Tarih,  Tartışma

Hitler’in Yükselişi

Çoğunuz zaten biliyorsunuz ancak, biz yine de söyleyelim; Naziler, Almanya’da iş başına seçimle geldi. Her ne kadar böyle diktatör bir rejimin seçimle iş başına gelmesi biraz garip görünse de o zaman için çok da şaşırtıcı değildi. Adolf Hitler, kendisinin ne olduğunu asla gizlemedi kendisi katıksız bir faşist ve antisemitik biriydi, yine de Almanlar kendisine oy vermekten çekinmedi.

Almanlar tarih boyunca hep milliyetçi ve gücü seven bir milletti. Bu milliyetçilik ve güç sevdası her zaman Almanları Avrupa ülkelerinde bir süper güç olmasına neden oldu.  Bu gücün sebeplerinden biri de Almanların yönetimlere koşulsuz itaat etmeleridir.

Adolf Hitler, bunu bilerek ve Yahudiler başta olmak üzere ülkelerinde yaşayan gettolara karşı Alman halkının milliyetçilik zaafından yararlanarak Almanlar üstünden bir Yahudi nefreti oluşturarak kendine taraftar toplayıp, kısa zamanda büyük güç haline gelmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin hemen ardından, aslında İkinci Dünya Savaşının fitilini ateşleyecek bir antlaşma imzalandı. Birinci Dünya Savaşı’nın muzaffer devletleri mağlup ülkelere çok ağır şartlar dayattı. Bu antlaşmalarla zengin bölgeler mağlup devletlerin elinden alındı ve onları ağır tazminatlar ödetmek zorunda bıraktı.

Bu dayatmalar aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın zeminini hazırladı. Tabi, burada Alman ordusu halkı çoğunluk olarak Hitler’in politikasını destekledi. Çünkü, Hitler onlara büyük bir vaatte bulunuyordu. Avrupa ülkeleri başta bütün dünyayı Almanlaştırma ve yeni bir insan türü meydana getirmekti.

Şüphesiz ki, Versay Antlaşması’nın Almanlar açısından en küçük düşürücü ve yıpratıcı bölümü “Savaş Suçluları Bendi” kısmıydı. 231. Madde olarak bilinen bu bent ile Almanya Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının tüm mesuliyetini üzerine almak zorunda bırakılıyordu. Böylece ortaya çıkmış olan tüm maddi zararlardan da Almanya sorumlu tutulmuştu. Özellikle Fransa başbakanı Georges Clemenceau, Almanya’nın çok yüksek miktarda savaş tazminatı ödemesinde ısrarcı olmuştu.

Belki sorabilirsiniz, neden Fransa başbakanı bunu talep etmiş. Nedeni gayet açık Clemencau’nun, bu kadar yüksek savaş tazminatında ısrar etmesinin sebebi Almanların hızlı bir şekilde kendine gelip tekrar Fransa’ya saldırmasının önüne geçmekti. Bu nedenle Fransa, Almanya’nın ekonomik üstünlüğünü geri kazanmasının ve yeniden silahlanma çabalarının önüne geçmek için böylesine yüksek tazminatlar konusunda bir hayli bastırdı.

Antlaşmayla birlikte, Alman ordusu sıkı kontrol altına alındı ve 100 bin kişiyi geçmeyecek şekilde sınırlandırıldı ve hava kuvvetleri kurmasına izin verilmedi. Dünyanın büyük bir kısmı bu antlaşma ile birlikte yeni bir barış çağına girildiğini düşünse de Almanlar bu kısıtlamaların son derece haksız olduğu görüşündeydi.

Daha en başından, Naziler gibi bir takım aşırı sağ gruplar Versay Antlaşması’nı reddetti. Bu antlaşmayı bir ulusu komple baskı altına alan dayatılmış bir barış olarak gördüler. Başlarda çoğu Alman savaşmaktan yorulduğu için yeni bir savaş fikrine çok uzaktı, ancak zaman içerisinde bu fikirleri değişecekti.

