Kitaplar,  Tartışma,  Toplum

“Barışın Renkleri”

(Değerli dost Bilsen Başaran’a ve Berfin Bahar dergisine teşekkürlerimle.)
 
 
“En kötü barışı en haklı kavgaya tercih eden ÇİCERO’dan asırlarca öncesine ve sonrasına yol alarak insanlık tarihi içinde yürüdüğümüzde ‘savaş, kan, kin, yıkım, katliam, işgal’ kavramlarının anlam ve uygulama olarak pek de değişim göstermediğini görürüz. Bilim ve teknolojinin barışa değil, savaşın acısını artırıcı yıkımlara yatırım yaparak çağ atladığı gerçeği bütün dünya uluslarının hem kâbusu hem de sahiplenmek için yarıştığı ölüm mirası olarak hep gündemdedir.
 
Bütün uluslarca değiştiril(e)meyen, sahte çağrılarla ve sahte barış havarilerince masaya yatırılan ne ki deli hırslarla hep sahiplenilen tek gerçektir savaşlar, ölüm ve sonucun hep kan, kin, geleceksizlik, felâket, yıkım kusuşu…
Bir Fransız atasözü “Ölü olan canlı olanı ele geçilir.” diyor. Bir başka söyleyişle ‘kan susmaz’.
 
Dünyanın her yerinde bin yılların taşıyıp tarihin sayfalarına döktüğü kan, kavimlerin sustuğu nice dönemlerin bağıran ve susturulamayan tek tanığı olmuştur. Kuşkusuz sadece bu coğrafya için değildir kanın tanıklığı. Dünyanın insan ayağı değen her noktası kanla tanışmış, katliam, kıyım, savaş, dahası, insan olmanın erdemini unutturacak us ve bellek çıldırmalarına neden olan nice yok edişler, kendisine tarihin ve zamanın belleğinde izler açmıştır.
 
Mezopotamya’nın acılı yazgısını ve kan damlayan coğrafyasını anlatan Mehmed Uzun “Dicle’nin Sürgünleri” adlı romanında “Ben, savaşı görmüş, savaşın içine, girmiş, savaşlarla gözünü açmış ve savaşlarla gözlerini yumacak biri olarak, tecrübelerimden yola çıkarak diyebilirim ki, savaşı görmüş, yaşamış her insan yaralıdır. Bu söz milletler ve ülkeler için de geçerlidir; onlar da yaralıdır.” (sf: 62) der. Bu yara sağaltılamayacak denli derin ve ağrılıdır.
 
Evet, yaralıdır topraklar, insanlar, gelecek ve umutlar… Dahası, Dengbej Bıro’nun sesiyle söylersek “Kadir bilen dinleyenler, unutmayın, ölümü görmüş insanlar hiçbir zaman eskisi gibi olamazlar; ölümü görmüş insan, ölümü ruhunda, yüreğinde saklar.”(sf: 63)
 
Savaşın keskin acısıyla nasırlaştıran, katılaştıran ve şefkati unutturan her atılım her çıkış yeni acıları beslerken göz ardı edilen, insan ruhundaki derin yaralar, koyaklar ve yıkıntılardır ve ölümün rengi ve kokusunu öylesine sindirir, öylesine bütünleşir ki onunla, hangi coğrafyada ve hangi koşullarda olursa olsun artık hiçbir şey eskisi gibi değildir, olamaz.
 
Nitekim tarihte savaşlarla barışın tesis edilebildiği örnekler çok, ancak, barış hareketleriyle savaşların durdurulduğuna ilişkin bir örnek yok.
 
“Kıbrıs Barış Harekâtı” bu anlamda bir ilk olma özelliği taşısa da sonuçlarına bakıldığında yapılan savaş sonrasında her iki taraf için de iki düşman ulus yaratılmış olması ve Kıbrıs coğrafyasının parçalanması olgusu bir barış eylemi olarak anlatılmasını güçleştirmektedir. Hemen yanı başımızda, birçoğumuzun tanıklığında gerçekleştirilen bu askeri harekât üstünden yarım asra yakın bir zaman geçmesine karşın hâlâ yıkıcı etkisiyle baş başa ve barış her iki toplumun coğrafya olarak yakınlığına tezat yazık ki kilometrelerce uzakta. Bu uzaklığa karşın insanların kalbindeki “barış” çağrısı hep taptaze… Örneklersek;
 
M. Osman Akbaşak “BARIŞIN RENKLERİ” adli romanında, her iki tarafa da “barış” çığlığını duyurabilmek, sonuçsuz siyasi atılımlara, yaratılan suni düşmanlıklara dikkat çekmek halkların kardeşliğini barışın temeline koymak çabasındadır.
 
