Siyaset,  Sosyoloji,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü

68 kuşağı neden destan yazdı ve onların çocukları neden destan yazamadı? 68 kuşağı anti-emperyalisttiler ve sürekli birbirlerini aydınlatarak, fikir örgütlerinde genişliyorlardı. Üniversitelerin kalitesi ne 68’lerdeki gibi, ne o zamanlardaki hukuk (bana göre yine de bugünlerden çok iyiydi, 40 Anayasa kanununu da o dönem değiştirilerek bu günelere geldik), ne de o kuşağın soyu neredeyse kendileriyle birlikte sonlandı.

Sol’un ilk kez ülkemizde öğrencilerin eylemleriyle hareketi büyüyordu. Sol yükselişe geçmişti, tarihte kahraman olarak niteledirdiğimiz üniversite öğrencileri, hükümeti politikaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve Türkiye’yi Amerikan bağımlılığından kurtaracaklarını iddia ediyorlardı. Fakat bu durum üniversiteleri bir nevi çatışma merkezi haline getiriyordu; çünkü karşıt görüşlü gruplar pek çok zaman karşı karşıya geliyorlar ve olaylar çıkıyordu.

Öğrenciler hedef olmuşlardı, bu olayı tahteravallinin iki ucu gibi resmedebilirsiniz; ya gençler kazanacaktı ve ülkeden emperyalizme karşı duruş olacak ya da Amerika’nın elinde tuttuğu iplerde oynayan siyasetçiler kazanacaktı! Tarihten bildiğimiz üzere gençler kaybetti. Amerika hala ülkemizde güçlü.

Nasıl olabilirdi bu, tam bağımsız ve kendi kendine yetebilen, hatta üzerine Osmanlı borçlarını ödeyip, her geçen gün zenginleşerek güçlenen bir ülkeydik. Ama birileri bunun önünü kesti, hem de bu ülkenin insanıyla, bu ülke insanına kıyımlar yaptırarak! 

O dönemlerde, İngiliz Büyükelçiliği de bu duruma dikkat çekmiş ve üniversitelerin içinde bulunduğu bu durumun askerlerin ülkeye müdahalesine zemin hazırladığı yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Dört Amerikan askerinin kaçırılması da durumun ciddiyetini ortaya koyması açısından belirtilmiştir. Gençler tarafından kaçırıldığı öne sürülen, Amerikan dört asker, daha sonra serbest bırakılmışlarsa da 12 Mart muhtırasından kısa süre önce, meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etmiştir.

Yalnız mühim olan detay, gençlere karşın haberlerde yapılan propagandalar ile beyin kontrolü yapılırken (Hüseyin Cevahir’in babasının röportajına göre Can Dündar’da propaganda yapıp, haberleri olduğu gibi aktarmamıştır), siyasete Amerika’nın yön verdirttiği politikacılar neredeyse gündeme bile gelmiyorlardı, tek suçlular vardı, gençler! Amerika’ya boyun eğmek için doğmamışlardı!

***

Bu gençler ilk sahneye nasıl çıktı ve dikkatleri nasıl üzerlerine çektiler derseniz, bu yazımı bu sorulara cevap için kaleme aldım. Konuya başlayayım.

1 Nisan 1966’da bir gerici, Atatürk heykelinin önünde önce namaz kılıyor; sonra yanındaki baltayla heykele (bu konuda yazımın sonunda Nurcular için ek açıklama yapılan alıntıları okuyabilirsiniz.) saldırıyor. Buna tepki gösteren üniversite gençliği İzmir, İstanbul ve Ankara’da Atatürk heykellerinin önünde “Atatürk’e bağlılık nöbeti” tutmaya başlıyor.

