Bilim,  Deneme,  Edebiyat,  Toplum

Sınırlı Adası

– Herkes tamam mı?

– Herkes gemiye bindi efendim.

– Tek tek kontrol ettin mi?

– Evet efendim, herkes gemide.

– O zaman hiç vakit kaybetmeden yola çıkalım.

Yetiştirme yurdunda büyüyen çocuklardan on tanesi, gösterdikleri başarılar nedeniyle ‘Sınırlar Adası’na kamp yapma hakkı elde etmişlerdi. On beş gün sürecek olan bu kamp süresince, çeşitli etkinlikler yapacak olan çocuklar oldukça heyecanlıydılar.

Yetiştirme yurdunun müdiresi yol boyunca çocuklara, adadaki kuralları anlatıp duruyordu.

Çocuklar için en can alıcı kısım, adanın gizemli yanlarıydı.

Adada denizin sakin göründüğüne aldanmamaları gerektiğini, bir anda bir kaç ev büyüklüğünde dev dalgaların arasında kaybolabileceklerini,

ne olursa olsun adanın arka ve yan taraflarına seksen ağaçtan fazla yaklaşmamalarını, orada dünyanın en yırtıcı canlılarının bulunduğunu, türlerinin dahi hala keşfedilemediğini, onlara yaklaştıklarında, saniyeler içinde paramparça olacaklarını öğrenmişlerdi.

Bunu duyduklarında hepsinin nefesi tıkanmış ve hepsi birden geldikleri yöne doğru baktıklarında, geri dönmek için artık çok geç olduğunu anlamışlardı.

Yol kâh korku, kâh heyecan, kâh merakla geçmişti çocuklar için.

Nihayet uzaktan bakınca cenneti andıran adaya ulaşmışlardı. Böyle güzel bir adanın adının neden ‘Sınırlı Adası’ olduğunu düşünmüş, yırtıcı yaratıklara karşı sınır çizildiği için bu adı aldığını tahmin etmişlerdi.

Gemi adaya yanaşınca, yaklaşık bir ay idare edecek kadar yiyecek ve içecek, çadır, ekipmanlar ve bunun gibi eşyaların hepsini adaya indirdiler. Çocukların tamamı adaya inmişti, ama onları getiren yetkililer inmemişlerdi.

“Siz yerleşin biz adanın etrafını kontrol edip geleceğiz.” demişti müdire.

Çocuklar hemen yerleşmeye koyuldular. Yorulunca kendilerini kumsala attılar. Hava bazen sarı bazen de gri tondaydı.

Can attıkları halde hiç biri denize girmeye cesaret edememişti.

Aradan hayli zaman geçtiği halde gemi gelmemişti. Hava iyice kararmıştı. Kurdukları çadırın içine yerleşen çocuklar korkuya kapılmışlardı.

– Acaba gemi battı mı?

– Acaba başka yere mi yerleştiler?

– Belki de uzaktan bizi gözetliyorlar?

– Ya bizi bırakıp gittilerse?

– Belki de adanın etrafı çok büyüktür, bu yüzden gelememişlerdir.

 

Herkesin aklında tek ihtimal vardı, ancak hiç biri bunu dillendirmeye cesaret edemiyordu: “Ya yırtıcı canlılar onları…”

Teker teker uykuya daldılar. Sabah uyandıklarında, çadırlardan ok gibi fırlayıp dışarı çıktılar; ama gemi gelmemişti.

Hepsinin boğazı düğümlenmişti. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorlardı ancak, kimse ilk ağlayanın kendisi olmasını gururuna yediremiyordu.

Herkes bir yana dağılmış ve hiç biri denizden gözlerini ayıramıyordu.

Akşam olduğunda gemiden bir iz olmayınca, artık geminin gelmeyeceğini kabullendiler.

O gece kimse konuşmadı ve herkes erkenden uyumaya yöneldi.

Sabah olduğunda, yine ok gibi fırlayıp gemiye baktılar, ama gemi yine gelmemişti.

