Deneme,  Toplum

Yalansız Yaşamak İstiyorum

Benin bendeki yolculuğu ile başladı bütün hikaye.

Arkadaşlar 1 dk bakar mısın? Bir şey söyleyeceğim… diye yüksek sesle bağırmak zorunda kaldım.

Yüzlerce göz kısıldı,  yanaklar donuklaştı ve bütün kafalar yarım daire dönerek hedefe, bana odaklandı.

Meydan muharebesinin ortasında yalnız kalmış düşman askeri gibi hissettim kendimi. Kımıldasam saldıracaklar, dudaklarımı kapattım, gözlerimi bile kırpamadım.

Söylesem onlarca farklı görüş, onlarca eleştiri ve hatta dalga geçen söylemler içerisinde herkes benden daha iyi olduğunun ispatı peşine düşecekti.

Söylemesem, o da başka dert. Bize hiç katılmıyorsun, sesin çıkmıyor cümlelerinin arkasına sakladıkları, korkak, pısırık, zaten bir şey bilmiyor düşüncelerinin dışa vurumunu yaşayacaktım.

Anlık olarak dondu zaman. Rüzgâr kapıda kaldı, giremedi içeri. Işık vurduğu camda dağıldı.

Bendeki ben diğer benlerle karşı karşıya…

Hikâyeyi klasik filmlerimize bağlayıp, bir de uyandım ki rüya imiş diye bağlayacağımı sakın düşünmeyin, anlattıklarım gerçek. Benin bendeki yolculuğunun başladığı o an.

Kararsızlıkların, donmuş zamanların ve başkalarının ne düşüneceği yönündeki kuşkulu bu yaşamdan kurtulmam için büyük bir fırsat yakalamıştım. Mesele; ne cesur olduğumu ispatlama, ne de gelecek tüm eleştiriler altında yeniden ezilerek hurdaya çıkma meselesi değildi. Kendimi aşacağım bu basamak sayesinde başkalarının da kendilerini aşmalarına yardımcı olacağımı ve daha güzel büyük guruplar oluşturacağımı düşündüm.

600 kişilik anfinin ortasında dikkatlerini çektiğim arkadaşlarımı susturmayı başarmışken dersi anlatan profesöre dönerek;

  • Hocam anlattığınız bu değerli şeyler içerisinde tespit ettiğim ve anlamakta zorlandığım şöyle bir çelişki var….. diye sorumu sordum.

Yüzlerce gözün, düşmanca bakışları yumuşadı, dostça bir tebessüme dönüştü. Müthiş bir sessizlik ve meraklı bakışlar hakim oldu, o kocaman mekana.

Öyle bir soru sormuşum ki, hocamız coştukça coştu, anlattıkça anlattı. Her cümlesinde soruya teşekkür edip, hepimizden beklentisinin, bu tür sorular olduğunu, soru sorulmadıkça kendi dağarcıklarında bulunan çok şeyi anlatmayı unuttuklarını söyleyip durdu. Her saniyesinde kahramanlaştım.

Her dakikasında arkadaş sayım arttı. Takipçi yağmurunu yaşadığım o günlerde sosyal medya yoktu, ama ben icadı çoktan yapmıştım.

Küçük bir kasabadan 1 yıl önce geldiğim İzmir’de önemli bir lisenin mezunu olarak Üniversiteye başladığım bu ilk günden daha önce çıkmıştım aslında bendeki benin yolculuğuna;

O yıl İzmir fuarında akrabalarımın perakende satış dükkanlarında sürekli yardıma gittim. Yan dükkân Kemeraltı semtinde çanta satan bir esnafa aitti. Çalışan personel bu işi çok iyi yapan, keyifli, hazır cevap ve iyi çocuklardı. Bir gün onlardan birisi dinlenme saatinde şu Bira parkını gidip bir görelim mi dedi. Olur dedim ve meşhur markalardan birisinin açtığı Bira satış sahasına gittik.