Biz 21 yaşındaki gençler gibi nöbet tutamadık, günümüzde daha çok Atatürk heykelleri zarar gördü, Atatürk’ün hatıralarına daha çok saygısızlıklar edildi, Atatürk’ün tarihine bile sahip çıkamadık, Atatürk tarihini eksik anlatıyorlar çocuklara; fakat onların verdiği emeklerin zerresini yapamıyoruz! Tedbirleri düşmanlarımız aldı, 68’ler ile ilk aşırı korkuyu aldık. Biz, bugünlerde koyun gibi bakarken, geceleri uyuyabildik; hiçbir şey etmeden, gözlerimizi dinlendirdik. Fakat o dönemlerde üniversite okuyan gençler geceleri uyumamayı göze almış, Atatürk’ün bıraktığı tüm güzellikleri korumaya and içmişlerdi! Bugünlerde belki ihtiyacımız fedakarlık yapmak, kazanmaya inancımız olması, belki de yeniden bağımsızlık aşkı yeşermeli ve uyumaktan yorulup uyanmayı göze almalıyız…

Mahir Çayan’ın başkanlığındaki SBF Fikir Kulübü de bu nöbetlere katılıyor, ilk nöbette şu bildiri okunuyor (Deniz Gezmiş):

“(…) Biz, bu çirkin saldırılara araç olan uyutulmuş zavallı kişilere değil, bu anlayışın bilinçli, çıkarcı sözcülerine sesleniyoruz. Kuvvetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurt sevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cüret eden ellerinizi kıracağız.”

29 Ekim 1968’de Cumnhuriyet Bayramı’nı (Cumhuriyet’in 45. yıldönümünü) kutlamak için TMGT’nın çağrısı üzerine bir araya gelen gençlik örgütlerinin üyeleri, Samsun’dan 10 Kasım’da Ankara’ya gelip, Anıtkabir’i ziyaret edip yürüyüşü Ata’nın huzurunda sonlandıracaklardı.

Yürüyüş ismi için uzunca düşündüler ve Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’ne karar kıldılar.

“1919’da başlayan Mustafa Kemal devrimi kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırılmış, Cumhuriyet’in bütün kurumları yozlaştırılmıştır. Bugün Türkiyemiz, dünyada ilk anti-emperyalist ve anti-kapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşı devrimcilerin destek alanına girmişdir. Biz Mustafa Kemal gençliği olarak, saptırılan devrimi rayına oturtmaya azimliyiz, kararlıyız, bugün başlayan yürüyüşün amacı budur.”

30 Ekim 1968’de 24 genç Samsun’a vardı (saat 08:30 civarlarında). Kahvaltılarını yaptılar, biraz erzak depoladılar, derken başladı yiğitler (yiğit dediysem Perinçek gibi birkaç hain de aralarına sızmıştı, hainleri dahil edemem yiğit kelimesine) yürüyüşe. Saat 13:30’da Atatürk Anıtı’na vardılar, bir dakikalık saygı duruşlarını yaptılar. İstiklal Marşı’nı okuyup Türk Bayrağı’nı açarak yola koyuldular.

El­le­rin­de “Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yü­şü­” ya­zı­lı bez pan­kart var­dı. Yürüyüş ilerledikçe artacak ve çoğalacaklardı. 20 km sonrasında, polisler kanunsuz yürüyüşü bahane ileterek, yürüyüşe son verdiler. O gece Samsun Emniyet Müdürlü’nde sabahlayıp, ertesi gün adliyeye sevk edildiler.

“Hiç­bir ha­kim Mus­ta­fa Ke­ma­l’­i yar­gı­la­ya­ma­z!”

Ha­kim kar­şı­sı­na çı­kan öğ­ren­ci­ler­den Boz­kurt Nu­hoğ­lu du­ruş­ma­da;“Sa­yın yar­gı­cım, bu­ra­da bi­zi, 24 gen­ci de­ğil, Mus­ta­fa Ke­ma­l’­i, O’­nun il­ke­le­ri­ni yar­gı­lı­yor­su­nu­z” de­di.

Yar­gıç bu ka­rar­lı söz­ler kar­şı­sın­da elin­den ka­le­mi bı­ra­ka­rak, “Ne bu­gün, ne de bu­gün­den son­ra hiç­bir ha­kim, Mus­ta­fa Ke­ma­l’­i ve O’­nun il­ke­le­ri­ni yar­gı­la­ya­ma­z” de­di ve Mus­ta­fa Ke­mal Ata­tür­k’­e bağ­lı­lı­ğı­nı belirttik­ten son­ra du­ruş­ma­yı er­te­le­di.

