Deneme,  Ebeveyn,  Güncel - Aktüalite,  Kitaplar,  Tartışma,  Toplum

Büyük Beyaz Adam / Bir Doğa Savaşçısının Anıları

Ayın başında değerli dostum Su Politikaları Derneği Başkanı Sayın Dursun Yıldız’ın davetiyle “Denizlerimizi nasıl kirlettik” konulu konferansa davet edildim. Sunumu İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden aynı derneğin yönetim kurulu üyesi yine değerli dostum Prof. Dr. Sayın Doğan Yaşar yaptı.

Katılım sınırlıydı, ancak kendimi onca bilim adamı arasında görünce onur duydum. Bir ara söz emekli büyükelçi olarak takdim edilen Sayın Süha Umar’a geldiğinde konuşmaları çok ilgimi çekti. Hele kapanış cümlesi beynime kazındı:

“Doğa kendisine zarar veren yaratığın insan olduğuna karar vermiş olmalı. Doğa yok olma aşamasına girdiğinde ilk yok olan canlı insan olacak. Sonra doğa kendini yenileyecek.”

Toplantı biter bitmez Dursun Yıldız’ı arayıp beni Süha Umar Bey ile tanıştırmasını istedim. Her zaman olduğu gibi beni kırmadı. Telefon numarasını verdi. Hemen aradım, yazmakta olduğum romandan söz edip bazı düşüncelerinden yararlanmak istediğimi söyledim. Büyük bir nezaketle kabul etmenin ötesinde bana iki kitabını gönderdi. “Büyük Beyaz Adam” ve “Çöl Devriyesi”

İlk olarak elime “Büyük Beyaz Adam”ı aldım çünkü üst başlıkta “Bir Doğa Savaşçısının Anıları” yazıyordu. Daha ilk sayfayı açınca Churchill’in bir sözüyle karşılaştım:

“Düşmanınız mı var? Bu iyi. Demek ki yaşamınız boyunca herhangi bir konuda dik durmuşsunuz.”

Oysa ben düşmanı olmamayı iyi bir özellik sanırdım. Değilmiş, kitabı okuduktan sonra kesinlikle anladım.

Önce bana çok çarpıcı gelen arka kapak yazısıyla başlamalıyım.

“Doğadaki en zayıf, gereksiz ve akılsız yaratık insandır.
Zayıftır çünkü doğa koşullarına en az dayanıklı olan odur.
Gereksizdir çünkü doğal dengede yeri yoktur. Bir böceğin bile soyu tükense doğanın dengesi bozulur ama insan olmasa doğanın dengesi yerine gelir.
Akılsızdır çünkü kendisini, en akılı ve her şeyin insan için olduğuna inandırmıştır. Hiç bir zaman baş edemeyeceğini bir türlü anlamak istemediği doğayı değiştirmeye çalışır. Bu nedenle hızla dünyanın sonunu getirmektedir.
Aslında bu iyi bir gelişmedir çünkü dünyanın sonu geldiğinde ilk yok olacak canlı, insandır. Sonra doğa geçmişte birkaç kez yaptığı gibi her şeye yeniden başlatacaktır.”

Birkaç sayfa okuyunca yazarın Soğukkuyu’da doğduğunu ve çocukluğunun 1950’lerin İzmir’inde geçtiğini gördüm. O yılları o denli içtenlikle anlatmış ki kendimi yetmiş yıl öncesinde buldum. Soğukkuyu, Karşıyaka, Narlıdere’de geçen güzelim yıllar, onbir yaşında kendisine ilk deniz aracını “yapması” okurken insanı gülümsetiyor.

