayız bilirim. Bütün canlılar için temel bir özelliktir bu. Ama onlarda doğa söz konusuyken ve doğalken, bizdeyse insan faktörü önemli rol oynar bu hususta ve -sizi bilmem ama- suni gelir bana insanın göçmenliği. İçgüdüleri alır götürür kuşları, bizi ise zihnimiz; dürtülmüş, dayatılmış, mecbur bırakılmış, s**tir çekilmiş bir zihin.

Bizimki de bir zorunluluktu kuşlarınki gibi, ekmek kazanma zorunluluğuydu yabancı iklime koşturan.
Ekmek ihtiyacı ve mecburiyeti yer değiştirtti ve yön verdi bize, hep bir kanadımız kırık yaşadık, bir tek rüyalarımızda mutlu olduk, uçarken saydam gökyüzünde, berrak ve mavi denizler üzerinden, o da yarım bırakıldı, uykulardan uyandırılarak.

Hayat rüzgarı beni ve benim gibi nicelerini çakır dikeni gibi önüne kattı ve diyar diyar dolaştırdı, diyar diyar süründürdü, çok sonradan fark ettim ki cefakar bir hayatın müridi olmuşum meğer.

Göç zamanı gelip çattı, ne leylektim, ne turna, ne de kar kuşu, adı konmamış yarı evcil, yarı yabani bir kuştum.

Benim gibi kuşlar mevsimine göre yol alır ama ekmek ön plandadır her zaman. Daha müreffeh bir yaşam için sıladan gurbete bir yolculuktur, bir yeni hayat, namerde muhtaç olmadan, kimseye el açmadan ayakta kalabilmek için bir mücadele benimkisi.

Hayat her zaman çetin koşullarla karşılar insanı, ama herkese aynı fırsatı sunmaz ve aynı şansı tanımaz. Bazıları vardır ki hayatını hep çetin koşullarla idame eder ve bu koşullar hiç mi hiç baş ucundan ayırmaz. Ben de o sınıfta oldum işte.

Zorluklar bazen kepin altında, bazen oduncu gömleğinin yakasında, bazen sararmış ve söküğü artık tutmayan bir okul önlüğünde, bazen on yıl boyunca kullandığım eski püskü bir pantolonda, bazen de bir çorabın sentetik tabanında karşıladı beni.

Antalya Kemer’de de namert günler yakamı bırakmadı maalesef. Geceleri hüzün çökerdi, gündüzleri fazla çalıştırılmak ise ağır gelirdi.

Buradan bıçakla yarı çürük karpuzu ikiye böler gibi, kasvetli ve kederli, çürük olan tarafını kenara atıp, tatlı, çürük olmayan tarafını ama ölümden dönüş hikayemi anlatmak istiyorum.

Kayışlarından tuttuğum, gelişi güzel sırtımda taşıdığım, yedek elbiselerimin bulunduğu ucuz bir çantayla içeri girdim. Kısa ve arkalıksız iskemleler yan yana dizilmiş, az boşluk bahşedilerek sıralanmış iskemlelerin önlerine özensiz imalattan çıkma sehpalar konmuş, karşıda faal bir televizyon ve duvarları çadır tentesinden oluşan, sade, güneydoğu usulü bir çay ocağı burası.

Portatif bir semaver ön köşede duruyor. Bu semaverde su, devamlı, fokur fokur kaynıyor ve çalışanlar, arı gibi durmadan oradan oraya koşturuyor.

Bir çadır kahvesi burası. Mevsimlik. Muhtemelen işletmecisi bizim oralıdır, çünkü bizim oradaki avare ve işsiz insanların toplandığı ruhun ta kendisidir burada olan, göze çarpan.

Kemer’in girişinde, caddede bulunan boş araziye kurulmuş bir çadır. İşgaliyle bedeli ödenerek, belediyenin izin verdiği bir esnaf dükkanı. Belli ki kışın toplanan, sadece yazın faal olan derme çatma bir çadır kıraathanesi.

Yıl 1989, o zamanlar her yer gibi Antalya’nın Kemer ilçesi de gelişmemiş, binalar her tarafı kaplamamıştı. O zamanlar henüz şişmemiş, nüfusu yoğun olmayan, turistik, şirin bir yerdi Kemer.

Kıraathane insanlarla tıkış tıkıştı. Kahveci boş bir yer ayarlayıp, beni buyur etti. Araya sıkışarak, çantamı yere, önüme koyarak oturdum. Müşterilerin tamamı bir parça ekmek umuduyla yollara düşüp buralara kadar gelen gurbetçilerdi benim gibi.

VHS video da Rambo’nun ‘İlk Kan’ adlı filmi oynuyordu. Çok geçmeden çayım önümdeki sehpaya kondu. Çayla pek aram yoktu ama, çay almak mecburi idi. Günün hararetine iyi gelir niyetine yudumladım o başka zaman olsa üstüne para bile verseler içemeyeceğim çayı.

Filmin sonuna doğru bir çay daha geldi. Aynen Batman’daki usul gibi, burada da her film için iki çay içmek mecburiyettendi.

Çalışmaya, iki parça ekmek (biri bana biri de yolumu gözleyen kardeşlerim) için, çoğu zaman olduğu gibi, yine bir başıma çıkıp gelmiştim, Batman’dan tâ buralara kadar.

Filmimi izleyip çayımı içtikten sonra kalktım; kalkmalıydım çünkü günün bitmesine az bir vakit kalmıştı. Oyalanırsam akşam çöker ve ben de dışarıda geceyi geçirmek zorunda kalacaktım.

Kalkıp semaverin yanında dikilen kahvecinin yanına gittim. Çay parasını ödedim ve belki iş hususunda biraz yardımcı olur diye onunla ayaküstü kısa bir konuşma yaptım. Diyarbakır’ın Silvan ilçesindendi. Yan restoranda eleman arandığını söyledi.

Hiç vakit kaybetmeden restorana uğradım. Deniz ürünlerini pişirip satan bir balık restorandı. Güneş tamamen dağların arkasında kaybolmuş bir vakitti. Sağa sola döndüm, ilgilenen olmadı. Kasada bitiverdim. Utangaç ve mahcup bir edayla bekliyorum. Salon müşteri ile kaynıyordu. Kasa bile ödeme kuyruğundan ötürü hiç boş durmadı.

Böylesi kalabalık bir lokantada çalışmak oldukça yorucu olmalıydı. Uzak ve yakın masalardan aralıklarla çatal, kaşık ve bıçak sesleri geliyordu.

Düşünceye dalmışım beklerken.

Kaçta başlayacak, kaçta bitecekti. Ne maaş vereceklerdi. Yatma yerleri var mıydı acaba diye düşünürken bir eli omuzumda hissettim, kafayı çevirip baktığımda tanıdık bir sima ile karşılaştım.

Köylüm, komşum ve uzaktan akrabam olan bu şahıs, Muzaffer’den başkası değildi. Kasadan uzaklaştırdı beni. Mutfak bölümüne geçtik. Yoğunluğa rağmen işi gücü bırakıp benle ilgilendi. Garsonlar, komiler, tabakçılar gelip gidiyordu habire. Belli ki Muzaffer’e yoğun bir ihtiyaç vardı ama nüfuz sahibi olmalı ki kimse laf edemiyordu. Müdürün bile ricayla iş yaptırdığına şahit oldum.