Hemen gruplara ayrılıp, bir yardım bulabilme ümidiyle ormanın içine girdiler. Müdire Hanımın, “80 ağaçtan fazla yaklaşmayın!” uyarısı hiç birinin aklından çıkmıyordu. 50 ağaçtan daha ileri gidemeden ve kaybolma korkusuyla yeniden kumsala döndüler. Çaresizce beklemeye başladılar. Artık ümitlerini yitirmişlerdi. Çaresizce, ya kurtulmayı ya da ölmeyi bekliyorlardı.

Her sabah ümitle uyanıp, geminin gelip gelmediğini kolaçan eden çocuklar, gemiden hala bir izin olmadığını görünce ümitsizlik denizinde boğuluyorlardı.

Aradan bir hafta geçmişti ve artık gemiden tamamen ümitlerini kesmişlerdi.

Çocuklardan bir tanesi kendinden geçmiş halde: “Ben arka tarafa doğru gideceğim. Nasıl olsa burada öleceğiz! Canavar varsa da var! Burada böyle kurban gibi beklemek istemiyorum. Adanın etrafını kontrol edeceğim, gelmek isteyen benimle gelsin!”

Kimse onunla gitmeye cesaret edememişti. Fakat kimsenin de içinden ona engel olmak geçmiyordu.

“Belki yardım bulur” bencilliğine düşmüşlerdi.

Tek başına ormanın içine dalmıştı çocuk. Ve bir daha arkadaşlarının arasına dönmemişti. Bu durum çocukların korkusunu daha da artırmıştı…

Bir hafta daha yağmur, güneş, nem, sıcak, soğuk, korku, ümitsizlik içinde geçmişti.

Bir sabah gemi sesine uyandılar. Ama hepsi de rüya gördüğünü zannettiğinden aldırış etmiyorlardı. Çünkü ne zaman gözleri dalsa, geminin sesine uyanırlar, koşarak denize bakarlardı. Ancak, bunun bir rüya olduğu gerçeği tüm çıplaklığıyla onları kucaklardı.

 

Fakat bu defa çok gerçekçiydi. Ve çok yakından geliyordu. Rüya olamazdı. Ümitsizlik ve korku, hiç birinde enerji bırakmamıştı. Sonra bir bir yavaş adımlarla çadırdan çıktılar. Gözlerini ovduklarında, gemi hala duruyordu. Gözlerine inanamadılar. Hepsi birbirine bakıyordu. Herkes aynı anda hayal görüyor olamazdı ya! Kuşları ağaçlardan havaya sıçratacak kadar yüksek bir tonda çığlık atarak, gemiye doğru koştular.

 

Gemiden inen yetkililer çocuklara şefkatle sarıldılar. Çocuklar o kadar mutlu olmuşlardı ki arka arkaya sorular sordular, ama sesleri birbirine karıştığından hiçbir şey anlaşılmıyordu.

Hepsi sakinleştikten sonra, en yetkili olan kişi çocuklara şefkatle: “Yavrularım gemi arıza yaptı. Tüm akşamlar bozuldu. Denizin ortasında mahsur kaldık. Gemiyi tamir eder etmez sizin yanınıza geldik. İyi misiniz?”

 

Oysa, gerçekte gemi hiç arızalanmamıştı. Adanın iki yüz altmış yedi ağaç uzaklığına denk arka tarafına gemiyi yerleştirmiş, çocukların tüm yaptıklarını kayıt altına alıyorlardı. Çocuklar, kendileri için çizilen sınırların dışına çıkmaya cesaret edebilecek miydi? Sadece bir tane çocuk cesaret ederek gemiye ulaşmıştı. Diğerleri korkularının ve ümitsizliklerinin esiri olarak, kendileri için çizilen sınırların arasında beklemeye devam etmişlerdi.

Çocuklar kurtulduklarında dahi bu aşağılıkça deneyin kurbanı olduklarını bilmeden, kendilerini kurtaran yetkililere minnetle bakıyorlardı…

Bir yorum

Siz de fikrinizi söyleyin!