Serbest kaldılar, türkü ve marşlarla, yaşlarının verdiği gençlikle eğlenerek yürüyüşlerine devam ettiler, günlük 60 km yürümeyi hedeflemişlerdi.

Yol­da en bü­yük des­te­ği öğ­ret­men­ler­den al­dı­lar. Köy­lü­ler da­ha yir­mi­li yaş­la­rın ba­şın­da­ki bu ay­dın­lık genç­le­ri ev­le­rin­de ağır­la­dı, er­zak yar­dı­mın­da bu­lun­du; genç­ler de on­la­ra mem­le­ke­tin so­run­la­rı­nı an­lat­tı. Ço­ru­m’­un Ala­ca İlçe­si­’n­de ge­ri­ci­ler ta­ra­fın­dan par­ça­la­nan Ata­türk büs­tü­nün in­şa­atı­na taş ta­şı­dı­lar.

Ancak bu arada; komünistlerin dilinde “111111” diye bir parola dolaştığı provokasyonları başlatılmış, darbe söylemleriyle propagangalar yapılmıştı.
Kasım saat 11’de harekete geçilecek diye yansıtılan bu provokasyon siyaset ortamını germiştir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Gençlerin, demokrasi düşmanlarına fırsat verebilecek davranıştan kaçınmalarını” istedi. Türkiye nefesini tuttu yürüyüşü takip ediyordu… Gericilerin yürüyüşteki gençlere saldıracağı konuşuluyordu. İnönü’nün sert çıkışı ve provokasyon yapılacağı iddiaları üzerine bazı gruplar yürüyüşten ayrıldı (TMGT, AÜTB ve AYOTB yü­rü­yüş­ten çe­kil­me ka­ra­rı al­dı).

Din­ci yo­baz­la­rın, ge­ri­ci­le­rin yü­rü­yüş­te­ki genç­le­re sal­dı­ra­ca­ğı, Anıt­ka­bi­r’­de olay­lar çı­ka­ra­ca­ğı ko­nu­şu­lu­yor­du. An­ka­ra­’ya var­ma­ya az kalmışken, İnönü­’nün sert çı­kı­şı ve pro­vo­kas­yon ya­pı­la­ca­ğı id­di­ala­rı üze­ri­ne, bir ta­şın üze­ri­ne çı­kan De­niz Gez­miş tep­ki­si­ni şöy­le di­le ge­tir­di:

“Kü­çük bur­ju­va dev­rim­ci­le­riy­le, kü­çük bur­ju­va re­for­mist­le­riy­le hiç­bir za­man, hiç­bir ey­lem­de bun­dan son­ra be­ra­ber ol­ma­ya­ca­ğı­mı­za; em­per­ya­liz­me, em­per­ya­liz­min yer­li iş­bir­lik­çi­le­ri­ne kar­şı sa­vaş­tı­ğı­mız gi­bi bun­dan son­ra da kü­çük bur­ju­va dev­rim­ci­le­ri­ne, re­for­mist­le­ri­ne kar­şı sa­va­şa­ca­ğı­mı­za ant içe­riz.”

Tüm bu olum­suz ge­liş­me­ler so­nun­da An­ka­ra­’nın gi­ri­şin­de Ka­ya­ş‘­ta ka­rar ve­ril­di, yü­rü­yüş son­lan­dı­rıl­dı (polis engelleri ve provokasyonlar nedeniyle sonlandırılan bir yürüyüş); fakat onlar Anıt­ka­bi­r’­e git­mek­ten vazgeçmediler! 10 Ka­sım 1968’de sa­at 13.30’da, yan­la­rın­da ge­tir­dik­le­ri çe­lenk­le Ata’nın huzu­run­da bu­luş­tu­lar. 10 Kasım 1968’de Anıtkabir de özel deftere;

“Bü­yük Ön­der, Ame­ri­kan em­per­ya­liz­mi­ne kar­şı ikin­ci Mil­li Kur­tu­luş Sa­va­şı­mız­’da izin­de­yiz. Mil­li Kur­tu­luş Sa­va­şı­mız yok edi­le­mez. Onu yok et­mek için bü­tün Türk Mil­le­ti’­ni yok et­mek ge­re­kir. Tam Ba­ğım­sız Tür­ki­ye İçin Mus­ta­fa Ke­mal Yü­rü­yüş­çü­le­ri.­”

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, gazetecilerin yürüyüşle ilgili sorusuna, sonradan çok meşhur olacak “Yollar yürümekle aşınmaz.” cevabını vermiştir.