“Az bekle” dedi yanımdan ayrılarak.

Bir süre sonra geri geldi.

“Bulaşıcılık yapar mısın?”

“Olur, ama yatma yeri olursa…” dedim üzüntümü gizleyerek. Hüzünlendiğimi anladı.

“Burada yatarsın.”  dedi ve ekledi. “Bak teyze oğlu! Bir kaç gün idare et, seni garson yapacağım göreceksin.”

“Tamam Muzaffer abi.”

Hemen bulaşıkhaneye yollandım. İki bulaşıkçı idik. Benle çalışan efendi bir kişiydi. Tencereler, tepsiler, tabaklar yıkadık. Çatal bıçak kaşık yıkadık. Hiç kirli bulaşıklar tükenmedi. Biri geldi, biri gitti. Durup dinlenmeden yıkadık.

Bir buçuk gün çalıştım orada. Oldukça yorucu bir işti. Çalıştığıma karşılık ücret falan ödenmedi. Yedim, içtim ve iki gece yataklarından yararlandım. Hepsi bu.

Bir boşlukta gezmiş, mahalleleri dolaşmış ve nihayetinde plajda iş bulmuştum.

Ayışığı Tesisleri’nin plaj kısmında görevliyim. Şemsiye açıyor, şezlong taşıyor, yerleştiriyorum. Misafirlere ayak işleri hizmeti veriyorum filan.

Üç öğün yemek veriliyor. Lüks, geniş bir çadırda yatıyoruz. Çadırın içinde askerdeki gibi çiftli ranzalar mevcut. Kerkesin yatağı kendine has. Beş ranzamız var, yani on kişilik ama beş altı kişi kalıyoruz sadece.

Yemekhane de herkesle birlikte, ayrı gayrı olmadan yemek yiyor, içiyoruz.

Plajın boş olduğu bir vakit, konukların çok olmadığı hafta içi bir gün, akşam üstü, Alman kızlarla voleybol maçı yaptık. Onlar oynuyorlarken, biz de yüzsüzlük ederek oyunlarına katıldık.

Oynamadan evvel kumlar üzerinde uzanmış hatunları temaşe ediyor, onlar üzerinden geleceğimizi şekillendiriyorduk. Alman uyruklu kadınlarla evlenip, Almanya’ya yerleştikten sonra renkli ve müreffeh bir hayata sahip olan erkekleri konuşuyorduk. Her birimiz birer hatunu seçtik. Ben de Charlotte’u seçtim, ancak enteresandır ki Mahmut da aynı hatunu seçmişti ve bu konuda şakavari tartışma almış başını gidiyordu. Charlotte alındığında, maalesef biraz kilolu olan Hannah hanım kalıyordu diğerine. Bunu da ne ben, ne de Mahmut istiyordu.

Bakalım Kimin olacak diye de inatlaştık. Biz böyle havadan münakaşa ederken, çapkın Kemal kalkmış, kızların yanına gitmiş ve oyuna katılmamızı teklif etmişti. Daha onay almadan “hurra” deyip oyunlarına katılma terbiyesizliğinde bulunduk.

Onlar da davranışımızı terbiyesizlikten saymayıp katılmamızı maruz görerek birlikte maç yapmayı kabul ettiler. Kadınlar ve erkekler karşı karşıya geldik.

Maç başladı. Çekişmeli devam ededursun karşılaşma da biz bu hanımların tarifine geçelim!

Tatil için Kemer’i seçen bu hatunlar, beş kişiden oluşan bir kafileydi. Aralarında balık etli iki kız da vardı, ama gerisi fiziğine olabildiğince düzgün ve albeniliydi.

Onlar bizi karşılaşma için oyuna davet etmedi. Biz onlara salça olduk, olduğumuz halde teklifimizi makul görüp oynamanızı kabul ettiler. Belki de bu yolla bize ders vermek istiyorlardı çünkü onlar profesyonel, bizse acemi oyunculardık.

Kumsalda başladık oynamaya. Beşe beştik.

Alman kızlarının isimleri sırayla şöyleydi: Johanna, Emma, Sophia, Hannah, Emilia ve Charlotte.

Kızların hepsi de sarışın, beyaz tenli ve birbirinden güzeldi. Aralarındaki Charlotte adındaki kız ise ayrı bir güzellik taşıyordu. Boyu, endamı ve güzelliği ile kusursuzdu. Harika voleybol oynardı ve müthiş bir yüzücü idi.

Bizim takımın isimleri de şöyle: Kadir, Kemal, Yusuf, hemşehrim Mahmut Bey ve ben.

Bizler esmer tenli gençlerdik. Güneşte kızarmış olan tenlerimiz daha da kara görünüyordu. Aramızda Mahmut adındaki hemşerim ise melez bir zenci gibi karaydı. Hele kıllar içinde bir acayip görünümü vardı.

Kolları, bacakları, göğsü ve sırtı simsiyah ve sık kıllarla doluydu. Ortanın üzerinde bir boya sahipti. Tam bir Recep İvedik görünümündeydi ve tam da Recep İvedik’in şortunu andıran bir şortla dolaşırdı. Tek farkı kaşlarının bitişik olmamasıydı. Belki de Gökbakan bunun gibilerinden esinlenerek filmi yapmıştı. Ama efendi ve hoş bir karakter taşıyordu.

Mahmut kaslı ve güçlü bir yapısıyla oldukça iyi bir yüzücüydü, voleybolu da fena oynamıyordu. Zaten büyük oranda bize sayıyı o kazandırıyordu.

Oyunu büyük bir farkla kaybetmemize rağmen, Recep İvedik gibi inat edip, devam ettik belki yeneriz veya farkı kapatırız diye. Ama oynadıkça aradaki fark daha da büyüdü. Yenmek ya da en azından berabere kalmak için her türlü dolabı çevirdik yine de olmadı.

Yorulduk, bitap düştük, ter içinde kaldık. Kısa bir süreliğine kumlar üzerinde sırt üstü uzanıp dinlenen kızlar, gülüşerek denize atladı. Arkalarından koşturan bizler de atladık.

Alman kızların dördü kıyıda yüzmeyi uygun buldu, diğer arkadaşlarımız da, ama Charlotte açıldı, Mahmut da peşinde yüzdü, ben de arkalarına takıldım.

Epeyce açıldık. Fena sayılmaz bir yüzücüydüm, ama hayatımda hiç bu kadar uzağa açılmamıştım. Belki de koruyucu gözüyle baktığımdan mı ne bilmiyorum ama biraz da Mahmut’a güveniyordum nedense, bir tehlike söz konusu olsa yardım eder diye.

Kız kulaç atarken adeta vahşi bir kısrağın enerjisini taşıyormuş gibi yüzüyordu. Mahmut peşinden keçi yolunda dağlarda yürüyen bir katır gibi yüzüyordu. Ben de arkalarına hiç küçümsenmeyecek güçte, katırdan da inatçı bir karakaçan gibi takılmış gidiyordum.

Durmadan ilerliyorlardı. Kız kafasını geriye çevirip bir bana, bir Mahmut’a bakıyordu. Hiç birimiz konuşmuyorduk. Sadece yüzüyorduk.

Dursunlar istiyordum çünkü fena yorulmuştum. Geriye bakmak bile istemiyordum çünkü bayağı bir mesafe kat ettiğimi biliyordum. Ne diye inat ediyordum ki! Anlamıyor yâda anlamak istemiyordum. Sanki Charlotte, “ayı Mahmut’u boşver ben seni seçtim ve sevdim aşkım” diyecekti de ondan çırpınıyordum.

