Kitaplar,  Tarih,  Toplum

Anne Beni Bekleme – Hidayet Karakuş

Bugün basım tarihinin üzerinden altı yıl geçmiş olsa da bana göre güncelliğini hiç yitirmeyecek bir romandan söz etmek istiyorum. Sevgili Hidayet Karakuş ağabeyimin “Anne Beni Bekleme” romanı… Ulusal Kurtuluş Savaşımızın son günlerinin ve Anadolu insanlarının bir Yunan askerinin gözünden değerlendirilmesi… Türünün ender örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Girit’te Türkler’e karşı savaşırken ölen bir babanın oğlu yine Türkler’le başka bir savaşa girilmişse ne hisseder? Kocası savaşta ölmüş bir anne savaşa karşı olsa bile, babasının arkadaşları, komşuları onu intikam almak için kışkırtmışlarsa kanında kıvılcımlar çakıyorsa yerinde durabilir mi? Yetiştiği ortam onu rahat bırakır mı?

Haklı ve haksız olma konusu kişiye ve ortama göre daima farklılık gösterebilir. Aynı olayı anlattığınızda denizin bir yakası kendisini haklı görürken diğer yakası da aynı şekilde kendisini haklı görebilir. Üstelik emperyalist güçler kendi çıkarları için duyguları acımasızca kaşıyorsa, sömürüyorsa gözler ne görmesi gerektiğini bile bilemez.

Babası ölen Pandeli için önündeki sağduyu timsali annesi her ne kadar yol gösterici olsa da çevresi bir o kadar kışkırtma rolünü oynamaya devam edecektir. Sonunda egemen güçler galip gelecek, emir demiri kesecek ve Pandeli kraldan, dolayısıyla ordudan emir alınca annesini, kardeşini ve henüz sevgilisi bile olamayan çocukluk arkadaşı Sofia’yı geride bırakıp Anadolu yoluna çıkacak, ulusunun yüce zaferi! için annesinin de etkisiyle ne kadar istemese de savaşmaya gidecektir.

Pandeli, savaşmaya zorlandığı Anadolu’ya giderken annesi Maria şöyle der:

“Anadolu nereden bizim oluyormuş? Elimizdeki toprak yetmiyor mu? Herkes kendi toprağında, evinde barkında yaşasa olmuyor mu? Dar mı geliyormuş dünya kralınıza?”

İşte böylesine barışa inanan bir annenin çocuğu olan Pandeli, emperyalist ülkelerin maşa olarak gördüğü bir ülkenin askeri olarak Anadolu’da savaşmaya zorlanır. Ya savaşacak ya da kurşuna dizilecektir.

İlk adım, İzmir… Sonrasında o günlere değin hep ilerlemiş, hiç geri çekilmemiş olan Yunan ordusunun ileri uçlarında birliğine katılır. Katılır da daha silahı eline aldıktan kısa bir süre sonra ordusu yenilir ve geri kaçış başlar. Komutanları, Anadolu’da yenilgiye uğradığı o anlarda bile sağlam bir ev, ekini yakılmamış tek bir tarla bırakılmamasını emreder. Pandeli bu emri çok vahşi bulur. Yakılan her evden, tecavüz edilen her kadından utanır. Umutsuz bir anında yazdığı mektupta annesine şöyle seslenir:

“Anne beni bekleme! Dönsem de ben eski ben olmayacağım.”

Üstelik bu kaçış düzenli bir çekiliş de değildir, daha yeni tanıştığı birkaç arkadaşıyla başlayan, tanımadığı topraklarda, kendisini gördüğü yerde vuracak askerlerden, köylülerden saklanarak yüzlerce kilometre sürecek kâbus gibi bir yolculuk. O anda bir amacı vardır, İzmir’e sağ salim varıp, bir gemiyle anasına, kardeşine, Sofia’sına kavuşmak, savaşı tamamen unutmak.

Kısa zamanda yalnız da kalacaktır Pandeli… Yol iz bilemeden, sadece dere yataklarını kullanarak… Gündüzleri saklanıp, geceleri yolculuk yaparak, yiyeceksiz, susuz, bir buğday tanesine dahi muhtaç, nasıl yol alınırsa öyle… En önemlisi, savaşın tanıklığı… Yanmış, yıkılmış köyler, öldürülmüş insanlar, tecavüz edilmiş kadınlar…

Annesinin nasihatleri, babasının arkadaşları ve çevresinin kışkırtmaları arasında kalan duyguların depreşmesi işte tam da bu anlara denk gelecektir. Gitgide bir utanç duygusu kaplar içini, neden savaştığını sorgular ve gitgide yakalanma korkusu da ağır basmaya başlar. Esir düşerse o bir düşman askeridir, hiç kimse onun utanç duyup duymadığını, öncesinde kimseyi öldürüp öldürmediğini sorgulamayacaktır. Belki de buldukları yerde vuracaklardır, sorgusuz sualsiz.

Günlerce gecelerce sürer bu belirsiz yolculuk, bir gün o denli zor duruma düşer ki bir köye yaklaşır, yakalanmak üzereyken bir kuyuya saklanır ancak bir süre sonra görülür ve yakalanır. İşte bundan sonrası yine duyguların öne çıktığı bölümler… Saklandığı kuyuda Pandeli’yi yakalanan Safiye Nine de bir annedir. Bir yanda evladını içi kan ağlayarak, istemeden Anadolu’ya gönderen Yunan anne Maria, bir yanda köylülerinin çocuklarını, evlatlarını öldürmüş olan Yunan askerlerinden birini kuyusunda yakalamış, kendi evladı savaşa gidip henüz dönmemiş olan Türk anne Safiye Nine…

Safiye Nine düşman gibi davranmaz, kim bilir belki de onu oğlunun yerine koyar, bir misafir gibi ağırlar, ancak sonunda başka seçenek yoktur, devlete teslim edilir. Esir kampına gönderilir, burada düşmanlık görmez, bir esir kampında nasıl olması gerekirse o şekilde yaşamaya devam eder. Bütün bunların karşısında pişmanlıkları ve utancı daha da büyür Pandeli’nin. Aklından bin bir düşünce geçer:

“Niye barıştan korkar insanlar? Neden birbirinin gırtlağına sarılır bu insanoğlu durmadan? Ben bu insanların mı yurtlarını ellerinden alacaktım? Bu insanların çocuklarını, kardeşlerini öldürmek için mi gelmiştim buralara?”

Yazılarımı okuyanlar bilir, roman içeriklerini genellikle vermem, ancak bu kitapta romanın sonundan daha çok bütünündeki duygular ve düşünceler ağır basıyor. Bu nedenle bu kadarını paylaşmakta sakınca görmedim. Kesinlikle her satırını okumanızı önererek ve Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü anarak yazımı bitiriyorum…

Ne olursa olsun şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş, zorunlu ve yaşamsal olmalı. Gerçek inancım şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. “Öldüreceğiz!” diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz!” diye savaşa girebiliriz. Ama millet yaşamı tehlikeye uğramadıkça, savaş bir cinayettir.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, S. 128)

Kalemine sağlık Hidayet Karakuş ağabeyim…

Siz de fikrinizi söyleyin!