***

Sonuç, ne derseniz;

Karşı devrimi hissedip korkanlar vardı bu yürüyüşte ki geri çekildiler, propagandalardan etkilenen karşıt toplumun korkuları vardı! Yardım etmek isteyen, ama garantisi başarı olmayan bir yürüyüş de vardı. Köylülerden değil, okumuş öğretmenlerden yardım almışlardı. Eğitimin etkisi de bu yürüyüş de ön plana çıkmıştı. Korku bu ülkede hala hüküm sürüyorsa, ezilenler yüzünden olabilir mi? Misal, İbrahim Kaypakkaya’nın ne suçu vardı da hapishanede elleri ayakları kesilmiş, aşırı işkenceden infaz edilmişti. Bugünlere değin ülkemizde gençlere olan kıyımların etkisi bu haksızlıklardan, gerektiği zaman karşının hukuksuzluktan faydalandığını bilmek mi bizi, oyuna hiç oturma cesareti vermiyor! Hülasa, ziyadesiyle tarihinden korkan ve tekerrürlerden nasibini de çok almış bir toplumuz sanırsam.

Gerek günümüzde, gerek 68 kuşağında, yalnız dik durabilenler tarihe isimlerini yazmayı başardılar. Propagandalardan etkilenen halktan kimseler, bugünlerden farklı değilmiş ve eğitim eksikliğinden yaşanan sorunlar, o günlerde de (ki bugünlerde daha vahim) hayli hüküm sürmeye başlamış.

Şimdi şunu düşünüyor olmalısınız, hiç bilinçli halk istemediklerinden (bilirsiniz ki her siyasi yönetim neredeyse eğitime darbeler yaptı) dolayı eğitimsizliğin etkisiyle, emperyallerin mutluluğunu izliyoruz, acılarımızın artışıyla bağlantılı olarak. Yürüyüş amacını okumuştunuz ki kimileriniz bu aktarımlarımdan çok daha fazlasını biliyor; Atatürk karşıtı olarak bile propagandalar yapıldı, halka bu güzel gençler için!

Bu ülkede hep propagandalardan etkilenen halktan koca bir nüfus var!

Aydınlar suçlandı tarihte, defalarca her şeyden hep onlar suçlandı! Neymiş, halkı eğitmemişler. Bu olaylar yaşanırken siyasetçilerden çok aydınların suçlanması da ayrı bir ironi!…

Aydınlara bu ülkede ne kadar destek verildi de üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmediler? Bu zor zamanlarda hiç suçu olmayan Yaşar Kemal’e kadar birçok aydını kaç kez alı koymuşlardı?

Aydınlar, hiçbir zaman yönetmemişken ülkeyi; suça dahil olmalarına bile gerek olmadan, ilk onlar her şeyde soruşturmaya alınır ki kalemlerin dikkatle kullansınlar ve bizlere göz dağı verilsin diye mi?

Her kuşakta gençler, Kurtuluş Savaşı’nda savaşa girmiş kimselerin genine güvenerek, yarı yolda kalmışlardır.

Hangi olayı yazsam diğerinin tarihi acı olayı gözlerimde betimleniyor. Bu yüzden hülasa demek zorunda kalarak,

En vahim sonuç;

Bu gençlerin umudu olan Tam Bağımsız Türkiye İçin; yani bugünlerde daha ferah yaşamamız için birçoğu infaz edilmiştir, bir çoğu da işkencelerle infaz edilirken, kimileri de faili meçhullere kurban oldular! Darbelerin getirdikleri, pardon Emperyallerin ve Emperyallerin kullarının getirdikleri; ölümler, sömürüler, hukuksuzluklar ve bu günler!…

Bizim ülkemizde infaz edilen genç nüfusun çokluğunu ve emperyallerin gençlerinin huzurunu irdelesek; kayıpların neden verdirtildiğini anlayabilir miyiz?