Allah bilir şu an Charlotte kimin karısı ve kaç çocuk annesidir! Hep olmayan duaya amin dedik. Hep platonik aşklar peşinde koştuk. Sanki neyime gerekti! Heder olmaktan başka ve hayatımızı tehlikeye atmaktan başka ne işe yaradı! Sadece bu değil, bütün olup bitenler! Her şey ahmakçaydı.

Ha gayret! Belki madalya takarlar! Nasıl döneceğimin korkusu bütün bedenimi sarmıştı. Ama pes etmek yok, yola devam! Bir yanım, “nasıl döneceğim” diye endişe içindeyken, bir yanım “Allah kerim” diyordu. Bir yanım, “onları boşver, artık geri dön” derken, bir yanım, “olur mu? Yüzmelisin!” diyordu. Bir yanım, “gidersen ölürsün, artık yeter” derken, öbür yanım “dönmek yakışmaz” diyerekten erkekliğine toz kondurmuyordu.

Hem öyle bir iddia, öyle bir cebelleşme, öyle bir inat mı vardı ki tehlikeyi göze alarak yüzüyordum? Hayır sadece ben, içimdeki benle savaşıyordum.

Akşam üstüydü. Güneş batmak üzereydi. Tertemiz bir hava vardı. Berrak bir gökyüzü ve bir o kadarda temiz bir deniz ile iç içeydim. Doğa bütün canlılığıyla selama durmuştu.

Deniz sakindi. Yerinde sayan sular hafifçe dalgalanıyordu. Devinim etrafı denizle örülü duvardan oval şekilli havuzlar yaratıyordu. Ovallığın içinde buluyordum kendimi ve bu bana korku veriyordu. Burası hiç mi hiç kıyıya benzemiyordu.

Charlotte durdu ve sırt üstü dönerek su yüzeyinde dinlenme moduna geçti. Mahmut da Charlotte’nin üç metre çaprazında durarak aynı şeyi yaptı.

Ben de onları geçip durdum ama kedi yüzmesi yaparak yüzeyde durabiliyorum ancak, çünkü aynı hareketi yapma becerim yoktu o zamanlar.

Kıyıdan uzak, denizin tam ortasındayız artık. Güneş tamamen kaybolmuş. Aydınlık yerini karanlığa terk etmişti.

Karaya bakıyorum, yüksek binaların tepesi haricinde bir şey görünmüyor. Ürktüm. Yüzerek dönebilme inancı yoktu bende. O kadar çok mil kat ederek buraya vardığıma inanamıyordum. Bu bir başarı değildi, bir budalalıktı.

Charlotte dönmeye başlayınca, arkasından Mahmut da dönüşe geçti. İkisi de hızlı türden kulaçlar atarak yüzüyorlardı.

Kedi tipi yüzmemi sürdürdüm. Kulaç atacak takatim kalmamıştı ama. Ağzımı açıp yardım dileyecektim ki yapamadım bir türlü. Ayıptan saydım galiba. Biraz daha olduğum yerde yüzdüm. Git gide uzaklaştıklarına şahit olurdum. Bu daha da korkuttu beni. Ve geç de olsa, “Mahmut, Mahmut” dedim ama öyle çok yorulmuşum ki bitkinlikten sesimi ancak kendim işitebiliyordum. Gözden ıraklaşıp gittiler.

Mahmut’a inancım ve güvenim kof çıktı.

Kulaç atmaya başladım. Üç metre ileriye gidemedim, duraksadım. Sırt üstü uzanıp dinlenmeyi denemek istedim, ama bir süre sonra ayaklarım aşağı doğru çekilmeye başladı. Hemen toparladım. “Ha gayret” deyip, hiç yorgunluk yokmuş gibi yola koyuldum. Yüzdüm. İyi de mesafe aldım ama tekrar karamsarlığa ve bitkinliğe yenik düştüm. İçimden kendime, “aman Allahım buradan nasıl kurtulacağım?” sorusunu yöneltmeye başladım.

Fazla uzak olmayan bir gemi gördüm yürüyen. Yat olmalıydı. Müzik sesi geliyordu ondan. Benimle çakışır pozisyona gelince ellerimi kaldırıp kaldırıp gösterdim, görsünler diye. Artık utanmayı düşünmüyordum bile. Bağırdım bağıra bildiğim kadarıyla. “İmdaaat, imdaaat.” Yok, o da duymadı. Uzaklaşıp gözden kayboldu.

Bir başıma kalmıştım denizin ortasında. Doğa kanununa uymaktan başka bildiği bir şeyi olmayan engin denizle kıyasıya savaşım başladı. Benim onunla kıyasıya mücadele etmekten başka şansım yoktu.

Tek çarem yüzmekti. Başka da çarem yoktu. Ya mücadele vererek kurtulacaktım, ya da mücadele ederek ölecektim. Pasifliği seçerek kolayına kaçmak bize göre değildi. İşin iki ucunda da mücadele olmalı! İllaki öleceksek direnerek ölmeliyiz!

Ama büyük bir tedirginlik sarmıştı dört bir yanımı. Nasıl başaracağımı ben de bilmiyordum. Tek bildiğim şey yüzmek, yüzmek, yüzmek idi, O da ben de yok idi!

Denemeliydim ve de öyle yaptım. Yüzüyorum artık bütün korkuları geride bırakarak. Kulaç atıyorum durmadan. Yorulunca sırt üstü uzanıyorum. Batıncaya kadar devam ediyor bu vaziyet. Suya atılmış bir köpek gibi çırpınıyorum. Hayatla ve ölümle didişiyorum. Kendimi biraz daha ileri taşıyabilmek için azimle mücadele ediyorum.. Kulaç yorunca öbür yüzme şekline geçiyorum. Kollarım iflas etmesin diye bacaklarıma yükleniyorum.

Kafamı kaldırıp ileriye bakıyorum daha çok var mı diye.

Ufukta kara yok ama gözümü ayırmadan ona doğru yürüdüğüm binanın katları görünüyordu. Onu hedef seçmeseydim belki de yönümü şaşırıp Şam’a gideceğime Bağdat’a giderdim. Binanın katlarını gördüğüme seviniyordum. Bu bana cesaret veriyordu ve her şeyden önce umut aşılıyordu.

Her gayret bir adım daha ilerletti, bu azim ve kararlılıkla devam ettim.

Bacaklarıma yüklenirken sağ bacakta kramp hissettim. Biraz daha zorlayınca bacağımı tamamen kaptığını anladım. Kramp öyle büyük bir acı verdi ki sanki bacağım değil de yüreğim bıçakla parçalanıyordu. Kramptan mustarip bacağımı, su yüzeyinde durabilme dengesini sağlamak için kullanmak haricinde yüklenmemeye özen gösterdim. Çok geçmeden öbür bacağıma da kramp giriverdi. Bacaklarımın her ikisini de artık kullanamıyordum. Ciğerlerim lime limeydi. Artık umudu kesip yenilgi bayrağını göndere çekmenin zamanı gelmişti.

