Din,  Tartışma

“Ama Hangi Kuran’ı Esas Alacağız?!.”


Taraf gazetesi yazarı Ayşe Hür, “Ama Hangi Kuran’ı Esas Alacağız!” başlıklı bir makale yayınlamıştı. Makaleyi tek taraflı bir bakış açısı ile yazıldığı aşikar idi. Aslında sayın Ayşe Hür hanımefendinin yazdığı ve verdiği kaynaklar bilinen mevcut kaynaklardı. Yani bu kaynakları, “kendisi uydurdu” deme hakkımız yoktur. Neyse konuyu fazla uzatmanın bir anlamı yoktur. Bütün makalesine yorum yapmak gibi bir niyetim de yoktur. En önemli noktalara değinmenin doğru olacağını düşünüyor ve yeterli buluyorum.
(Eski bir yazı olduğu için geçmişe yönelik değiştirdim tüm yazıyı.)

Ayetler; taşlar, deriler, ağaç kabukları üzerine mi yazılıyordu?

Ayşe Hür makalesinde, Ayetlerin taş, deri, kemik ve ağaç kabukları üzerine yazılı olduğunu iddia ediyordu. Keşke Ayşe Hür, Kur’an-ı Kerim’i açıp, orada bu konuyla alakalı ayetleri okusa idi; zaten hanımefendiyi eleştirdiğim nokta, tek taraflı bir bakış açısı sergilemesinden dolayıdır.

Dayandığı kaynaklara bakıp, ardından Kuran ayetlerini gözden geçirelim.

15- (…) Zeyd İbn Sabit el-Ensâri ye atfen yaptıkları rivayette: Ebu Bekir ve Ömer’in görevlendirmesiyle Zeyd diyor ki, “Ben kalktım, Kuran’ın ardına düşüp gereği gibi araştırdım ve onu yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek kemiklerinden, hurma dallarından ve hâfızların ezberlerinden bir yerde topladım. Ve et-Tevbe Sûresinden iki ayeti, Ebû Huzeyme el-Ensâri’nin yanında buldum. O iki âyeti ondan başka kimsenin yanında bulmadım.
Neticede içlerinde Kur’an toplanılan bu sahifeler, Allah kendisini vefât ettirinceye kadar Ebû Bekr’in yanında kaldı…
(Buhari, Kitabu’l-Tefsir 199 Cilt 9 s. 4423-4424 Ötüken 1987)

16-(…)Ebû İshak şöyle dedi: Ben el-Berâ ( R )’ dan işittim, şöyle diyordu: “ Mü’minlerden oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar müsâvi olmaz… “ Ayeti indiği zaman, Resûlullah (S) Zeyd’i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile geldi ve o ayeti yazdı…
(Buhari, Kitabu’l-Cihâd ve’s-siyer 47 cilt 6, s.2674. Ötüken 1987 )


Milattan 3000-4000 yıl öncesinde dahi Papyrus varken, Müslümanların milattan sonra 600-700 yıllarında bundan habersiz olmaları acaba ne kadar mantıklı geliyor size? Gelişi güzel bir kaç rivayetten yola çıkarak ‘Tarih’ belirlemek asla bilimsel bir araştırmanın yerini tutmaz.
Halbuki Kuran-ı Kerim’de ayetlerin ince deri üzerine yazıldığı anlatılıyor:

Andolsun Tûr’a (52/1)
Satır satır yazılmış Kitab’a (52/2)
Yayılmış ince deri üzerine (52/3)


Geçmişe ait korunmuş sahifeler, “rakk-ı menşur” denilen ceylan derilerine yazılırdı. Zaten Kur’an ince deri üzerine yazılmamış olsaydı, bunu duyanlar “Sen hangi deri üzerine yazılmış ayetlerden bahsediyorsun” diye Peygamberle alay ederlerdi.

Yine 80inci surede:

Hayır, o ayetler bir mesajdırlar. (80/11)
İsteyen onları idrak eder. (80/12)
Onlar, değerli sayfalardadır. (80/13)
Yüksek ve temiz sayfalarda. (80/14)

denilmesi, o dönemin müslümanları tarafindan ‘Sahife’den ne kast edildiğini biliyor olmasına işaret olarak algılanabilinir. Ayşe Hür’ün kaynak aldığı hadislerin tam tersini söyleyen hadisler de cabası. Onları da paylaşalım.