“Tam Bağımsız Türkiye!” Cümlesini Deniz Gezmiş, idam kararının verileceği adliyeye doğru yürürken bağırarak söylemiştir, bu cümle yüzünden şiddet görmüştür (oysa alkış almalıydı), ta salona varıncaya kadar. Neden adliyeye girerken bu cümleyi kullanmıştı ileteyim, bana göre o ülkenin bağımsızlığını istediğimiz için idam kararı verilecek, sahip çıkın bize, biz suçsuzuz, demek miydi? O günlerde anlamalıydık, iplerimiz çoktan başkalarının eline gitmiş urganı takmışlardı, artık hayatlarımız emperyallerin elindeydi!

Tam Bağımsız Türkiye İçin; galiba, 1938’den günümüze değin izlenilen tüm yolları bilip, her şeyi sırasıyla aksine çevirmeye başlamalıyız ki 2023’te asrımızın ilkini kutlayabilelim.

2023’te Cumhuriyet’i kutlamak kaderimiz olsun, dünya durdukça Türkiye Cumhuriyeti var olsun, halkımın huzurla yaşadığı, Tam Bağımsız Türkiye’de zenginliğimiz mümkün olsun, siyasal gücümüz olsun, hiçbir emperyal kapımıza bile yaklaşamasın, kendi topraklarında kalsınlar!…

***

Kaynaklar:

1- https://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/bir-yuruyus-gunlugu-506776/

2- Turfan Fevzioğlu’nun kitabı Deniz.

***

Nurcuların o dönemlerdeki aktivilerini okuyunca göreceksiniz ki, gençlerimiz ta o tarihlerde, dünün Fetöcüleri karşısında durmuş olduklarından, ezilmişlerdir!

“Dün Siverek’te bir gerici, elindeki orakla Atatürk heykeline saldırdı. Bu kaçıncı saldırı, bilmiyorum. Kayıtlarda, ilk saldırının 1966’da İzmir’de yaşandığı yazılı. Bir gerici, 1 Nisan 1966’da Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk heykelinin önünde önce namaz kıldı, sonra elindeki baltayla heykele vurmaya başladı” diyen Alpat şöyle devam etti:

“1966 yılında Adalet Partisi tek başına iktidardadır. Nurcuların korunup kollanmaya başladığı dönemdir. Sağ iktidarlarla Nur Cemaati arasındaki gözle görülür ilişkiler Demokrat Parti döneminde başlamış, takip eden sağ parti iktidarlarında artan bir ivmeyle devam etmiştir. Öyle ki kamu kaynaklarının, hani şimdilerin popüler ifadesiyle, ‘parsel parsel’ peşkeş çekilmeye başlaması bu döneme denk gelir. Kamuya ait uçsuz bucaksız verimli araziler Nur Cemaatinden ağalara verilir. Nurcular ve sağ iktidarlar birbirlerine yaslanarak güçlenir. İlk saldırının bu döneme denk gelmesi tesadüf değildir.

Dincilere yaslanarak büyüyen ve dincileri büyüten bir iktidar döneminde, bir gericinin Atatürk heykeline saldırması doğrudan iktidar şımarıklığı ile ilgilidir. Dikkat edilmelidir ki, bu tür saldırılar çoğunlukla siyasal İslam’ın büyüdüğü dönemlerde yaşanmıştır. Haliyle bu işlerin birinci derecede sorumlularından Süleyman Demirel’in gazetecilerin İzmir’deki saldırıyla ilgili sorusu üzerine, ‘bu bir zabıta vakasıdır’ diyerek olayı önemsizleştirmeye çalışmasını ve sağ basının saldırganı vazifeli gibi ‘meczup’ ilan etmesini yabana atmamak lazımdır.”

“Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden itibaren Türkiye sağı, Cumhuriyet’ten duyduğu rahatsızlığı dönem dönem Atatürk’e saldırarak göstermiştir. Son dönemde Atatürk’ün sadece heykellerine değil fikirlerine dönük saldırıların ve hatta kişiliğini itibarsızlaştırma girişimlerinin yoğunlaşması, tıpkı 60’lı yıllardaki saldırılar gibi tesadüfle açıklanamaz. Gericiler iktidardadır; kendi ifadeleri ile Cumhuriyet’le tarihi hesaplaşma başlamıştır. Küstahlığın, şımarıklığın, hadsizliğin nedeni budur.