Binalardaki ışıkları görüyorum. Orda hayat vardı ve devam edecekti. Bu devran bensiz de sürer giderdi. Altı tarafı kâinatta bir toz zerresiyim. Ben olmasam da olurdu. Dağa bir kuş konmuş, dağa ne katar, dağdan bir kuş uçmuş dağdan ne eksilirdi. Artık yolun sonuna geldim ve pes etmenin çanı çalıyordu.

Su üzerinde durdum. Derin derin nefes alıp verdim. Ciğerlerimi doldurup boşalttım. Hâlâ yaşıyordum ve böyle süreceğinden hiç umudum kalmamıştı. Bacaklarım beni aşağı çekti. Yüzeyde durabilmek için bir sinyal çaktım ama öyle bir canımı yaktı ki, inanın her iki bacağımdan da hançer darbelerini yediğimi duyumsadım.

İlerisini hesaplamadan iş yapanlara matematiğin ağır ve kalabalık rakamlarından oluşanı çarpar. İlerisini düşünmeden ve hesapsız çıkmıştım yola. Şimdi bunun bedelini ödüyordum. Hak etmiş miydim bilmiyorum. Ama çok ağır ve oldukça derin sonuçlar doğuran bir işe girişmiş olsam da bedeli ölüm olmamalıydı. Bir şans daha tanınmalıydı. Fakat ben dirhem dirhem azalarak ölüyordum.

Yolun sonuna geldim, karar verdim ve artık gerekeni yapmalıydım.

Suyun içinde gusül abdestini aldım. Allah’ın beni affetmesini diledim. Kafamı tümüyle suya daldırıp bir süre öylece tuttum. Bir köpekbalığının gelip beni avlamasını istedim nedense. Onun darbeleri belki boğulmak kadar dehşet verici olmayabilirdi. Korkuyordum ama sadece ölümden. Değil köpekbalığından, Jaws’tan bile korkmuyordum o dakika, çünkü hiç bir ölüm göz göre göre ve ağır ağır geliyor olan kadar acı vermez canlıya.

“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” dedim ve bedenimi hareketsiz bırakarak derin sulara emanet ettim.

Batıyorum, batıyorum ama nefesimi tutuyorum aynı zamanda, hava yerine tuzlu suyun ciğerlerime dolmasına izin vermekten korkuyorum, bunun ne acı ve korkunç bir şey olduğunu hissedebiliyorum. Belli ki burada da mücadeleyi elden bırakamıyorum. Elimde değil işte. Hayat bu! Tutunuyorum, varsa kırıntısına bile. Yaşam bi hayli tatlıymış ve ölüm de bir o kadar zormuş. Aşağı doğru battıkça suyun serinlediğini, serinlikten sonraki vardığım tabakada ise vücudumun soğukla temasını duyumsuyorum. Bu kadarını canlı ve pratik yaşadıktan sonra pes ediyorum ölmekten ve zor da olsa ölüme karşı koymaya karar veriyorum.

Ölmek ne zormuş be! Bunu anladım. Can havliyle çırpınıp yukarı çıktım. Yüzeyde başımı dışta tutmaya çalışarak nefes alıp verdim. Deniz suları da her fırsatta hücum etti ağzıma.  Belki dört metreden fazla dibe iniş yapmışlığım vardı, çıkmak kolay olmadı çünkü şuurumu kaybedip, çıkışı karıştırmaktan korktum. Neyse ki her karenin renkleri farklı olduğundan, gök karanlığını nişan alıp ok gibi yüzeye fırlattım kendimi.

En kötü yaşam bile ölüme götüren sekerattan iyi olduğunu anladım ve daha bir yaşama sevinciyle yol almaya başladım.

Yav, ne yapıyordum hakikaten! Madem hâlâ az da olsa, küçük bir çıkarı vardı da neden denemeyip kolay olanını seçiyordum. Hem bu o zaman ki samimi duygularla yaşadığım İslam inancına aykırı değil miydi?

Ölüm göründü diye pes etmek bir intihardır. İntihar zayıf insanların işidir. En kötü mücadele bile ölümü tercih etmekten evladır. Bu şiarla direndim. Her ne kadar göremiyor isem de gözlerimin, aldığı tuzlu suyla kan çanağına döndüğünden emindim. Ağzımdan ve burnumdan aldığım sular ise sıklıkla öksürtüyor ve, hapşırtıyordu beni. Öylesi durumlarda öksürmek ve hapşırmak felaketlerden bir felaketti, hiç de doğal olan anlara benzer bir yanı yoktu.

Enerjimi temkinli kullanıyorum. Yüzüyorum ama çok ağır! Bir kaplumbağa gibi, çünkü hızlanacak gücü bulamıyorum kendimde. Sadece hırstan doğan mücadelenin vermiş olduğu gayretle ilerliyorum. Adım adım. Olsun! Pes etmedik, ilerliyoruz ya!

O kadar yorgunum ki bir köyden çok uzak bir köye, sırtında fazlasıyla ağır yük olan bir eşeğin, köye girmiş, menzile ulaştı ulaşacak mesafede olan yorgunluğunu taşıyorum adeta. Kan ter içinde. Kanım içime akıyor, terim ise denize karışıyor. Deniz yutuyor ve tuzlu suyunu şırınga ediyor derideki gözeneklerime.

Krampları bastırarak yüzüyorum. Bilhassa kollarıma yüklenerek, bacaklarımı fazla kullanmamaya çalışarak yüzüyorum. Bacaksız yüzülebilir mi hiç! Mümkün değil. İster istemez beni batırmasınlar diye kullanıyorum kramp girmiş bacaklarımı ama beynim her sinyal gönderip, faaliyete geçirdiğinde sanki biri çuvaldızı, bir o bacağıma bir bu bacağıma saplıyor gibi canım fena yanıyordu ama olsun hayatın her bölümü zaten acılarla dolu ve yakıcı değil miydi!

Bu en büyüğü olsa da önemli olan büyüklerle çarpışma direncini gösterebilmektir esas olan.

Peki ben kiminle çarpışıyorum? Ben benle çarpışıyorum işin aslı. Kaderle! İçimdeki ötekiyle. Umutsuzluk yaratan şeytanla.

Hep savaş halindeyim!

Zafer ölümün üzerine korkusuzca yürüyenlerindir. Zafer direnenlerin, pes etmeyenlerindir. Zafer yılgınlığa kapılmayıp, baş kaldırıyı derinleştirenlerindir. Zafer isyan ateşini yüreğinde yangınlara çevirenlerindir.

Peki koşullar eşit miydi?

Zaten hayat hiç bir zaman güçler arasında eşit denge ve aynı olanakları vermemiştir, vermez. Fakat hep doğru olan kazanmıştır. Haklı olan kazanmıştır. Belki ölür, öldürülür ama kazanan hep o olmuştur/olacaktır.

Artık bir başıma, korkunun üzerine gidiyorum. Korku taşımayarak yürüyen, saf kan bir Arap atı gibi yüzüyorum. Karanlıkların gökyüzünden süzülerek yeryüzünü doldurduğu ve buradan yayıldığı denizlerde yumruk yumruğa kavga ederek, dişe diş, kana kan denizle dövüşerek yüzüyorum.

Yese düşmemek lazım, morali yüksek tutmalı ve öyle yapmalıyız. Ve öyle yapıyorum. Moral iyi olup, yüksek tutulursa üstesinden gelinmeyecek şey yoktur. İnanmak başarıya ulaştırır, moral bunun ön ayağını oluşturur.

Yılmak yok. Yılgınlık göstermek yok!