Alman hükümeti Versay Antlaşması ile ödemeyi vadettiği tazminatları haliyle yapamadı. 1923 yılından itibaren ödemeleri düzenli olarak aksatmaya başladılar, üzerlerindeki bu yükün kaldırabileceklerinden fazla olduğunu ısrarla vurguladılar. Ancak Fransızlar, Almanların kendilerini provoke etmek için bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorlardı.

Fransız ve Belçika birlikleri Almanya’nın üzerine yürüdü ve ülkenin Ruhr olarak adlandırılan bölgesini işgal etti. Bu bölge Almanya’nın kömür, demir ve çelik üretim merkezini oluşturuyordu. Bu bölgenin ellerinden çıkması demek, Alman ekonomisinin komple çökmesi anlamına geliyordu.

Ruhr bölgesinde yaşayan Almanlar, pasif direniş ile işgale karşı koymaya çalıştı. Greve gittiler, Fransız işgalciler için çalışmayı reddettiler, çünkü ellerinden gelen tek şey buydu. Fransızlar göstericileri tutukladı ve onların yerine madenlerde çalıştırmak için kendi işçilerini getirdiler. Almanlar, barışçıl gösterilerin ve pasif direnişin bir işe yaramayacağını gördüler.

Almanlar, 1925 yılında tazminatları tekrar ödemeye başlayınca Fransızlar Ruhr’dan çekildi. Ancak o günden sonra Almanlar, Fransızların istedikleri zaman Alman topraklarını işgal edebileceklerinin farkına vardılar. Yavaş yavaş Almanların kafasında Versay Antlaşmasını yırtıp atmak gerektiği fikri yeşermeye başladı.

Ruhr’un işgal edilmesinin ardından, Almanya’da enflasyon kontrolden çıktı. Alman Markı, inanılmaz bir değer kaybına uğradı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar, 160 milyar marklık askeri harcama yapmıştı. Gelinen zamanda Almanların 156 milyar mark borçları ve 132 milyar mark savaş tazminatı ödemeleri vardı. Bunun üzerine bir de ekonominin can damarı Ruhr’un kaybedilmesi, Alman ekonomisini yerle bir etti.

Enflasyon inanılmaz rakamlara ulaştı. 1914 yılında, savaşın başlamasından önce 1 ABD doları 4.2 Alman markı ederken, 1923’te 1 ABD doları 4.2 trilyon mark ediyordu.

Ülke genelinde ciddi bir kıtlık ve açlık vardı. Para artık değersiz bir kağıt parçasıydı, Almanların bir peni dahi tasarruf edecek halleri yoktu. İnsanlar takas ekonomisine geçti, çünkü değerli olan tek şey gıdaydı.

1923 yılında Almanya’da göç üçe katlandı, insanlar yaşadıkları yerleri terk etmeye başladı. İntihar oranları roket hızıyla yükseldi ve Almanların bu kapkaranlık günlerinde Adolf Hitler isminde bir genç hızla yükselmeye başladı.

Bu zor günlerde yükselen sadece Naziler değildi, komünizmin ayak sesleri de ciddi şekilde duyulmaya başlamıştı. Rusya dışındaki en güçlü Komünist Parti Almanya’daydı.

Alman komünist partisi, 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte kurulmuştu. Rus Devrimi’nin ardından Alman Komünistleri de değişim geçirdi, SSCB’nin tüm desteklerini arkalarına alarak Almanya için bir Bolşevik Devrimi arzulamaya başladılar.

Almanlar içerisinde %10-15’lik bir kesim komünistlere oy verme fikrine sıcak bakıyordu. Ülkenin geri kalanı komünizmin yükselmesini Almanya için çok daha kötü ve karanlık günlerin bir habercisi olarak görüyordu.

Naziler bu korku üzerine oynamada başarılı oldular. Bolşevizmin tehlikelerini ve Almanya’da gerçekleşecek bir Kızıl devrimin yol açacağı tehditleri anlatan hikayeler dolaşmaya başladı. Komünizmin yükselmesine bir tepki olarak ülkenin geri kalanı aşırı sağda birleşmeye başladı.