17- (…)Abdülaziz İbn Rufey’ şöyle dedi: Ben Şaddat İbn Ma’kıl ile beraber İbn Abbas’ın yanına girdim. Şaddat İbn Ma’kıl, Abbas’a:
-Peygamber (s) bir şey bıraktı mı? diye sordu.
İbn Abbas:
Mushaf ‘ın iki yanını kuşatan ciltler arasında bulunandan başka bir şey bırakmadı, dedi.
Biz yine beraberce Muhammed İbnu’l -Hanefiyye’ nin yanına girdik ve ona’da aynı suali sorduk. Muhammed İbnu’l Hanefiyye de:
İki kapak arasında bulunandan başka bir şey bırakmadı, dedi.
(Buhari,Kitâbu Fedail’l -Kur’an 39 Cilt 11 sayfa 5112 Ötüken 1988)


Böylece “iki kapak arasında bulunan…”dan bahseden İbn Abbas’a dönüp kimse “O nedir, ne mushafından bahs ediyorsun sen” dememiştir. Diğer bir rivayette de şöyle denmektedir.

18-(…)Enes İbn Mâlik el -Ensâri den rivayet ettiler ki: “Peygamber hücrenin perdesini açtı da, bizlere bakmaya başladı. Kendisi ayakta duruyor ve yüzü de Mushaf yaprağı gibi parlıyordu…”
(Buhari, kitabu’l -Ezân 72 cilt 2 sayfa 707 – 708 Ötüken 1987)


Yüzü
“Mushaf yaprağı gibi parlıyor” diyen Ebes ibn Malik el-Ensâri, mushafın ne olduğunu gayet iyi bilen biri olması gerekiyor ki bu tür bir sözü anlam kazanabilsin. Zaten ayetleri de baz aldığınızda, bu hadislerin çok daha mantıklı olabileceği tahminini yürütebiliriz. Uzatmayalım…
Kuran-ı Kerimin yazılı bir mushaf halinde bulunduğunu, farkına varmadan Ayşe Hür’de ispatlıyor
du yazısında zaten. Nitekim şöyle buyuruyordu makalesinde:

Ancak, bu işler yapılırken, hafızlar grubundan bazı kişiler kendi Mushaflarını oluşturuyorlardı. Böylece ortaya Ibni Mesud’un Mushafı, Übeyy Ibni Ka’b’ın Mushafı, Abdullah Ibni Abbas’ın Mushafı, (Peygamber’in eşlerinden) Aişe’nin Mushafı, (daha sonra Dördüncü Halife olacak) Ali’nin Mushafı gibi değişik Mushaflar çıkmıştı.”


Böylece Peygamberin zamanında mushafın ne olduğunu ve mushafların varlığını kendi diliyle ifade etmiş oluyordu. Peygamberin vefatı boyunca kağıt bulunamayıp, ölümünden iki üç yıl içerisinde mushafların yazıldığına inanmak acaba ne kadar mantıklı geliyor size?
Sahi, kağıtları nereden bulmuşlar birden?
Yine Peygamberin Krallara gönderdiği mektupların varlığını tüm tarihçiler kabul ediyor, bu konuda herhangi bir ihtilaf da yoktur bildiğim kadarı ile. Peki bu mektuplar taşlar, kemikler, ağaç kabukları üzerine mi yazılıyormuş?
Kısaca; neresinden tutsak dökülüyor!

İbranice mi, yoksa Arapça mı?

Ayşe Hür “Bugün bazı Batılı ilim adamları, o tarihte Hicaz’da yazı dilinin Arapça değil Aramice ya da İbranice olduğunu söylüyor” diyordu yazısında. Hangi bilim adamı bunu söylüyor, keşke isim verse idi. En azından hangi manada söylediğini araştırma şansını yakalaya bilirdik. Hz. Ali’nin mushafından bahseden Ayşe Hanım, herhalde Arapça yazıyı kullanmak, peygamberden üç beş yıl sonrasında geliştiği iddiasında bulunmayacaktır.

Ümmi’nin ne olduğu…

Tüccarlık yapan Abdullah oğlu Muhammed’in okuma yazma bilmediğini iddia etmek acaba ne kadar doğru, o da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Nitekim “Ümmi”, okuma yazma bilip bilmemekle alakası olmayan bir kelimedir.

