Deneme,  Ekonomi,  Toplum

Kapitalizmin Çıkmaz Sokağında Kaldım

Yıl 1990, yaş 28

Kanımız deli, coşkumuz tavan ve yerimizde duramadığımız yıllar..

Oldukça büyük bir şirkette satış müdür yardımcısıyım. Ancak yaptığım iş ve aldığım yüksek gelir gelecek için hayallerimi, hedeflerimi tatmin etmiyor. Müteşebbis olmalıyım, kendi işimi yapmalıyım sevdası büyük. Her işin altından kalkabileceğim inancı çok yüksek. Gençliğimiz var, yolumuz uzun.

Bu duygularımın yoğun olduğu bir dönemde büyük bir özel okulun sahibi dayımı ziyarete gittim.

Beni biraz durgun görmüş olacak ki sebebini sordu, sohbeti derinleştirdi. Dinledikten sonra ayrılmamın doğru olmayacağını, sabırlı olmam gerektiğini tavsiye etti ve konuşmanın sonuna ekledi. Benim yabancı dil dershanesini biliyorsun, kapattım ama şirket duruyor, 20 yıllık önemli bir marka. Orayı istersen verebilirim ama sen bu işi yapabilir misin dedi. Bilmiyorum dedim, hiç öyle bir iş düşünmedim ama araştırıp bakacağım diye söz verip ayrıldım.

Pazar araştırması, karlılık, rakipler derken epeyce bir araştırmadan sonra Anonim şirket olması sebebi ile 4 adet ortak daha belirleyip kararımı verdim. Biz bu işe giriyoruz.

Dayımla anlaştık, 30 milyon TL toplam tutarlı, 1 yıl içerisinde ödenecek vadelerde 4 adet şirket çekini ben imzaladım verdim ve şirketi aldım.

Taksim, Lamartin caddesinde yeni yapılmış bir binayı komple kiraladım ve boş bırakılmış katların dekorasyonunu tamamladım. Dershaneyi açtık, öğretmen, idareci kadrolarını işe aldık, ruhsatları tamamladık ve işe başladık.

Yeteri kadar kayıt aldık. Dershanenin adı gerçekten marka olduğu için gelen çok oldu. Keyifle çalışıyoruz, her taraf cıvıl cıvıl.

Bir gün öğretmenler odasına girdim. Öğretmenlerin hepsi yabancı olmasına ve İngilizceden başka dil bilmiyor olmalarına rağmen harıl harıl ders çalışıyordu. Şaşırdım sebebini sordum. Anlatacakları konu için ders kitabımız “Afrika yemekleri” konusunu seçmiş, bu nedenle bilmedikleri birçok kelime varmış.

Dil öğrenmenin kelime öğrenmekle olan bağlantısını biliyordum. Hiç kullanılmayan kelimelerin öğretilmeye çalışılıyor olması ise son derece enteresan geldi. Durmayan araştırmacı bir ruh ile piyasada kitap satışı yapan bütün yayıncıların kitaplarını aldım. Üzerlerinde yaptığım çalışmada hepsinde aynı sıkıntı olduğunu gördüm. İthalat rakamlarımız ise oldukça büyük seviyelerdeydi. Üzerine ülkemize turist olarak gelirken aldığı sertifika ile öğretmenlik yapma hakkı kazanan ve bizlerden aldığı paralarla ücretsiz seyahat eden insanların ekonomisini de koyunca bu dudak uçuklatan sektörde gerçek niyetin öğretmemek üzerine kurulu olduğu kanaatine vardım. Bu sonuçlara ulaştıktan sonra dil öğrenmenin yöntemleri üzerine ayrıntılı bir bilgilenme çabasına dalmayı da ihmal etmedim.