Felek zırhını kuşanmış, keskin kılıcını çekerek bütün acımasızlığını gösteriyor. Ben de kendime karşı daha fazla acımasızlığı göstereyim ki, “feleğin canına oh olsun” dedirtiyor şeytan bana.

“Yok bu böyle değildir” diyorum ve seni yeneceğim. Azmimle, rezil rüsva edeceğim diye cümlemi tamamlıyorum. Sinirleniyorum. Dişlerimi sıkıyor ve kendime öfkeleniyorum. Kaslarım geriliyor düşünürken gel / gitler arasında olumsuzca ve bunun zarar verdiğini görüyorum pratikte. Tam da böylesi bir durumda olumsuz geçitlerin önünü tıkayarak olumlu düşünmeye karar veriyorum. Olumsuzlukları defediyorum zihnimden.

Ancak radikal ve olumlu kararlar vererek insan düzlüğe çıkabilir. Hem beni bu hâle sokan felek değil mi? Eh, öyleyse onu sevindirecek olumsuz duyguları barındırmamalıydım ve zaten onunla kıyasıya mücadele etmiyor muydum. Evet ediyordum. Öyleyse o beni alt etmeyecek, edemeyecek. Buna izin vermeyeceğim. Ben onu al aşağı edip, sırtını tuşa çevireceğim.

“Seni yeneceğim. Ey vicdandan yoksun, sinsi, kurnaz ve acımasız talihim! Göreceksin finalde, ‘al sana’ diyerek orta parmağımı göstereceğim.”

Yüzüyorum. Kulaç atmalar enerjinin alt seviyesine getiriyor beni. Tıpkı atari oyunundaki benzini biten uçak gibi. İstasyona ulaşmalı ve yakıt almalıyım. Yakıtım moralden başka değildir ve bunu yüksek tutmaktan gayrı yoktur elimde başka bir koz.

Mecal kalmamış ama moral var! En tükenmişlik halindeki mecalsizlikte bile az kıvılcım vardır mutlaka. Önemli olan pes etmemek, son kerteye kadar o mecali kullanmaktır.

Yüzüyorum. Kollarım taşıyamaz duruma gelince sırt üstü uzanıyorum. Kramplı bacaklarımı fazla kullanmamaya çalışıyorum. Alta çekilinceye kadar enerji biriktiriyorum. Bazen başım denizde kaybolana dek (nefesimi tutarak) sürdürüyorum ben bunu.

Çocukluğumda izlediğim çizgi film karakteri, Tarzan’ın timsahlarla kavgada su altında kalarak tükettiği zamanı anımsıyorum ve bu bana yol gösteriyor.

Sonra çırpınıp su yüzeyine kaldırıyordum bedenimi. Kedi yüzmesini yapıyordum, böylelikle enerji biriktiriyordum ve bu enerji ile kulaç atmaya başlıyordum.

Benimkisi ölüm kalım meselesi idi ve ben ölümü öldürmeliydim yoksa o beni öldürecekti.

Bunu başarmalıydım. Zaten başarmaktan başka hiç mi hiç yoktu şansım.

Dört yanın suyla dolu, bir denizin ortasında, tek başına, ölümün korkunç kokusunu burnunun ucunda hissederek çırpınmak, ayakta kalabilme dürtüsü ile var olmaya çalışmak ne dehşet bir haldir. Bir bilseniz.

Onu ancak yaşayanlar bilir!

Bir derya ki içinde bir damlayım sadece, yalnızca bir damla ama o deryanın aklı yok bense akılla donatılmışım; işte bu yüzden seni yeneceğim ve bütün âlem tanık olacak; küçücük bir varlığın nehirlere, denizlere, okyanuslara galip geleceğini!

Akıl, direnç ve mücadele ile pekişince üstesinden gelemeyeceği yoktur. Devasa devlerin hepsi, er yada geç, cüsselerine kıyasen mini minnacık bir beyne diz çökmeye mahkûmdurlar. Evrenin sırlarını çözecek ve oradan faydalar sağacak yegane unsur akıldır. Akıl, inatçı kararlar alıp, korkulara karşı korkusuzca vuruştuğunda, savaşın da galibi kendi olacaktır; işte o zaman denizlere, çöllere şehirlere, ülkelere, dünyaya ve bütün kâinata hükmeder.

Kaç intihar kuşandım, kaç ölüm yaşadım hesaplamadım. Kaç labirent geçtim, kaç zorluk gördüm saymadım! Çok acılar çektim, çok kahır edilesi zamanlar yaşadım ama pes etmedim. Dertlerle dolup taştı heybem hiç sırtımdan inmeden. Bir yanım yaşama sevinci, bir yanım tükür gitsin bıkkınlığı. Bir yanım karakış, ayaz, dondurucu zemheri (olsa da az) bir yanım bahardı.

Yazdım. Her yazdığımda daha da yaşama sevinci ile doldum, taştım. Kalıbıma sığmaz oldum.

Yazdım. Her bir yazı terapi oldu zihnime, yüreğime, varlığıma. Duygularıma tercüman oldu yazdıklarım. Ben onlara derman, onlar bana ilaç oldu.

Yazdım. Baharı, kışı, diğer mevsimleri. Yazmak yetmez dedi. Bir de oku dedi. Okudum. Okuduklarım rehber oldu bana. Daha çok sevdim yazmayı. Yazdım daha çok.

Yazdım. Yazdıkça öğrendim. Öğrendikçe yazdım. Bir psikolog gibi karşısına aldı beni. Anlattı. Dinledim. Anlattı, anlattı, anlattı. Anlatımlarıyla doğrulttu beni.

Yazdım. İyilikle bezedi. Yanlışlarımı düzeltti ve hayata motive etti. Cesaret aşıladı. Buhranları uzaklaştırdı.

Yazmak bu denli yararlı bir iş ise neden yazmayayım! Ben uykularımdan feragat ederek bunları yazabiliyorsam, siz de zamandan feragat ederek hay hay okuyabilirsiniz!

Yazmak bir sanattır ve yazmak bir sanatsa ve insanı güzelliğe eviriyorsa, yazanı yadırgamak niye?

“Çok okuduğu için kafayı yedi” diyorlar okumayı yadırgayan (bizimki gibi) toplumlar. Okumakla kimse kafayı yemez ama okumamak kafayı da yedirir, başka her şeyi de. Okumak insanı iyileştirir, hatta mükemmelleştirir.

Öyleyse ki öyledir, okuyanı yadırgamak niye?

“Hem okuyana hem yazana selam olsun” diyerek, haydin kaldığımız yerden, yazarak, karanlığı yırtıp, okuyarak aydınlığa koşup, yüzmeye devam edelim!”

Batman’da doğdum. Fiziki gelişimimi büyük ölçüde orada tamamladım. Mahallemizde sıra dağlar gibi; yoksulluktan dolayı birbirlerinin duvarlarından yararlanarak bitişik yapılmış, saman üstü toprak damlı, kerpiçten sıra evlerimiz vardı.

Yan yana dizilmiş topraktan evlerimiz, birbirine paralel, uzak mesafeli iki cadde arasını dolduruyordu. Bir caddeden öbür caddeye kadar uzardı. 28. caddeden, tâ 29. caddeye kadar.

Çocukluğumda arkadaşlarla en başta var sayılan evimizin damında toplanıp, bir ucundan diğer bir ucuna kadar hoplayarak, zıplayarak ve koşarak gürültü yapardık ki ev sahibi kalkıp bizi kovalasın.