Av ve balıkçılık konuları ilerledikçe kendinizi doğanın içinde buluyorsunuz. Kitapta kısa kısa konuları içeren 65-70 başlık var. Her biri ayrı değerde ve istense hepsi bağımsız öyküler haline gelebilir. Birinden söz etmek istiyorum: “Prens Nahayan’ın Şahinleri”

12 Eylül günlerinde Türkiye’ye konuk gelecek BAE Emiri’nin yasak olan yırtıcı kuş avı için yazardan diplomat ve doğa sever kimliğiyle yardımcı olması isteniyor. Sayın Süha Umar bakanlıktaki geleceğini tehlikeye atacağını bile bile yırtıcı kuş avının yakın zamanda mecliste kabul edilerek yasaklandığını, kendisi bu konuda taraf olduğunu belirterek kesin bir dille ret ediyor. Gemileri yakmış olmanın duygusuyla ayrılmayı beklerken, “Bu konuyu rapor olarak yazar mısınız?” yanıtı gelince şaşırıyor ama iki saat içinde hazırlayıp gönderiyor. Rapor dönüp dolaşıp Kenan Evren’e gidiyor, onun da yanıtı ilginç:

“Raporun gereği yapılsın.”

Bu bölüm bana, Dışişleri Bakanlığımızın bir zamanlardaki saygınlığını ve birbirine sahip çıkma olgusunun değerini, makamlarda sadece liyakat sahiplerinin bulunduğunu anımsattı.

Kitabı okudukça kendimde de değişiklikler hissetmeye başladım. Ben oldum olası av sporu diye bir spor olamayacağını, bir canlı öldürmenin sporla alakası olmadığını düşünenlerdenim. Asla bir canlı öldürülmesin diyecek oluyorum ama gözümün önüne insanların et gereksinimi için hayvanları besleyip öldürmesi geliyor. Bütün ümidim önümüzdeki yüzyıllarda insanlığın et tüketmekten vaz geçmesi. Olur mu? Bilemiyorum…

Dediğim gibi sayfalar ilerledikçe düşünmeye başladım. Av dediğiniz şey bazıları için vazgeçilmez bir yaşam biçimi. Nasıl ki tütün ve alkol de yüzyıllardır yasaklanmaya çalışılmış ve asla başarıya ulaşılamamışsa, insanları avdan tamamen vaz geçirmek de mümkün değil. O zaman yapılacak en iyi şey kurallar koyup çok sıkı takip ederek herhangi bir canlının tamamen soyunun kurutulmasını engellemek olmalı. Bu dünyanın birçok yerinde de böyle. Çok ciddi kurallar ve çok ağır cezalar var.

Kitapta bu konuda gerekli olan yasalar, yönetmelikler, dernekler, vakıflarla ilgili çalışmalardan uzun uzun söz ediliyor. Özellikle avcılık amaçlı olarak silah satışlarının kitlesel silahlanmaya yol açması tehlikesi üzerine yazılanlar çok dikkat çekici.

Yazar kitabın sonuna doğru, “Avı neden bıraktım” bölümünde artan dünya nüfusu, yaban hayatının yaşama ortamlarının daralmasının, av hayvanlarının sayıları üzerinde olumsuz etki yaptığını, bazı türlerin tükendiğini veya tükenme noktasına geldiğini vurguluyor. Avcılık ve balıkçılığın aslında doğada, doğa ile iç içe olmak, insan doğası ile bağdaşmayan, mahkûm olduğumuz kent yaşamından uzaklaşma isteği olduğunu söylüyor. Avlanma üzerine en azından benim bugüne değin düşünmediğim ayrıntılarını paylaşırken şu çarpıcı cümleyle devam ediyor:

“Unutmayalım ki doğanın koşullarına bizden çok daha dayanıklı, doğa ile uyum içinde yaşamaya bizden çok daha yakın ve yetenekli yaban hayatının yaşayamadığı bir dünyada insan barınamaz bile.”

Tam bu noktada yazarın önsözündeki ilginç bir cümle anlam kazanıyor:

“Ben de yanlış yaptım, bilmeden de olsa yanlış yanlıştır ve doğaya zarar verir.”

Kitapta alıntılar halinde de olsa aktarmak istediğim çok konu, pek çok iyi şeyler, can acıtıcı yaşanmışlıklar var ama o zaman kitabı buraya kopyalamam gerekir. Ben daha fazla ayrıntıya girmeden sadece alıp okumanızı önermek istiyorum.

Sayın yazarımızın emeğine ve kalemine sağlık…



Siz de fikrinizi söyleyin!