امّى – ümmî sözcüğü, امّ – ümm = ana ile nispet bağıntı ى – yâ’sı’ndan oluşturulmuş bir sözcük olup “anaya mensup”, “analı” demektir. Çünkü sözcüklerin sonuna getirilen yâ bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için kullanılır. Meselâ; Konevî: Konyalı; Bağdadî: Bağdatlı; Halebî: Halepli; Rumî: Romalı demektir. Buna göre ümmî de adı “Ümm” (Ana) olan kent mensubu, Analı demektir. Ancak buradaki “Ana” özel isim olup cins isim olan ana [anne] ile karıştırılmamalıdır. “Ana” adlı yerin neresi olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman olduğu gibi yine Kur’ân’dır:

(En’âm: 92) Bu da Bizim, köylerin [kentlerin] anasını [Anakent’i] ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı mübarek [bereketli, bolluk dolu] bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar. [desteklerini de sürdürürler]
(bkz: Bakara 78; Ali Imran 20, 75; Cuma 2)

Bu Âyette peygamberimize önce امّالقرى – Ümmü’l-gurâ’yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Peygamberimizin Mekke’de Elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyardığı herkesçe bilinmektedir. O hâlde Âyetteki Ümmü’l-gurâ ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır….
(Hakkı Yılmaz- Tebyin-ül Kuran /Araf Suresi)


Makalenin gerisi, ‘Mushafın’ yazılı olmadığı tezinden beslenerek bir çorap söküğü gibi devam ediyor.

Prof. Neuwirth: 14 asırdır Müslümanlar, hep yanıldılar iddiası yanlıştır.

Sayın Ayşe Hür hanımefendi makalesinin sonunda:

Daha anlatacak çok şey var ama yerim bittiği için burada noktalıyorum. Kalanını internet nüshasına eklemeye çalışacağım. Bu tarihçeye bakılırsa, bugün İslam ülkelerinde kullanılan ‘Resmî’ (Standardize edilmiş) Kuran’ın (ki 1920’de Kahire’deki El Ezher Üniversitesi tarafından kaleme alındı) Osman’ın Mushafı’yla değil ‘harfi harfine aynı’ olduğunu, bu tarihçeyi bilenlerin kabul etmeye razı olduğu gibi, ayetlerin sırası ve içeriği açısından aynı olduğunu iddia etmek, ancak ‘iman’la mümkün, yoksa ‘bilimsel açıdan’ mümkün değil.”

diyerek konuyu kapatıyor. Aslında kapatmaktan ziyade, insanların beyinlerinde soru işaretleri bırakmayı yeğliyor.

İnsanlar Kur’an-ı Kerimi bugün tüm tarihi metinlere ulaşarak okuyabiliyor ve hanimefendinin yararlandığı site de dahi (islamic-awareness.org) eski Kur’an resimleri bulunmaktadır. Dileyen onları elimizde bulunan Kur’an ile karşılaştırabilir. Ayşe Hanım, Gerd-Rüdiger Puin’den dolaylı yoldan alıntı yaptığı için, bende o araştırmacıyı ele alarak bunu ispatlamak istiyorum. Sayın Puin 1981-1984 yılları arasında, Arap el yazmalarının tadil ve tasnif işleri projesini yönetmekle görevlendirilir. Puin, bir kısmı 628 yılına, yani Hz. Muhammed’in henüz hayatta olduğu dönemlere denk gelen ve toplam 926 değişik Kalligrafiyle yazılmış Kuran-ı Kerim Parşömenlerini teker teker inceler ve tasniflerini tamamlar. Almanya’ya döndüğünde, önceleri surelerin sıralamasindaki farklılığı görür ve “Kuran’ın beşte biri yeniden yazılmalıdır” sonucuna varır. İslam eleştirisinde bulunan insanların Puin’i kaynak almaları aslında şaşırtıcıdır. Puin kitabını, Katolik Teolog Karl-Heinz Ohlig’le birlikte bastırır. Bu pencereden bakıldığında, Puin gibi bir araştırmacının ne kadar tarafsız olabileceği konusunu sorgulamak gerekir. Sanki Hristiyanların İznik konsilinde, Arius’un karşı çıkmasına rağmen, İncili değiştirdikleri gibi Kur’an-ı kerime de bu kılıfı geçirmek istiyor bazıları. Arius’un kim olduğunu uzun uzadıya burada anlatmak çok uzun süreceğinden, onu başka bir yazımızda anlatırız detaylarıyla. Misal Puin’in tezlerini devam sürdüren sayın Luxenberg Huri kelimesinin “iri taneli üzüm” olduğunu iddia ediyor. Zaten “Huri” tezi Luxenberg’a ait olmadığı gibi, Kur’an araştırmacılar bu konuyu ondan önce kabul ediyorlardı. Bununla bitmiyor, Kur’an surelerinin sıralamasını “Kur’an’ın değişmesine” yorumlayıp oradan güya İslam alemine gol atmaya çalışıyor.