Kısa sürede, Naziler komünistlerle çatışmak için “Sturmabteilung” adı verilen bir grup oluşturdu ve sokaklara saldı, bu onların ününe ün kattı. Almanlar, asıl tehlikenin Bolşevizm olduğu konusunda birleşti. Bununla baş edebilecek yegane güç olarak Adolf Hitler ismi parlamaya başladı.

1924 yılında Alman hükümetinde rüşvet skandalı patlak verdi. O zamanlar iktidarda olan Şansölye Gustav Bauer liderliğindeki Sosyal Demokrat Partinin, Danimarkalı yatırımcı Barmat Kardeşlere döviz spekülasyonu sırasında kendilerine bir servet kazandırmaları için milyar dolarlar verdikleri ortaya çıktı.

Barmat Kardeşler tabii ki başarılı olamadı. Yatırım şirketleri battı, Alman Hükümetinin milyar dolarları buhar oldu. İnsanlar, Almanların parasıyla neden böyle bir kumar oynandığı konusunda sorular sormaya başladı. Şansölye Bauer’in Barmat kardeşlerden yıllarca rüşvet aldığı ortaya çıktı.

Şansölye Bauer derhal kovuldu, ancak Naziler bunu propaganda malzemesi yapma fırsatını kaçırmadı. Barmat kardeşler Yahudiydi, Nazi yayın organlarında Yahudi iş adamlarının yozlaşmış, ahlaksız insanlar olduğunu gösteren karikatürler yayınlanmaya başladı. Nazilere göre Barmat skandalı hükümetin, aynı zamanda Yahudilerin çürümüş olduğunun kanıtıydı.

1930’ların sonuna gelindiğinde, Naziler hala Barmat skandalını ısrarla gündemde tutuyordu. Nazilere göre Sosyal Demokratlar “Yahudi ve Yahudi uşaklarıydı”, onlara oy vermek Barmat bloğunun adaylarına oy vermek demekti.

Almanya’da Yahudi karşıtlığı Nazilerin yükselişe geçmesiyle ortaya çıkan bir olgu değil, öncesinde de bu nefret zaten var. 1900’lerin başında Almanya’daki partiler Yahudi karşıtı platformlar oluşturmaya başlamışlardı. Rus devrimi, hiperenflasyon ve Barmat skandalının ardından Almanya’da Yahudi olmak çok daha zor bir hale gelmişti.

Almanların pek çoğu iflas edip batarken Yahudiler ayrıcalıklı, zengin ve yozlaşmış kimseler olarak görülüyordu. Almanya’da Yahudilerin nüfusa oranı sadece %1 iken, tüm avukatların %16’sı, doktorların %10’u ve editör & yazarların %5’i Yahudiydi. Genel konuşursak, Almanlar açlık ve yoksullukla mücadele ederken Yahudilerin zengin bir yaşam sürüyor olmaları tüm nefretleri üzerlerine çekmelerine sebep oluyordu.

Aynı zamanda, Rusya’da yaşanan Bolşevik devriminin arkasında da Yahudilerin olduğu düşünülüyordu. Almanlar, Komünizmin büyümesinden sorumlu tuttukları Yahudilerin kendileri için de bir tehdit olduğunu düşünüyordu.

Bütün bunlar alt alta eklenince, Yahudi karşıtlığının Almanya’da hızla yayılması hiç de şaşırtıcı değildi. Üstelik bu Yahudi düşmanlığı sadece Nazilerin tekelinde de değil, Almanya’daki hemen hemen tüm partiler kampanyalarında Anti Semitizm propogandası yapmakta bir sakınca görmüyorlardı. Oteller Yahudilere hizmet vermeyi reddediyor, rahipler vaazlarında Yahudilik karşıtı söylemlerde bulunuyordu.

Alman toplumundaki bu Yahudi düşmanlığını değerlendirmek isteyen Naziler, dümene geçmeye karar verdi. Yahudi iş yerlerini kontrol altına alacaklarını ve yoksullar için daha düşük maliyetli ürünlerin temininde kullanacaklarını vaadediyorlardı. Naziler ayrıca, Yahudilerin bu alandaki üstünlüklerine son vermek için Alman doktorlara destek programı da başlattılar. Yahudilerin yerine, Almanlara iş verecekleri sözünü veriyorlardı.