Haylaz ve yaramaz olan biz çocuklar kimselere verdiğimiz zararı düşünmez, üstelik bu adi davranışımızdan mutlu olur, keyiflenirdik.

Esas ev sahipleri dama çıkıp bizi kovaladığında macera o zaman başlamış olurdu. Biz kaçardık, onlar haklı olarak kovalarlardı çünkü evlerine zarar verirdik. Yakalasalar bizi parçalarlardı ama hiç bir şey umurumuzda değildi. O heyecanı yaşamak için her şeyi göze alamaya değerdi diye düşünürdük.

Bir gün ev sahiplerinden biri, pusuya yatmış, gelişimizi fark eder etmez kovalamaya başladı. O yetişkin, biz çocuktuk. Son dama kadar kaçtık. O da koşarak geldi. Atladık aşağı, o da atladı. İnat etmiş olmalı ki, (artık yaptıklarımız demek ki canlarına tak etmiş ki) canhıraş arkamızdan koşuyordu. O çoban köpeği gibi kovalarken, biz tazı gibi kaçıyorduk.

Çil yavrusu gibi dağıldık yere indikten sonra. Bula bula beni seçerek kovalamaya başladı. Eh, haksız da sayılmazdı! Çıban başını ezerse belki de zafer elde edip o işi sona erdirerek bitirecekti.

O kovaladı ben kaçtım. İkimiz de birer köpek gibi koşuyorduk. O çoban köpeği, bense tazı idim; tavşanlar ise çoktan izini kaybettirmişti.

Mahalle aralarında ben de izimi kaybettirmeyi başardım. Hayır hayır kaybettirdiğimi sandım.

Nefes nefese kalmış ben, bir duvarın gölgesinde soluklanmaya başladım. Ciğerlerimi doldurup doldurup boşaltıyordum. Biraz daha koşsaydım belki geberecektim.

Az bir vakit sonra kafayı yukarı kaldırınca, adamın az ötede, karşımda, o da soluk soluğa kalmış şekilde dikildiğini gördüm.

“Benden kaçamazsın, yakaladım seni” dedi.

Yüzüne bakıyorum susarak. Hala soluklanmaya devam ediyorum pozisyon değiştirmeden.

Yavaş yavaş mesafeyi kapatarak yanı başımda belirdi. Kollarını açarak üstüme atıldı. Kolları arasında kaçmayı başardım ama.

Döndü “çok yamansın” der gibi baktı, ben de, “zafer benimdir” der gibi zımni yanıt vererek dönüp baktım.

Orta parmağımı göstererek kaçtım. Onu tahrik etmeme rağmen, yakalama umudunu kaybetmiş olmalı ki peşimden gelmedi.

Şimdi bu metafordaki gibi denize de beni ağır sınayan talihe de orta parmağımı göstererek yüzüyorum. O günlerde yaptığımız bu ve buna benzer sporlar bize egzersiz oldu.

Oralardan depoladığım enerjiyle yüzüyorum. Pes etmek yok. Son enerji tükenene kadar yüzmeye (mücadeleye) devam ediyorum.

Çok tükürülesi yaşamlar gördük. Zorluktan zorluğa, felaketten felakete yol aldık, amansız serüvenler gördük.

Yaşadık. Yaşarken ölüm yolunda çok badireler atlattık. Acılar, kahırlar ve kederlerle dirsek temasında nefes alıp verdik. Yine de ölmedik!

Ölümü iliklerimde hissedeceğim belki ama yine de ölmeyeceğim ey bana mukavemet gösteren talih ve talihin uşağı deniz.

Beynimi böyle motive ederek yüzüyorum.

Platonik aşkım Charlotte ve hayırsız, düşüncesiz ve egoist mesai arkadaşım Mahmut’a inat yaşayacağım.

Yüzüyorum. Sürekli binaya odaklanmış gözlerle, hırsla yüzüyorum. Bu gözlerin yardımı ile beden biraz daha kurtuluşa yaklaşıyor. Gittikçe binanın alt, daha alt katlarını görüyorum. Üçüncü, ikinci, birinci derken şimdi zemin katını görüyorum. Kıyıya yakınlaştıkça deniz daha da dalgalı oluyordu.

Nihayetinde kıyıya yakın geldim. Kayalıklı yere çıkmışım şansıma. ‘Ayışığı Tesisleri’inden farklı bir yere, çok uzağa atmışım kendimi.

Önemli mi? Hiçte değil. Yeter ki kara parçası olsun! İsterse binlerce a. köpeğin barındığı kıraç bir ada olsun. Yeter ki kurtuluşun ilk adımını atayım, gerisi vız gelir tırıs giderdi.

Dalgaların arada sırada üstünü tamamen örttüğü ilk kaya parçasına, asırlarca çocuğundan uzak bir anne gibi sarıldım. Kurtuldum heyecanı tüm bedenimi kuşattı. Kayaya sarılmış bırakmıyordum, bırakamıyordum ama hala deniz beni boğma peşindeydi. O da onun göreviydi belki de. Dalgalar usulca ama biraz da sinsice üzerime üzerime abanıp geri çekiliyordu. Her abandığında son nefesimi alır gibi oluyordum. Tutunduğum kayayı bırakamıyordum. Bıraksam mücadeleyi de bırakacak kadar takatsızdım. Yarım metre yakınımdaki kayaya uzanamıyordum işte, ama mecburdum, çünkü deniz son darbelerini atmayı sürdürüyordu. Yoksa boğacak ve bütün bu çabalara rağmen o kazanacaktı. İşte buna asla izin veremezdim. Hem de kurtuluşa bu kadar yakın iken asla! Hayatta en nefret ettiğim şeydir: boşuna kürek sallamak, yâda emeğin boşa gitmesi. İşte buna izin veremezdim. Vermemeliydim de. Karşılıksız bir şey yoktur ve bu karşılığın meyvesini yemeliydim.

“Ey kudurmuş deniz! Ahd ettim, ben kazanacağım sen değil.”

Yapıştığım kayaya öyle bir tutunmuşum ki adeta demir bir çembermişim gibi sımsıkı perçinlenerek sarılmışım. Bıraksam daha tutacak güç bulamayacağım. Ama mecburum.

Kırbaç yiyen atın sıçraması gibi kayayı birden bıraktım ve bir metre kadar ilerde bulunan kayaya sıçrayarak tutundum. Bu hamlelerim başarısız olsa belki boğulmayı kabul edeceğim çünkü hesap dışı bir olumsuzlukla mücadele edemeyecek kadar mecalsizdim.

Bir süre dinlendim. Beni, engellerin son büyük parçası, seyrek duran bir kayalık daha bekliyordu. Bunu da atlatırsam gerisi zor görünmüyordu yâda ben öyle sanıyordum. Bu sıçramaların son hamlesi olacak gibiydi.

Sıçradım. Su beni çekti. Bir an pes eder gibi oldum. Kaderimi suya çaldım. Ölüm neme meret şeymiş be! İçgüdüsel hareketle rakımı yirmi beş santimetre olan kayayı yakalamış, yarı üstüne tırmanışım.