Bir çocuğun dil öğrenme süreçlerinin “Şartlı refleks “sürecinden geçtiğini, sık tekrarlar ile önce konuşmanın ve daha sonra da anlamların devreye girdiğini anlatan modeli beğendim. Araç kullanan birisinin frene basmayı düşünmeden, olay anında frene basması, piyano çalan birisinin hangi notaya basması gerektiğini düşünmeden piyano çalması ve bisiklete binmeyi öğrenmiş birisinin yıllarca binmese de, bindiği zaman aynı beceri ile kullanması gibi örneklerden yola çıkarak, İngilizlerin günlük konuşmalarda kullandıkları kelime sayılarına kadar bir çok çalışmayı kısa sürede tamamlayıp, yeni ders kitaplarımızı kendimiz yazdık.

Şimdi sıra bu muhteşem yöntemi anlatıp, hedef öğrenci sayısını kayıt olarak alıp uygulamaya koymaya gelmişti.

Bu coşkulu çalışmanın sonucunda, bir şeyi en iyi şekilde yapma sevdası ve sektöre yapacağımız öncülüğü, milli bir dava duygusu içerisinde değerlendirmemiz gibi üst duygular ile kafam daha çok çalışmaya başlamıştı.

Kapasiteye (Sınıf sayısı) göre yapmış olduğumuz kur planlamaları sonucunda önemli bir sayıda kursiyer alabileceğimiz ve inanılmaz paralar kazanacağımız da kâğıt üzerinde görünüyordu. Kendimle gurur duyuyordum ve hayat bana gülüyordu.

Taksimde o zamanın en büyüklerinden bir Devlet Bankasında şirket hesabımız olduğu için şube müdürünün yanına uğramıştım. Sohbet sırasında şube personeli bir tüketici kredisi onay dosyasını getirdi ve müdür inceledikten sonra onaylayıp, geri verdi. Birden aklımda bir ışık yandı, müdüre bazı hesaplamalar sorup çıktım. Biz kur süresince ücretleri aylık taksitler halinde alıyorduk ve süre içerisinde ayrılmalar yaşanıyordu. İşin ucunu krediye bağlarsam hiç kimse ayrılmayacak ve kursa devam edecekti. Biz de işletme olarak paramızı peşin almış olacaktık. Konuyla ilgili proje dosyasını hazırlayıp, bankanın genel müdürlüğünden randevu alıp gittim. İlgili müdüre her şeyi tek tek anlattım, sorularına yanıt verdim. Bizden ne istiyorsunuz dedi. Sizin ambleminizi ilanlarımda kullanma izni istiyorum ve Tüketici kredisi kelimesini “Yabancı Dil Eğitim Kredisi “olarak kullanmak istiyorum. Bunun için ayrı bir uygulama, ayrı bir avantaj istemiyorum dedim. Kabul etti, protokolü imzaladık, uçarak döndüm. Sonraki hafta 2 büyük gazetede tam sayfa ilanlarımız çıktı. “Türkiye’de ilk kez Yabancı Dil Eğitim Kredisi”

Birincisi ülkemizde ilk kez Tüketici Kredisini sınıflandırmış ve yeni bir isim babası olmuştum, ikincisi ise kimsenin cesaret edemeyeceği büyüklükte ilanlar vermiştim. Oldukça büyük bir maliyete cesaret ile dalmıştım.

Düşündüğüm gibi olmuştu, Banka şubesinde resmen kuyruk olmuş ve talep patlamıştı. Acele ile öğretici ilanlarını da verdik ve görüşmelere başladık. Bir yanda Banka hesabımız nakit olarak kabarıyor, Banka müdürü beni kapıda karşılıyor, diğer şubeler görüşmek için randevu istiyor, diğer yanda öğretici ilanlarımıza gelen yüksek başvuruları değerlendiriyorduk. Müracaatlarda müthiş bir kalite vardı. Bu durum beni daha da çok sevindiriyordu.