29 Ekim 1929’da ABD borsası çöktü. Bu, Büyük Buhran’ın başlangıcıydı ve bu buhranın en çok vurduğu yerlerin başında Almanya geliyordu.

Alman ekonomisinden geriye kalan şeyler yabancı para üzerine inşa edilmişti. Almanlar sahip oldukları her şeyi yabancılarla ticaretten karşılıyor ve 1924’ten bu yana giderlerini Amerikan kredisiyle kapatıyorlardı. Büyük Buhran geldiğinde bu krediler kurudu ve üstüne ABD verdiği dış borçları geri istemeye başladı.

Almanya felç oldu. Endüstriyel üretim %58 düştü. İşsizlik alıp başını gitti. 1929’un sonuna gelindiğinde 1.5 milyon Alman işsizdi. 1933’te ise bu rakam 6 milyona çıkacaktı.

Hitler, heyecanlıydı. Ekonominin çökmesiyle birlikte, Almanlar Demokratik hükümetin bu sorunun altından kalkabileceği konusunda büyük bir şüpheye kapılmıştı. Hitler, o günlerde şunu söyledi:

“Hayatımın hiçbir döneminde, bugün olduğu kadar görevi almak için heyecanlı ve istekli olmadım. Yaşadığımız bu acı gerçekler milyonlarca Almanın gözlerini açtı.”

Büyük Buhran’ın başlamasından kısa bir süre sonra, sosyal Demokrat Parti daha agresif bir tutum sergilemeye başladı. Bir azınlık hükümeti oldukları için diğer partilerin desteğini almadan herhangi bir karar alamıyorlardı. Bu nedenle, etrafından dolanma politikası gütmeye başladılar.

Alman Anayasası’nın 48. maddesi, şansölyeye acil durumlarda demokratik prosedürleri takip etmeden kararlar alma yetkisi veriyordu. Sosyal Demokratlar bunu olabilecek en ağır şekilde kullanmaya başladı, ilk olarak parlamentodan onay almadan bütçeyi yürürlüğe soktular. Bu insanları çılgına çevirdi. Sosyalist lider Dr. Rudolf Breitschield Sosyal Demokrat Partiyi “örtülü diktatörlük” olarak adlandırdı.

Sosyal Demokratlar 1930’da yeni bir seçim yapılması çağrısında bulundular. Bu seçimde çoğunluğu sağlayacaklarını ve artık 48. maddeyi kullanmak zorunda kalmayacaklarını umuyorlardı. Ancak işler hiç de onların düşündüğü gibi gitmedi, Nazilerin seçim kampanyası daha önce hiç görülmemiş bir kampanyaydı ve popülariteleri önlenemez şekilde yükseliyordu.

1928 seçimlerinde parlamentodaki 491 sandalyenin sadece 12’sini kazanan Naziler, 1930’daki yeniden seçimde 107 sandalye kazanmışlardı. Sadece iki yıl içerisinde hükümetin alternatifi noktasına gelmişlerdi.

İki yıl sonra başka bir seçim daha yapılacaktı. Almanlar yoksulluktan ve yozlaşmadan yorulmuştu. Nazilere oy verdiler. Bir zamanlar radikal aşırı uç olarak görülen grup, artık Almanya’yı yönetecekti.

Naziler gücü ele geçirmişti, ancak çoğunluğu elde edememişlerdi. Oyların sadece %37.3’ünü alan Naziler, tıpkı Sosyal Demokrat Parti gibi azınlık hükümeti olmanın getirdiği sıkıntılarla uğraşacaklarını düşünüyorlardı… Ta ki Reichstag yangınına kadar.

Hitler’in şansölye olmasından günler sonra, Marinus van der Lubbe isimli bir Komünist, Alman Parlamento binası Reichstag’ı yaktı. Bu işi tek başına gerçekleştirdiği, neredeyse kesin olsa da Naziler bu fırsatı kaçırmadı. Onlara göre bu olay Komünistlerin ülkeyi şiddet yoluyla ele geçirmeye çalışacağının bir kanıtıydı.