Birer bardak soğuk bira, spagetti alıp, ayak üstü bar masalarına koyduk. Yemeğe başlamadan arkadaş masanın üzerinde duran kırmızı şişeyi gösterip, Ketçap alır mısın dedi? O ne ki dedim. Duraksadı, gerçekten bilmiyor musun? Sakin bir şekilde bilsem niye sorayım dedim. Ne olduğunu anlattı, spagettinin üzerine sıktı. Yemek bitiminde, oldukça da hoşuma giden bir lezzet olduğunu kendisine söyledim ve teşekkür ettim.

Dönerken yolda, birader dedi. Ben yaşamımda ilk kez senin gibi birisi ile karşılaşıyorum. Bilmemekten yana bir utanç duymadan konuşuyorsun. Seninle çok iyi dost olacağız dedi.

Yıllar içerisinde anladım ki, yalan söyleme alışkanlığının temelinde bilgisizlik ile insanın toplumda birey olarak var olma ihtiyacının çatışması yatıyordu. Çatışma ile bilgisizliğin gizlenmesine gayret ediliyordu. Esas olarak Yalan, cehaletin yorganıydı, örtüsüydü. Kişisel menfaatler için kullanılıyor olmasına aldanmayın, bu kullanış biçimi alışkanlıkların değişik alanlara yaygınlaştırılmasından başka bir şey değil. Bozulmuş kişilikleri ayarlamak zordur.

Okumak ve gezmek bilgisizliği en aza indiren araçlardı. Ayrıca her şeyi bilmenin mümkün olamayacağını da kabul edecek bir erdeme sahip olmak, bilinmeyeni öğrenecek bir zekanın varlığı ile araştırmacı bir ruha sahip olmak da birçok eksiği kapatabilirdi.

Bendeki beni yalan mikrobuna teslim etmeden yol almalıydım. Yoksa ortaya çıkacak bene alışamazdım ve tahammül edemezdim. Öyle de yaptım.

Kim söylemiş, ne zaman söylemiş, niye söylemiş sorularına yanıt veremediğim, bilmediğim bir deyim var “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar “ diye. 10’ncu köye yerleşenlerden olup elimizin tersi ile iteledik bu sözü.

Hiçbir köyden kovulmadım. Hiçbir dostluğuma zarar gelmedi.

Sanıyorum yalan söylemeyi alışkanlık edinmiş ve sürekli kovulanların, hala doğruyu söyleyen insan olduklarını anlatmaları için kendilerine uydurdukları bir deyim olsa gerek.

Acı bir dönem hepimizin yaşamında. Söylenen yalanların girdabı içerisinde ne çok çukurlara düştük. Hayretlerimiz geleceğimizi kurtarmaya yetecek mi? Bunca yalanın yerine doğruları hangi zaman diliminde koyabileceğiz? Yalanların içerisinde yalan olmuş yıllar için “Yitik yıllar” mı diyeceğiz? Yoksa bu yılları ders olarak alıp, güçlü söylem ve hikayeler eşliğinde çok sağlam nesiller mi yetiştireceğiz?

Aziz Nesin üstadımızın “Du bakali ne olacak” hikayesinin yaşamımızda sürekli devam eden bir gerçek olmamasını diliyorum.

Değişim dönüşüm ve evrim zinciri içerisinde doğru bir akıl hikayesi yazmalıyız ve yaşamalıyız…

 

NOT: Bu yazıyı yayınlamak için yolladığım zamandan tam 17 saat sonra çok değerli üstat Bekir COŞKUN ağabeyimizin ışıklı yolda elveda dediği haberi düştü içimize. Acısı bir yana, bıraktıklarının sevincini yaşadık tekrar. Yitirdiğimiz değerli insanların boşluklarını dolduracak kadar cesur, asla satılmayan, güçlü kalemler yetiştirebildik mi bilmiyorum. Sevgi saygı apayrı bir şey. Toplum fazla boşluk kaldıramayacak kadar dağıldı. Doğru akıl hikayelerini yazacak,yön verecek kalemlere en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemlerdeyiz.

 

Siz de fikrinizi söyleyin!