Mevzunun sadece Atatürk’le alakalı olmadığını söylemek bile gereksizdir. Yaşam alanlarımız hadsiz saldırı altındadır. Özgürlükler, bilimsel ve laik eğitim, kadın hakları, temel insan hakları gericilerin gelecek tahayyülüyle uyumlu olacak şekilde ortadan kaldırılmaktadır.

1966’daki saldırıdan bu yana 50 yıl geçmiştir. Bu zaman zarfında, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından Kanlı Pazar’a, 6-7 Eylül’den Maraş katliamına bu ülkenin başına gelen bütün kötülüklerin toplamı, karşımıza Anadolu sağının ideolojik-kültürel gerçekliğini çıkartmaktadır.

Siverek’te Atatürk heykeline yapılan saldırı ile aynı gün bir kadının giyimi nedeniyle İstanbul Maçka Parkı’nda dışarı çıkarılması arasındaki ilişki gericiliğin, bu ülkenin değerlerine ve toplumsal-siyasal kazanımlarına nokta atışlara devam ettiğini göstermektedir.

Gösterdiği asıl önemli şey ise, gericilerin köklerine sarıldığı, geleneklerine sahip çıktığıdır.

Peki biz ne yapıyoruz?

Tam da bu noktada, kendimize bakabiliriz. Peki biz ne yapıyoruz?

İlk yaptığımız şu: Tarihimizin işimize gelmeyen sayfalarını yok sayıyoruz. Örnek mi?

İzmir’de bir gericinin Atatürk heykeline saldırması devrimcilerin tepkisine neden olmuş, İzmir, Ankara, İstanbul’da bulunan Atatürk heykelleri önünde ‘Atatürk’e bağlılık nöbeti’ başlamıştır. Ankara’daki ilk nöbeti, Mahir Çayan’ın başkanlığındaki SBF Fikir Kulübü tutmuş, heykel önünde yapılan basın açıklamasında ise şu görüşlere yer verilmiştir:

‘Büyük kurta­rıcı Atatürk’ün büstüne saldıran, yeşil bayrak isteyen gerici, korkunç zihniyet AP döneminde tekrar hortladı. (…) Çirkin politikacı, yurtsevmez politikacı yıllardır Atatürk ilkelerine dil uzatmış, karşı çıkmıştır. Ve yıllardır bu yurt­sevmezlere dur diyen çıkmamıştır. Ve nihayet bu korkunç düşünce, ilerici güçlerin potansiyeli olan yüce Ata’nın büstüne saldırmıştır. Biz, bu çirkin saldırılara araç olan uyutulmuş zaval­lı kişilere değil, bu anlayışın bilinçli, çıkarcı sözcülerine sesleniyoruz. Kuv­vetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cü­ret eden ellerinizi kıracağız.”

Alıntı: https://odatv.com/mahir-cayan-ataturk-heykelinde-nobet-tutuyordu-biz-ise-ataturk-sevgisiyle-yogrulmus-tertemiz-insanlari-kusturduk-0208171200.html

***

Gençler, güzel bir ülkede yaşasalardı; şimdi böylesi acı sonları olur muydu? Nur Cemaati (Fetöcülerin büyükleri) bir yandan siyaseti pençelemişti, bir yandan emperyallerin ülkemizde gücü artıyordu; 68 Kuşağı kendilerini bu günlerde yaşadığımız sıkıntıların önüne geçmek, bizleri de uyarmak istememiş miydi? 

Ya Nurcular olmasaydı, siyasette emperyaller için bağlantılı oldukları partileri yönlendirmeselerdi, bu gençlerin mutlu yaşamları ile mesleklerini icra ederken yaşlanmazlar mıydı?

Nurculara ve benzerlerine çok dikkat de etmek gerek!..

O dönem tüm ölen kutsal ruhların, ruhları şad olsun, hiç unutulmasınlar.

***

Gündem Arşivi kurucusuyum, sitede editörlük dahilinde; yayın yönetmenliğini de ben yapıyorum.