Reichstag yangınını gerekçe gösteren Naziler, 48. Maddeyi devreye soktu. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş hakları askıya alındı bunun yanı sıra polis kovuşturmalarındaki tüm kısıtlamalar kaldırıldı ta ki komünistler tamamen kontrol altına alınana kadar.

Naziler bu tutumlarına örnek olarak, Sosyal Demokrat Partinin üç yıl boyunca 48. maddeyi kullanmasını gösterdiler. İnsanlar Nazilerin, Komünist Parti bürolarını açık açık basmasını ve tüm yayınlarına el koymasını hak ihlali olarak görmedi. Bütün bu olayları “nihayet güçlü bir yönetim ortaya çıktı, Almanya’yı daha yaşanabilir bir ülke yapmak için çalışıyor” şeklinde yorumladılar.

5 Mart 1933’te Almanlar bir kere daha seçime gitti. Komünist Parti’nin bu seçimlere katılmasına izin verilmedi. Muhalif partilerden birinin yollarından çekilmesiyle Naziler, nihayet istedikleri çoğunluğu aldılar.

Naziler, iktidara geldiğinde Almanya hala demokrasiyle yönetilen bir ülkeydi ta ki meclisten “Hukuka aykırılığı ortadan kaldıran durum” (Enabling Act) yasası geçene kadar. Bu yasayla birlikte Naziler istedikleri her kanunu parlamentodan geçirmeden yürürlüğe sokabiliyordu.

Ancak, bu yasanın geçmesi için sadece Nazilerin oyu yeterli değildi parlamentonun 3’te ikisinin desteğine ihtiyaçları vardı. Reichstag yangınını hatırlatarak diğer partiler üzerinde bir baskı oluşturdular. Bir Nazi gazetesinde “Ya tam güç ya…! Ya bu yasa ya da yangın ve cinayet!” manşeti atıldı.

Hitler, bu yetkileri son derece dikkatli şekilde kullanacağının sözünü verdi. “Hükümet bu yetkileri sadece son derece önemli tedbirler alınması gerektiğinde kullanacaktır” dedi.

Partilerin Hitler’in söylediklerine inanması neticesinde, yasa neredeyse herkesin desteğiyle parlamentodan geçti. Sadece, Sosyal Demokratlar aksi yönde oy kullanmıştı. Hitler yasanın geçmesinin ardından Sosyal Demokratlara dönerek “Artık size ihtiyacımız yok! Almanya’nın yıldızı yükselecek ve sizlerinki batacak! Sizin ölüm ilanınız okunuyor!” diye bağırdı.

Hitler, artık hep arzu ettiği mutlak gücün sahibiydi. Diğer siyasi partiler birer birer dağıldı ve kısa bir süre sonra da ülkedeki tüm seçimler durduruldu. Alman demokrasisi göz açıp kapayıncaya kadar yok olmuştu. Faşizm, ülkenin kontrolünü tartışmasız bir şekilde ele geçirdi…

Ve bu bizzat Almanların seçmiş olduğu bir faşizmdi.

2 Yorum

  • Batur63

    Tarihte çok merak ettiğim bazı dönemler ve şahsiyetler var. Örneğin; 1789 Fransız İhtilali, Rusya’nın son dönemi ve son Çar’ı Nikolay ve ailesi, Osmanlı’da İttihat ve Terakki dönemi ve Enver Paşa, Almanya’da Hitler’in iktidar ve II. Dünya Savaşı, yine bizde Menderes dönemi ve 12 Mart dönemi…

    Şu an Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikayesi” adlı kitabını okuyorum. Yazar 1914-1933 yılları arasında yaşadıklarını yazmış. O dönemde Alman’ların ve Yahudilerin psikolojik, sosyolojik, siyasi yaşamlarına ışık tutmuş. Yazdıklarınızı ayrıntılamış…

reparreklam için bir cevap yazınCevabı iptal et