Rakiplerimiz önce bir şaşkınlık yaşamışlar, arkasından Bankaya gitmenize gerek yok, aynı koşullarda vadeyi biz yapıyoruz ilanları ile cılız mesajlar vermeye başlamışlardı. Elbette ki öğretim sistemi modelimiz beğenilmiş ve kabul görmüştü. Kursa giden öğrencilerin en az %85 i daha önce başka kurslara gitmiş ama öğrenememiş, umutlarından vaz geçmemiş büyük bir gurubu temsil ediyordu. Başarısızlıklarının nedenlerini bilmek isteyen bu gurup öğrencilere tespitlerimizi anlattığımız zaman çok kolay kabuller alıyorduk ve herkes Bankanın yolunu tutuyordu.

Reklam paralarını ödedik, eski borçları ödedik, bu arada dayıma verdiğimiz çeklerin 3 tanesini de ödedik. Dershane tam kapasite çalışmaya başladı.

Beni soracak olursanız, ben hiç değişmedim. Eskisinden daha duyarlı, daha yardım sever bir insan olarak devam ettim. Başarmış olmanın büyük bir keyfi kaldı içimde.

Aradan tam 2 ay geçti.

Yavaş yavaş işe gelmeyen hocaların sayısı arttı. Derslerin boş geçmesinin huzursuzluğu yükseldi. Eğitim dönemi başlamış olduğu için de yenisini bulup, sistemi anlatarak derse almamız zaman gerektiriyordu. Gelmeyen yabancı öğretmenlerin kayıtlı adreslerine kontrol için personeli yolladım. Ya öyle bir adres yoktu ya da o adreste öyle biri.

Çok ciddi bir sorunumuz vardı ve bu sorun değil bir tuzaktı.

1 ay dayandık, sorunu mümkün değil çözemiyoruz. Mevcut öğretmenlerin aynı anda 5 sınıfta olması imkânsız. O kadar sorunu çözüp, mucizeler yaratarak, büyük başarılara imza atan ben, çok çaresizdim ve sorunu çözemiyordum. Yükselişin ardından çöküş hikayesi başlamıştı bile.

Karanlık ve çaresiz gecelerin ardından bir gün odamda otururken 3 kişi girdi. Birisi üniformalı bir polis. Elinde dosya olan bey ben İcra memuruyum dedi. Diğeri de sanki Komiser Colombo. Tipi, kısık bakışı, boyu ve pardösüsü aynı. Dosyanın avukatıymış.

Yaşamımda İcra nedir, haciz nedir bilmiyorum. Dayıma verilen son çekmiş, halbuki dayımla konuşmuştum. Avukat kendisinin müvekkilinin adını söyledi, dayımı tanımıyormuş falan. Sohbet uzun sürdü, zaten çok sıkıntılıyım, ne yapacaksınız dedim, masa sandalye ne varsa alıp gideceğiz dedi. Çok öfkelendim, avukata buradan bir tane kalem çıkarırsan senin cesedini Taksim anıtına kadar kendi ellerimle sürükleyerek götürürüm dedim. Polis dahil hiçbir şey söylemeden sessizce kalkıp gittiler.

Yapar mıydım? Evet yapardım. O gün gerçekten bu psikolojideydim.

Hırsım en az bir hafta devam etti. Masamın üzerinde duran Avukatın kartını alıp adrese doğru yola çıktım.

Dayımın hissedar olduğu diğer okulun caddesinde adresi buldum. Okulun duvarı ile avukatın binası bir birine bakıyordu ve arada bir sokak vardı. Okulun eski halinde altında büyük bir bayim vardı, baktım sokağın karşısına geçmiş. Sakinleşmek için gidip selam vereyim istedim. Büyük bir keyifle karşıladı sarıldı. Hayırdır seni buralara hangi rüzgâr attı dedi. Avukat ziyareti dedim, adını söyledim. O benim ağabeyim dedi, cadde başındaki bina. Olayı anlattım müvekkilinin adını söyledim. Okulda dedi, hademe olarak çalışıyor. Benim de hissem var, dayınla ortağız aslında diyerek bana çok şey anlattı.

Çıktım avukatın ofisine, kapı açıldı.