Romanda, Kıbrıs’a Türk silahlı Kuvvetlerince yapılan ‘Barış Harekâtı’nın yarattığı iklimi, bu harekâtı zorunlu kılan Rumlarca örgütlenen eylemlerin yasa dışılığını gaddarlığını hunharlığını ve savunmasız Türk toplumunun yaşadıklarının artık tahammül edilemez bir noktaya taşındığını, başlatılan kıyım ve katliamlara dur demek üzere adaya müdahale edilmesi zorunluluğunu, gelişen olayları elbette ölümleri, kayıpları, arkada kalanların yana yana sızlaya sızlaya kavrulmalarını yiten yıkılan hayatları anlatmaktadır.
 
Sibel’in kayıp dedeye olan özlemi, onarılamayan bir yıkım olarak annesinde, yok edici sızısıyla anneannesinde, ölüm döşeğinde bile gözlerinin önünde hayali tutulan oğul yangını olarak büyükbabasının son nefesindedir. Her şeye karşın kayıp oğlun sağ olduğu, bir gün çıkıp geleceği ya da güzel haberlerinin ulaşacağı fikri romanın çatısında tuğla olarak birbiri içinde bir örgü oluştursa da asıl tema Sibel ve Aykut’un adaya varır varmaz içine girdikleri değişimin etkilerini keskin hatlarıyla duyumsamalarıdır.
 
Bu farklılaşma Barış Harekâtından önce ve Barış Harekâtından sonra olarak net bir biçimde kendisini duyumsatmakta, parçalanan boşaltılan köyler, güvenli bölgelere zorla göç ettirilen aileler, gönüllü sürgünlükler, metruk binalar, içinden sınır geçen sokaklar, bütün mal ve ruh varlığım arkada bırakarak gidenler, ölenler, kayıplar, toplu mezarlar, savaşın bir yüzünü anlatırken diğer yüzünde unutulmayan ilişkiler, dostluklar, aşklar sevdalar, ayrılıklar, kederler, bayramlar, iyilikler, dayanışmalar vardır.
 
Olaylar kan ve acıyla yıkanmış olsa da kalplerine kan sıçramamış anılar, dostluklar tertemiz kalabilmeyi başarmış, hâlâ barışın umudu olmayı sürdürmektedir.
 
Sibel’in bütün eylem ve söylemleri barıştan köklense de, Nedim, Aycan ve Ayşe Abla ile diğer roman kişilerinin ılımlı, yapıcı, barış dolu sesleri halklar arasındaki barışın sesi olarak umut verici olsa da Aykut ve Despina’nın olumsuzluğu körükleyen eylem ve söylemleri hiç de yabana atılacak cinsten değildir. Çünkü hem Kıbrıs’ta hem de ada halkları üstünde yasal hamilik taslayan Yunanistan ve Türkiye halklarının önemli bir kesimi değişen dünya koşulları içinde tam da Aykut ve Despina gibi düşünmekte ve sürekli yara kaşıyan ve savaşın eşiğinde beklemeyi marifet sayan bir duygu içindedirler.
 
Yazar çokça iyimser bir tablo çizerek barışı bütün cephelerde hayatlara sokma çabasını içselleştirmek istese de aradan geçen 46 yıllık süreçte bunun gerçekleştirilememiş olması ve hâlâ kanayan bir yara olarak sızısını duyumsatması, bu topraklarda ve halkların belleğindeki yıkım yerine “barış”ın nasıl konulacağı üstünde düşünmeyi gerektirmektedir.
 
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı elbette ada halklarının geleceğini güvence altına almayı ve adada iki toplumlu tek devlet yaratmayı ve barış içinde yaşayabilmelerini sağlamayı hedeflemiş bir harekâttı. Yazık ki jeopolitik konumu nedeniyle Kıbrıs Adaşı, her iki garantör devletin, uluslararası örgütlerin, emperyalist devletlerin milli çıkarlarının at oynatma alanı hâline getirilerek ve çıkarları öncelenerek ada halklarının düşmanlığı özellikle körüklendi.
 
Adadaki Yunan askerinin varlığı görmezden gelinerek uluslararası arenada Türk askerinin işgalci damgası vurularak aşağılanması, milli kaynakları sınırlı bir adanın her iki taraf için de ek bütçelerle desteklenmesi zorunluluğundan doğan bağımlılığı, uluslararası sözleşmelerin tek taraflı uygulanarak Rum kesiminin Avrupa Birliği içinde ödüllendirilmesi her zaman hemen her platformda ada halklarının birbirinden soğumasını, kopmasını, düşmanlaşmasını hatta çatışmasını kaçınılmaz kıldı.
 
