Bilim,  Deneme,  Felsefe,  Kategorisiz,  Tartışma

Bir Yorum Teşebbüsü

Geçmiş günlerde Twitter’de zincir olarak paylaştığım “Dışardaki Deliler” isimli bir yazı şu üç tümleç ile başlıyordu:

  1. “Hastalık ruhta başlayıp, vücuda sirayet eden bir isyandır.” der Peyami Safa.
  2. “Ruh sağlığı yerinde insan, sevebilen ve üretebilen insandır.” der Sigmund Freud.
  3. Genetik yatkınlık, yüksek stres altında kalmak, enfeksiyonlar, travmalar, madde bağımlılığı, kötü beslenme, şiddet, dışlanma, nefret, öfke, sinir sisteminin üzerine binen yüklerden bir kısmı aslında.

Birinci ve ikinci cümlelerdeki hastalık ile ilgili gerçeği mevcut bilgi ve deneyimlerimle karşılaştırdım ve doğru olduğuna kanaat getirdim. Bu iki cümlenin içerdiği tespit ve tanımlamaları hakikat olarak kabul edebildim.

Üçüncü cümlede “genetik yatkınlık”ta takıldım kaldım, cümlenin geri kalanında sunulan hastalık nedenlerini doğru olarak teyit edebiliyorum.

Her doktora gidişimizde, ölümcül ve yaşamı tehdit eden her hastalıkta, doktorların ilk sorduğu soru “Aile ve akrabalarınızda aynı hastalıktan muzdarip olan var mı?”, yani bu hastalığa genetik yatkınlığınız var mıdır. Bu soruya rağmen, mantığım “nasıl olabilir” diyerek sesli haykırıyor. Diğer taraftan, bilim insanları birkaç senede bir şu veya bu hastalığı tetikleyen genlerin belirlendiğini bildiriyorlar ve doktorlar da bu soruyu sormaya devam ediyorlar.

Genetik yatkınlık, demek oluyor ki söz konusu hastalarda bazı hastalıklar genlerde sabit ve kalıcı kodlanmış. Bütün varlıklarda olduğu gibi bizim de bedenimiz, genlerimiz uzun bir evrimin neticesidir. Evrimin ana kuralı ise değişken şartlara en iyi uyum sağlayan, en güçlü olan ve beslenme, korunma ve üreme üçlüsünü başaran sürümün sağ kalması ve öne çıkmasıdır. Bu anlamda virüsten, bakteriden, her türlü atalarımızdan gen kırıntılarının bizim genlerimizde devam etmesi, insanın sağlığına ve varlığının sürebilmesine faydalı olduğu içindir.

Ama kanser, diyabet, kalp, beyin veya depresyon ve şizofreni gibi ruh hastalıklarının varlığımıza ne faydası vardır ki evrimin eleğine takılmadan, genetik verilerini bizim kromozomlarımızda devam ettirebiliyorlar???

Bu hastalıklar ve yaşamı son derece zorlaştırıyor, hatta öldürücü olabiliyorlar. Bu hastalık genlerinin faydasını ve evrim yarışından asırlardır galip çıkmasını çözemiyorum. Ancak yorumlamaya çalışıyorum.

Birinci Yorum:
Evrim insanın değişim hızına yetişemiyor. İnsanın yaşam tarzında kalıcılık ve sürdürebilirlik gittikçe kısalıyor. İnsanın doğal ve sosyal çevresine sağladığı sözde “uyum” daha birkaç bin sene evvel yüzlerce nesil etkin kalırken, son 300 yılda bir nesil bile kalıcılık gösteremiyor. Evrimin etkin olmasına hiç fırsat bırakmıyoruz. Mu acaba??

İkinci Yorum:
Evrim bize yetişiyor, ama bu hastalıkların genetik kodlarda sürdürmesi ile bizi ikaz ediyor uyarıyor. Biz içimizde milyonlarca yılda gelişen uyarı sistemini ciddiye almadığımız için, şu an daha hiddetli ve şiddetli uyarıları (hastalıkları) bu sisteme dâhil ediyor. Neticede söz konusu hastalıklara maruz kalanlar hayat akımlarını tamamen değiştirmeye, sağlığına önem vermeye, yavaşlamaya ve toplumdan uzaklaşmaya mecbur oluyorlar. Anlamı bu mudur acaba?

Üçüncü yorum:
Ya da bizim hastalık dediğimiz gibi bir şey evrim lügatinde yok ve ilaç sanayisi kendi çıkarı uğruna, olur olmaz şeyleri “hastalık” olarak ilan ediyor. Evrime göre her şey uyum savaşında olması gereken ve olağan, fakat bizim daha anlayamadığımız ve çözemediğimiz ölçülerde mi gelişiyor?

Söz veriyorum yazmadan evvel veya yazarken su ve kahveden başka bir şey içmedim.

Nizamettin uçuyor mu?

Ne diyorsunuz? Düşüncelerinizi merak ediyorum.

Nizamettin Karadaş

 

Not: Şimdi bir fermente edilmiş üzüm suyu şişesi açıyorum. 😉

 

 

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!