Artık deniz kulaklarıma girip çıkmıyor, başımın tepesini yalayıp perçemlerimi gözlerimin içine sokamıyordu, ama kayıyordum aşağı doğru. Bu sefer farklı bir engelle karşı karşıyaydım. İkide bir gövdemi yukarı çekmem icap ediyordu. Her çekişimde derimin yırtıldığını fark ediyordum, çünkü kayanın suyla kesiştiği noktanın aşağısında ve dalgaların ıslattığı yukarılarda yosunlar ve bu yosunlar içinde keskin kabuklu midyeler bulunuyordu. Her vücudumu yukarı çekişimde bir daha kesik yiyorum.

Artık olmuşlara ve olacaklara aldırmadan birbirine çok yakın olan kayaya, öbürüne, öbürüne derken kıyıya daha fazla taşıdım beş kat ağırlaşmış yaralı kütlemi.

Ama bu sefer birbirine bitişik kayaların hepsinde midyeler vardı. Kayalarla birleşmiş midyeler, derimi yırtmaya devam ediyordu. Bazı keskin midyeler derinin altına girip eti de kesiyordu. Her didinmede bir kesik daha yiyordum. Dizimden ve ayak tabanımdan büyük yaralar aldım. Yarıklara tuzlu suyun girip çıkması anlatılamaz sızılara yol açıyordu. Ama kurtulma sevinci yanında darbeler fazla tesirli olamıyordu.

Kavgasını kesintisiz sürdüren deniz, istemediği kadar sert ve acımasız davransın, (tüm hünerini göstermişti zaten) tufan olmadan sonucu değiştirme kudretini elde edemezdi artık, çünkü kazanan ben olmuştum. Galibiyet benimdi, zafer benim! Belki de kıskançlıktan “ne kadar vursam o kadar kârdır” hesabına girerek tuzunu bir araya toplayıp yarama basıyordu aralıksız.

Dermanım kalmamıştı ama ölmemiştim henüz, daha yiyecek ekmeğim, içecek suyum vardı; demek ki hayat bana borçluydu ve bu borcu ödemek için özlemle bekliyordu.

Aslında kayalıkların yanında berrak bir su vardı, hem kayalıksızdı: çukurumsu. Atlayıp yirmi otuz kulaçla kumların üzerine kadar kolayca gidilebilirdi, fakat bu gücünü yitirmemiş kimseler içindi, bense bitmişliği oynuyordum. Dingindim. Suya, azılı düşmanına sert bakan rütbeli bir asker gibi, kaşlarımı çatarak ters ters bakıyorum ve “beni yutmak için çağırıyorsun, değil mi? Gelmeyeceğim” dedim. Yerimden kımıldayacak güçte değildim. Hem denizin yüzünü şeytan görsün, midye bıçaklarını yeğlerdim.

Biraz daha ilerleyince kayadan kayaya geçtim. Ha çıktım, ha çıkacağım mesafedeydim. Ama artık şuradan şuraya gidemezdim, gidemeyecek duygularla doldum taştım. Mecalsizlik de bu duyguyu besledi. Tam o esnada köpek sesi duyulmaya başlandı. Köpek havlaması savaşın sonunu muştulayan siren sesi gibi geldi bana. Çıktığım alan büyük bir otelin inşaat sahasıydı.

Köpek ve beraberindeki inşaat bekçisi, kıyıda tehlikeyi görünce koşa koşa gelmişlerdi. Köpek havlayarak bana atılıyordu.

Konuşacak takatim kalmamıştı. Zar zor bir dille “yardım edin” dedim.

Bekçi, köpeği teskin ederek yanıma geldi. Kayalıkların üzerinden atlayarak elimden tuttu. Beni yukarı çekerek kayaya oturttu. Az bir süre öylece kaldım. Sonra yardım ederek karaya çıkmamı sağladı. Hemen oracıkta kumların üzerine bir ölü gibi uzanıverdim.

Köpek havlamasını sürdürdü, bekçi kızınca kesti. Kuyruk sallayıp yanıma kadar sokuldu. Masum ve şefkatle bakmaya başladı. Tatlı görünümlü bir Alman kurduydu.

“Korkma zarar vermez” dedi bekçi ve “ne işin var denizlerde?” diye konuşmasını sürdürdü.

“Abi, hiç sorma. Yönümü kaybettim.”

“Ambulans çağırayım mı?”

“Lüzum yok. Zahmet etmeyin lütfen. Müsaadeniz varsa, burada,  biraz dinlenmek istiyorum.”

“Tabi kardeşim. İstediğin kadar kalabilirsin!”

Bekçi köpekle birlikte, iskelet halindeki binaya doğru yürüyerek gözden kayboldu.

Sırt üstü uzanmışım. Kollarım yanlara açılmış güçsüz, dermansız. Bedenim iflas etmiş resmen. Vücudumu kıpırdayacak erki kendimde bulamıyorum. Gözlerim birbirine giriyordu. Uyudum uyuyacağım haller yaşıyordum. Ancak burası bana pek tekin gelmiyor, hem arkadaşlarımı merak ediyordum “acaba ne yapıyor, nerdeler” diye.

Uzun bir süre aralıklarla gözlerim kapandı ise de uykuya direnerek, dinlendikten sonra kalktım. İnşaata doğru yürüdüm. Bekçi geldi. Dolanmadan, çitlerden geçirildim. Ekmeğimi kazandığım kumsala doğru yol aldım.

Yedi sekiz dakika yürüdükten sonra tesise girdim. Elbiselerimin bulunduğu şezlonga doğru, iki bacağından aksak bir engelli gibi yürüdüm. Şezlongun üstüne gölge yapan şemsiyede sallanan çizgili beyaz gömleğimin yanına ulaştım. Beni bekliyor gibi bir eda taşıyordu sanki. Bir süre dokunmadan baktım. Hafif esen rüzgarda sakin sakin sallanıyordu. Plajın benden ve gömleğimden başka tıkırtının olmadığı sessizlikte hüzünlendim. Kendime değil, gömleğimin yalnızlığına ağladım.

Meğersem ne hınzır kafalı mendebur heriflermiş Mahmut ve Alman bozuntusu kız. Oysa ne güzel düşler beslemiştim Alman kızı platonik aşkım Charlotte için. Ve ne çok güvenmiştim hemşerim Mahmut’a.

Sen Charlotte, “hiç mi akıl etmedin, bu fukara, döndü mü kaldı mı?” diye, ve sen, “ulan Mahmut, hiç mi düşünmedin bu adam nerde kaldı?” diye…

El yordamıyla önce sol, sonra sağ ayaklarımı kumdan temizledim. Kum taneciklerini dökmek için, üstün körü ayakkabılarımın içini zemine tutarak silkeledim. Ayaklarımı bir bir ayakkabılara geçirdim. Gömlek ve pantolonu kolumun üzerine atarak sahilden uzaklaşmanın son hamlesini tamamladım.

Yüzümü denize çevirerek bir süre bakakaldım. Sakin ve karanlıktı.

Sinsi, korkunç ve katil bir deniz diye içimden geçirdim. Sonra pesimist düşünceleri kenara itip, olumlu düşüncelere yer vererek ufkumu genişleten harikaları görmeye başladım.