Kapı direk salona açılıyordu. Salonda en az 15 adam. Volta atanlar, ceket omuzda oturanlar, ayakkabısının topuğuna basmış, elde tespih, yüzü yaralı, göğsü çizik acayip tipler. Öyle ki gece yatarken rüyanızda görseniz korkarsınız.

Sekreter beni kendi masasında ağırladı, içeride bir görüşmesi varmış. Fazla sürmedi beni odasına aldı. Çok sakin ve babacan bir tavırla karşıladı, ne içerisin dedi. Benim kızgınlığım bitmediği için hiçbir şey dedim ama o yine de çayı söyledi.

Konuşmaya ben başladım. Aslında dayımı çok iyi tanıdığını, müvekkilinin okulda hademe olduğunu ve kardeşinin de dayımla ortak olduğunu anlattım. Nereden öğrendiğimi söylemediğim bu bilgilere çok şaşırdı.

Bak dedi genç adam, ben bu mesleğe başladığım günden beri D.K nın (İstanbul ve Türkiye’nin bilinen en büyük mafya lideri) avukatıyım, o salondakiler de onun adamları.

Ben beni ilgilendirmediği falan söylemleri ile cesaretimden taviz vermeden durmaya çalışırken,

Ben hayatı bu adamların içerisinde geçen, kendinden emin ve korkusuz biriyim. Bu yaşıma kadar beni gerçekten korkuya sevk eden tek adam sensin. O gün çok kararlıydın, eğer biz bir kalem dahi almaya kalksaydık sen dediğini kesinlikle yapardın, o yüzden seninle tartışmadan sessizce çıktık ofisinden dedi.

Ve ekledi.

Senin kadar cesur, senin kadar araştırmacı ve mert bir yeğene sahip bir dayının sana yaptığı hak değil evladım dedi. Hafifçe sağ tarafına dönüp, çelik kasasından çeki çıkarttı, yırttı ve çöpe attı. Dayına selam söyle o çekin parası ödenmiştir dedi.

Yaşadığım şoku anlatamam. Muhatap olduğum kişi, ortamın durumu ve övgü dolu sözler.

Darmadağın olmuştum. Şuuru kapalı bir hasta gibi çıkıp düştüm caddeye, ne kadar yürüdüm, nereye kadar yürüdüm bilmiyorum.

3 gün sonra beni ziyaret ederek o mafya liderinin ekonomik tüm işletmelerini yönetmek için sağ kolu olmamı teklif etmesini ve kabul etmeme gerekçelerimi bir yana bırakarak işime döneyim.

Öğrencilerin kurs ücretlerinin büyük bir kısmını helalleşerek ödeyip dershaneyi kapattım. Araç gereçleri de iyi bir fiyatla bir kültür evine satıp aldığım çekle de son kalan ticari borçları ödedim ve borçsuz bir şekilde ayrıldım.

Tam 1 yıl sonra öğrendim ki bu tuzak yayıncı şirketler ve rakiplerim aracılığı ile planlanarak ortak bir akıl çerçevesinde uygulanmış.

Evet maalesef Dış güçlerin oyununa gelmiştim..:))

Ben çok şey kaybetmedim belki, ama ülkemin Dil öğrenmek isteyen insanları ve geleceği kaybetti.

Tecrübeler, aynı yollarda yolculuk yapmak isteyenler için rehberdir. Bilmediğim yerlere seyahate giderken, bilenlere nerede mola vermeliyim diye sorduğum ve aldığım bilgiler çoğunlukla keyifli yolculuklarıma ve güzel anılara sebep olmuştur.

Hayatta ise eğer, o Mert avukata selam olsun. Gençler karşılaşacakları mert ve bilgili insanlar olduğu sürece bu ülkede ileriye gidecekler ve de ülkeyi ileriye götüreceklerdir.

Bu gerçek hikayem birilerine yol, birilerine ışık olabiliyorsa eğer ben de boşuna yaşamamış olurum.

Yükseliş döneminde “Ne oldum” dememek de beni en fazla mutlu eden şey olmuştur.

 

6 Yorum

reparreklam için bir cevap yazınCevabı iptal et