M. Osman Akbaşak, tertemiz bir Türkçe ve kolay anlaşılır bir roman örgüsü içinde bütün bu siyasi değişim ve savrulmaları anılar ve anlatılar içine yerleştirerek vermektedir. “Barışın Renkleri” adlı bu romanda hemen her yaş grubunun, konu hakkında bilgi sahibi olmasa da okuyunca kolayca anlayıp kavrayabileceği bir anlatımın egemen olması hemen yanı başımızdaki Kıbrıs’ta yıllardır neler olup bittiğini bağırması açısından çokça önemli ve değerlidir.
 
Artık kangren olmuş bu siyasi kördüğümün çözülebilme olanağı sunacak ipuçlarını küçük diyaloglar içine yerleştirerek duyurması, EOKA’nın, Yunan ve Rum Milliyetçilerinin gizli ve açık örgütlenmelerinin, adanın yasa dışı silahlandırılmasının, NATO ve Avrupa Birliği uygulamalarındaki yanlılığın, dahası halklara şırıngalanan düşmanlığın 1974’ten bu güne önü alınamaz bir savaş çığırtkanlığından beslendiğini barış diliyle anlatıyor olması değerlidir.
 
M. Osman Akbaşak’ın, roman kahramanı Sibel’in ve İzmir’de yaşayan ailesinin örnek ilişkileri ve barışçıl söylemleri üstünden kurguladığı kayıp dedeyi arama öyküsünü, bir “barış” güzellemesi olarak da okumak olasıdır.
 
Despina ve Aykut dışında olumsuz tek bir cümle kurucu ve uygulayıcı olmaması onların da uygarca davranarak konuyu geçiştirmeleri günümüz gerçekleriyle bağdaşmasa da arzu edilen ve beklenilen davranışlar olarak sunulması barışı çağıran bir dile duyulan gereksinim açısından önemsenmelidir.
 
Eline cetvel alan erk’in adayı istediği şekilde sınırlara ayırarak bazı hayatları ve bazı toprak parçalarını birbirinden kopardığını, bu keyfi uygulamaların ada halklarının hayatlarına taşıdığı yıkımı, her şeye karşın barış isteyen insanların hâlâ çırpınıp durduğunu, bu kadar acı içinde bile aşk’ın kendisine barış ve sevgi dolu bir alan açmaya muktedir olduğunu öğreniyor okur. Romanı okudukça ‘iyi ile kötünün, iyilikle kötülüğün, barış ile savaşın, kaybetme ve bulmanın, ölümle yaşamın, sevinçle kederin’ diyalektik zıtlıklarından örülü hayatların, ne tür faturalarla hayatımıza girdiğine ve bizleri nerelere sürüklediğine tanıklık etmenin derin bilinci ve sızısını da duyumsatıyor okura. Bu barışın vazgeçilmezliğinin de haykırışı sanki.
 
“…Savaşların mantığı bu ne yazık ki katliamı katliamla durdurmaya çalışmak, ne bileyim en azından şu anda bakınca mantıklı gelmiyor. Giden her can özeldir; yakınları, sevenleri için önemlidir. Bizim bugün yapmaya çalıştığımız şey ‘Dün kim haklıydı?’ demek değil. ‘bugün birlikte nasıl yaşarız’ düşüncesini yerleştirmeye çalışmaktır.” (Sf: 170) cümlesi artık bugünün hastalığım sağaltacak reçetenin ipuçlarını söylemektedir ne ki kimse ayranım ekşi dememekte ve suç samur kürk olsa da taraflar üstüne almamakta direnmektedir.
 
Kayıp Türk askeri yani Sibel’in dedesinin savaş sırasındaki eylem ve söylemlerini dürüstçe yargılaması ve yaptıklarını “utanç” sözcüğünün şemsiyesi altına alarak özetlemesi barış için umut kapısı aralasa da artık “utanç” sözcüğü de o bilinen anlamını çoktan yitirmiştir.
 
“… Ünlü İsveçli yönetmen İngmar Bergman’a sormuşlar. ‘Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?’ diye, Bergman ‘Utanç!’ diye yanıtlamış. ‘Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.’ demiş. Ben o sözü daha önce okumuştum. İşte tam buydu o an hissettiklerim. Dedem de Rumlar kadar acımasız davranmıştı, ancak ‘utanç’ dediği anda ümitlerin kaybolmaması gerektiğini fark etmiştim. Cümlenin tamamı aklıma gelmese bile… Demek beynimin bir yerlerinde duruyormuş ümit ışığı. Bir gün herkes yaptığından utanmaya başlarsa barış için ümit ışığı da yanmaya durur.” (Sf: 169) cümlelerindeki çağrı, evrensel değerlere çağrının da sesi olarak okunmalıdır. Utanmak, yıkımın önünü kesen en değerli eylem değil de nedir?
 