Puin, Luxenberg yahut Katolik Teolog Ohlig’e verilecek cevabı yine Almanya’da araştırmacı Prof. Neuwirth’ten getirelim.

14 asırdır Müslümanlar hep yanıldılar iddiası yanlıştır.” diyen Neuwirth; Puin, Luxenberg ve benzeri ilahiyatçıların tezlerinin yanlış olduğunu ifade etmiştir. 2009’a kadar ‘Corpus Coranicum’ projesinde bütün bilgiler toplanıp bir veritabanı oluşturup, kullanıma açtıktan sonra Prof. Neuwirth, Puin ve benzeri Oryentalistlerin bu konuda hatalı olduğunu söylemiştir.

Ayşe Hür’ün makalesinin sonuna yazdığı ve ‘Kuran değiştirilmiştir’ süsü vermeye çalıştığı sözler aslında Puin, Katolik Ohlig ve Luxenberg’den kaynaklanan bir tezdir.
Bu tez,
‘Corpus Coranicum’ projesinden sonra çürütüldüğüne rağmen yine de bu tür makalelerde dile getiriliyor olması düşündürücü ve üzücüdür.

Son olarak Dr. Puin’in el-Ekva’ya yazdığı mektuptan önemli yerleri paylaşarak konunun sonuna geliyorum.

(…)Benim samimi kanaatime göre, söz konusu Yemen nüshalarıyla eldeki Kur’an nüshaları arasında ciddiye alınabilecek hiçbir farklılık mevcut değildir; bu yeni nüshalarda tesadüf edilen yegâne ihtilaf, -Allah’a şükür- sadece sözcüklerin imlâsıyla ilgili Kur’an’ın kendisine aslâ zarar vermeyecek olan küçük bir takım yazım farklılıklarından ibarettir. Zaten ‘İbrahîm-İbrahim’; ‘Kur’ân-Kur’an’; ‘simâhum-simahum’, vb. farklılıklara da Kahire’de basılan mushaflarda işaret edildiği herkesçe bilinmektedir.
(…) Geçen senenin Ekim ayında ben ve meslektaşım Dr. Von Bothmer, Hollanda’nın Leiden şehrinde yapılan, Kur’an araştırmalarıyla ilgili bir konferansa davet edilmiş ve orada Yemen mushaflarından alınan mikrofilm örneklerine istinaden iki tebliğ sunmuştuk. Her iki tebliğ de -tahmin olunacağı üzere- hem Batılı akademisyenler, hem de Müslüman ilim adamları nezdinde çok büyük bir rağbet ve iltifata mazhar oldu. Maamafih bu tedkikler henüz neşredilmiş değildir.

Not: Arapça ifadelerimin bozukluğundan dolayı özür dilerim.

Dostunuz
Dr. Gerd R. Joseph Puin
Saarbrücken, 14/2/1999

Keşke Ayşe Hanım bu konular üzerinde daha fazla araştırma yapıp, bu yanılgıya hem kendisini hem de okuyucusunu düşürmese idi.

Mustafa Çelebi

KüN Photography adı altında Fotoğrafçıyım. Genelde doğa çekimleri yapmakla beraber, önüme ne gelirse affetmem o an çekerim. Ne küfür edeni severim ne küfür etmeyi. Atatürkçü, laik, biraz da deli bir yapım vardır. Dine büyük bir merakım olmakla beraber bazı konularda çok cahil kaldığımı itiraf etmeliyim. Futboldan misal anlamam, televizyon hiç izlemem, dolayısı ile dünyada olan bitenden genelde bir gün sonra haberim olur. Yani bugün kıyamet kopsa, benim ancak yarın haberim olur koptuğundan ;) Kısacası biraz düşünür, biraz da yazarım!

Siz de fikrinizi söyleyin!