Deniz oldukça durgun görünüyordu. Arada titremeler, kıpırtılar oluyordu! Canlı, capcanlıydı. Yakamoz “buradayım beni de gör” der gibi şavkını sunuyordu. Ve tüm güzelliğini gözler önüne sererek muazzamlığını sergiliyordu. Seyre dalan gözlerimi ıraklara, tâ ufuklara diktiğimde, gelmiş geçmiş hiç bir ressamın çizimleriyle bu kıvamda tadını veremeyeceği olağanüstü doğa harikası bir manzarayı karşımda görüyordum. Parlament mavisi bir göğün, geceden rengini almış bir deniz ile tokalaştığı ve bunları buluşturan harika bir yakamoz görüş alanımdaydı.

Hayır beni boğmaya çalışan deniz değildi ve benim düşman bellediğim unsur bu olamazdı. Deniz büyük fedakarlıklarda bulunan cömert bir dosttur. Esas düşman, yanlış verilmiş ve yanlış verilecek kararlardır. Yani bendim kendime dost, kendime düşman. Ben benim düşmanı olmuştum, Charlotte ve Mahmut’un peşine takılarak. Ama kurtulmuştum. Belki de “verilmiş bir sadakam vardı” dendiği gibi.

Yorgunluğumu unutturan harikulâde, göz kamaştırıcı doğal resme bir miktar daha dalmayı sürdürdüm.

Yakamoz harika bir renk katıyordu denize. Gökteki yansıması cesurca nurlu güzelliğini saçıyordu. Deniz göğün aynası görünümündeydi.

Ay, ışığını karşılıksız ve hiç zahmet çekmeden yüzümüze dokunduruyordu ve biz bu ışıkla yüzümüzü yıkıyorduk mehtapta.

Ay, batmış güneşten çaldığı ışığı ayaklarımızın dibine kadar getiriyordu. İnsanoğlu bu sayede yarım aydınlanan havada, yarım bıraktığı yolu tamamlayabiliyordu. Bu döngü güneş doğana değin tekrar ediyordu.

Ay güneşin kardeşidir, güneş enerjisini ondan asla esirgemez.

Deniz, kıyıya sürüklediği kabarcıklarıyla, usulca kıyıdaki kum taneciklerini yıkayıp geri çekiliyordu. Ne hoş bir monotonluktu; denizin beş karış kadar karayı ıslatıp çekilmesi. Köpüklerini de verip, tekrar geri alıyordu.

Kafayı yukarıya diktim, parıldayan yıldızlara baktım. Gökyüzüne o kadar çok yakışıyorlardı ki gök, ancak onlarla tam olabiliyordu. Tek tek sayabilecek netlikteydi yıldızlar. Temiz ve berrak bir hava hakimdi. Gök onlarsız bir hiçti, güneş, ay ve yıldızlar için.

Yıldızlar da güneşin evlatlarıdır, güneş onlardan da enerjisini asla esirgemez.

Bakın bu da kutup yıldızı, ya da bilimsel adıyla polaris. Bana ışıldayarak göz kırpıyor. Takımyıldızındaki diğer yıldızlar da polarise ayak uydurarak göz kırpıyorlardı ve en küçük olanı bile el sallıyordu. Ardından polaris dahil hepsi ahenk içinde düğünde halay çeken davetliler gibi selama durmuş el sallıyorlardı.

Her ne kadar dostlarım varlığıma umursamaz tavırlar sergiledi iseler de; deniz, yeryüzü, gökyüzü, ay, yıldızlar üzerimden gülümsemelerini, gülüşlerini eksik etmediler.

Her ne kadar Charlotte ve Mahmut beni bırakıp gitti iseler de; güneş ay ve yıldızlar enerjilerini üzerimden eksik etmediler.

Bakın! Güneş, bir yolunu bulup, gerek ay, gerek yıldızlar vasıtasıyla enerjisini yolluyor.

Güneşin ışınları, ışığı, enerjisi üzerimden esirgenmiş olsaydı yakamoz olur muydu?

Mehtaplı bu gecede, aşıkların kıyıya sıfır oturmaları, çekirdeklerini çıtlatmaları ve içeceklerini yudumlamaları vardı hayatta. Ayın ve yıldızların altında sevişmek vardı doyasıya.

Sonra bu duyguların vermiş olduğu ferahlıkla yüzümü çadıra döndürerek yürümeye başladım.

Yolumun üstündeki yemekhanenin önüne geldim. İç ışıklar sönüktü, dış etkenlerin engelini kaldırmak için elimi cama tutup, içeriye baktım. İçerde kimse yoktu. Bu saatte ölüm konumundaydı.

Karnım fena acıkmıştı ama, zaten bu yorgunluk içinde uyuklayarak yiyemezdim ki! Beni düşünmemişlerdi, ama umursamaz tavırla yoluma kaldığım yerden devam ettim. Yaşıyordum ya! Gerisi Allah kerimdi.

Nihayet gelmiştim. Çadırın tentesini kaldırıp içeri girdim. İçerde girişe yakın anahtarın düğmesine basarak lambayı yaktım. Tavandan bir metre kadar iple sarkık 100 wattlık ampul yandı. Sarı bir ışık veriyordu.

Arkadaşlar dünyadan bihaber, kimi horlayarak, mışıl mışıl uyuyorlardı. Onlara öfke ve kızgınlıkla baktım. Sonra bundan da vazgeçtim. Onların suçu yoktu. Tek suçlu bendim. “Akılsız başın belasını ayaklar çeker”di, onlara çektirme hakkım yoktu.

Işığı kapatıp, kendimi zorlukla yatağımın bulunduğu üst kata taşıdım. Uzanıp, battaniyeyi üzerime çektim. İç huzuruyla doldum. Kendi düşen ağlamaz’dı ve ağlama faslını elimin tersiyle itip, “ya rabbi şükür, yaşıyorum ya” dedim.

Ve derin bir uykuya daldım.

Ertesi gün uyandığımda vakit ikindiyi çoktan geçmişti. Arkadaşlar ölü gibi uyuyan beni “sabah işe gitmek için” uyandıramamışlardı. Yemekhaneye gidip, yemeğimi yedim ve kimseden izin almadan Antalya merkezin yolunu tuttum.

Geceyi Antalya da (otel de) geçirdim. Bir sonraki gün, öğleden sonra, ‘Ayışığı Tesisleri’ne uğradım. Direk müdüre gidip istifamı sundum. Hiç itiraz etmedi. Muhasebeciye gönderildim. muhasebe bölümüne girip hesabım kesildi.

Nakit ve eksiksiz ödeme yapıldı.

Arkadaşlarla, sırf ilgisizliklerine karşılık bir cevap olsun diye, vedalaşmadan çantamı omuzlayıp sırra kadem bastım!

İşte her zaman bu denli zor oldu yaşantım. Mücadele edip başarı sağladıkça sanki bir oyunmuş gibi hep daha zor leveller önüme sürüldü. Bütün leveller amansızdı. Aşama kat ettikçe, daha da zorlaştırıldı leveller. Tıpkı bir labirent gibi çıkmaz yollara saptırdı beni. Engebelerle dolu yeni aşamalara sürüklendim. Talih içinden çıkılması güç, tabiatı bozuk yeni serüvenler yaşattı, yaşatıyordu bana şimdi olduğu gibi.

007 James Bond’un görevinden daha tehlikeli görevlerle karşılaştım. Matrix değildim başarıya ulaşayım, ama, fakat ve lakin azim, mücadele ve gayretle on levellik hayatın dokuzuncu leveline yüzümüzün akıyla geldik, sonrasına Mevla’m Kerim!

Vahap Taş

Siz de fikrinizi söyleyin!