Muktedirlerce ele geçirilerek utanma duygusunun, vicdan, adalet ve merhametin yerle bir edildiği bütün coğrafyalarda renk, dil, din, ırk, toprak, sınır başlıkları altında ezberletilen zulüm kaynaklarının halklarca artık yerle bir edilip barış sevgi huzur hak adalet ve iyilik şemsiyesi altına toplanılması kaçınılmaz olsa da yazık ki güç odaklarının engelleri her zaman daha baskın ve yıkıcı olmayı sürdürmektedir. Barış ve güç birliği amacıyla örgütlenen Avrupa Birliği ülkelerinde bile yapay sınırlarla insanları bölüp parçalamaktan çekinilmezken emperyalist sömürü tuzağına çekmekte hiçbir sakınca görmedikleri halklara ve ülkelere barış götürecekleri iddiası hem düşündürücü hem de inandırıcılıktan uzaktır.
 
Aleko’nun cümlelerindeki gerçekliği düşündüğümüzde “Biliyor musun, Kıbrıs için en çok da Lefkoşa için ne çok hayalim var. Biraz ilerimizde sınır var, elli beş yıl önce Barış Gücü komutanı bir İngiliz generali tarafından çizilmiş. Adam almış eline yeşil bir kalem, ikiye bölmüş koca kenti. Kıbrıslı olmayan biri gelip resmen parçalamış Lefkoşa’yı, tıpkı Ortadoğu ‘da, Kuzey Afrika’da sınırların çizilmesi gibi. Avrupa’ya yaptığımız bir gezide bizi Belçika-Hollanda arasında bir kasabaya götürdüler. Adı Baade, hiç aklımdan çıkmıyor. Belçika- Hollanda sının evlerin, parkların içinden geçiyor. Hatta bir alış veriş merkezinin kapısının dışı Belçika’da, içi Hollanda’daydı. Yine bir kültür merkezinin tam ortasından geçiyordu sınır. Belçika’da bir kafede oturduk, garson Hollanda’dan gelip ne istediğimi sordu.” (Sf: 190) açıklaması aslında dünyanın nasıl bir akıl tutulması, varlık karmaşası, vicdan ve utanç sorunu yaşadığım da anlatmaktadır.
 
1974 Temmuz günlerinde Erzurum’da çiçeği burnunda bir gelin adayı olarak düğün hazırlılarımızın sonuna ulaşmış 10 Ağustos’ta yapılacak düğünümüz için gün saymaktaydık. Kıbrıs olayları patlak verince eşime de Türk silahlı Kuvvetlerinden bir yazı gönderilmiş ve ihtiyaç halinde yeni terhis edildiği birliğinden çağırılacağı duyurulmuştu. Acı, korku, endişe, keder, kaygı dolu olarak bir sarkaç gibi belirsiz günler içinde sallanarak daha doğrusu çalkalanarak geçirdik günlerimizi, aylarımızı. Aradan geçen yıllar boyunca nice savaşlar, nice kıyım ve katliamlar gördü dünya. Hemen kapı komşumuza “demokrasi ve barış götürmek” isteyenlerce yıllarca kan kusturuldu, soykırım, katliamlar gerçekleştirildi. Kapı komşumuzu el birliğiyle yıkıp parçaladık ve kitlesel göçlerin mülteci akınlarının istilasına uğradı topraklarımız ve dahası üç gün öncesi kuzeydoğu sınırımızda Ermenistan-Azerbaycan birbirinin topraklarını kanla suladı.
 
Soluğum göğüs kafesimi hep “Barış! Barış! Barış!” diye tokmaklasa da “barış”ın çoookk uzaklarda bir hayal olduğunu artık öğrendim. M. Osman Akbaşak’ın kalemi hep yeşersin ve hep “BARIŞ” yazsın dilerim. “BARIŞIN RENKLERİ” boyasın yeryüzünü, halkların gözbebeklerini, geleceğin muştusunu… Belki bana da, umutsuzluğuma da merhem olur!”
 
Emeğine bin saygıyla Değerli Arkadaşım.
(İzmir- 2 Ekim 2020’de yayınlandı bu yazı.)
 
Kitabımı tanıtan, Bir Yazar Bir Kitap “Barışın Renkleri” M. Osman Akbaşak videosunu, meraklılar için ekliyorum; izlemek isteyenler için buradan ulaşabilirler.
 
 
 
 
 

Siz de fikrinizi söyleyin!