Bilim,  Çocuk Gündemi,  Deneme,  Ebeveyn,  Kategorisiz,  Tarih,  Toplum

Her Şey Bir Büyüteçle Başladı (1)

Bu yazı bir tarih kurgusudur.
Öykü malum ve gerçek (en azından bize öğretilen kısmı) yakın tarih bilgisinin üzerine inşa edilmiş bir KURGU TARİH’tir. Öyküde adı geçen bazı şahıslar gerçek ve diğerleri tamamen hayal ürünüdür ve gerçek kişiler ile hiçbir alakası ve bağlantısı yoktur. Aynı şekilde kurgu özgürlüğüne sığınarak, gerçek sayı ve istatistikler, olaylar, siyasi ve sosyal gelişmeler, teknolojik keşif ve icatlar, gerçeğe aykırı bir kronolojide öykünün geçtiği zaman dilimine sıkıştırılmıştır. Bu konuda bir hata aramakla uğraşmayın. Öyküde gerçeğe dayanan her bir bilgi dilimi için dip notlarda kaynaklar sunulmuştur.


“Ben, manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.

Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”

Mustafa Kemal Atatürk – 1933

 
 

Ekim 2173, Cuma, Chicago İllinois ABD

— Hi grandpa! How are you today?

— Oğlum ben sana kaç defa söyledim, bu evde ve bizlerden olan herkesin evinde Türkçe konuşacaksın diye!!!

— Tamam dedeciğim hemen sinirlenme, şaka yaptım. Beni bugün sohbete çağırdın, hayırdır, normalde çarşamba akşamları sohbet günümüzdü. Özel veya olağanüstü bir şey mi var? Şirketlerde sorun mu çıktı?

— Var ve yok. Şirketlerde bir sorun yok. Ama haftaya Cuma günü ne var biliyor musun?

— Benim doğum günüm, 16 yaşıma gireceğim.

— Elbette doğum günün, ama onu kast etmedim Özgür Kemal.

— 29 Ekim… ahhh, nasıl düşünemedim ki? Cumhuriyet Bayramı!!!

— Evladım sadece Cumhuriyet Bayramı değil, cumhuriyetimizin 250 inci yıl dönümü. Bütün dünyada büyük kutlamalar yapılacak. Senin de toplantılara katılmanın zamanı geldi artık. Senden bu toplantıların birkaçında Türkiye Cumhuriyet Tarihi konulu konuşmalar yapmanı istiyorum.

— Ama dedeciğim, böyle büyük bir görev için benim tarih bilgim yeterli değil ki. Biliyorsun benim üniversitede okuduğum konular kimya, fizik, astrofizik, genetik ve doğa mühendisliği. Üniversitelerin bitmesine daha 2 sene var, Master ve doktora da ayrıca iki sene sürecek. Bu derslerin ilk ikisini Harvard’da ve diğerlerini uzak eğitimle İstanbul ve Gaziantep üniversitelerinde ve Ağrı Uzay Enstitüsü ve Rasathane’sinde okuyorum.

— Biliyorum Özgür Kemal, biliyorum. Gerekli tarih bilgisini ve kitapların birçoğunda bulunmayan verileri ben sana gelecek 5 günde beşer saat anlatacağım. Bu beş gün senin için yeterli olacağına inanıyorum. Üniversitelerindeki Profesörlerle konuştum önümüzdeki hafta ve bayram kutlamaları süresinde herhangi bir sınavın yok. Katılamayacağın ders olursa hepsinin tam metnini artı sohbet kayıtlarını çevrimiçi zaten indirebilirsin. Eidetik (önceden algılanan objelerin zihinde net bir şekilde canlandırılması yeteneği ) veya fotoğrafsı hafızan sayesinde birbirinden faklı konularda ve üniversitelerde okuyorsun. Ayrıca şirketlerimizin müşterek ArGe laboratuvarlarında geliştirilen ‘Beyin’ Bilgisayar Arayüzü Sistemi V29.10’ (B2AYS İngilizce BCIFS) ilk ürününü sana vereceğim ki bununla yeni bilgileri daha kısa sürede beynine yerleştirebileceksin. Ayrıca her sohbetimizin ses kaydını sana göndereceğim.

— O zaman başlayalım dede. Merak ettim şimdi ne gelecek acaba?

— Evladım Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen sürecin henüz ilkokulda öğrendin.

— Evet dede.

— O zaman ben sana İstiklal Savaş’ı döneminde başlayan ve cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar etkisini sürdüren bir öykü ile başlıyorum. İyi dinle torunum:

Her Şey Bir Büyüteçle Başladı (1)

1875 senesinde Sivas’ta bir erkek çocuğu dünyanın ışığına kavuşuyor. Ailesinin ilk çocuğunun ve torununun doğumu büyük bir coşku ile kutlanır ve çocuğa Murad ismi verilir. Seneler sonra, Cumhuriyet döneminin Türkiye’sinde Murad’ın ailesi daha sağ olan akrabalar ile istişare ettikten sonra soyadı olarak “Ermiş“ i seçmiş. Murad’ın ailesi varlıklı ve büyük tarım arazisine sahipti. Geçimlerini tarım ve hayvancılıkla temin ediyorlardı.

Murad 7 yaşında, soğuk ama güneşli bir kış günü, birkaç arkadaşı ile çiftlik yakınlarında bir dere kenarında oynayarak çevreyi keşfederken şöyle bir manzara ile karşılaşıyor:

Dere kenarındaki bir çam ağacının dalları geçmiş günlerde bolca yağmış kar ve buz ile kaplı. Bazı dalların ucundaki çatalların ayırımında ise havada asılı şekilde donmuş kar örtüleri oluşmuş. Çocukların boyları yüksekliğindeki bir dal ve ucundaki çatal güneş ışığını görecek kadar gövdeden dışarıya doğru büyümüş. Bu çatalın ayırımında bulunan kar örtüsü, belli ki önceden kısmen eriyip tekrar donmuş, şeffaf bir buz tabakası haline gelmiş ve kısa olan erime döneminde alt tarafından yere düşen damlalar buz tabakasının alt tarafında göbek oluşturmuş.

Arkadaşları yürümeye devam ederken, Murad bir süre orada durup tam bu dalın ucundaki buz tabakasını izliyor. Murad oraya bakarken güneş ışığı çatal ayırımındaki buz tabakasının üstüne vuruyor ve altından tek bir çizgi halinde çıkıyor. Murad gözlerinle o ışık şeridini aşağıya doğru takip ediyor. Şerit bir alttaki dalın üzerinde bitiyor. Bittiği yerde dalın üstündeki kar ve buz bir santim genişliğinde erimiş, oradaki çam yaprakları (iğneleri) simsiyah olmuş ve duman tütüyor. Murad hemen dereden bir iki avuç su alıp duman çıkan yeri ıslatıyor ve karla ovalıyor. Diğer çocukların ilerlediğini fark eden Murad koşarak onlara yetişiyor ve beraber bir süre daha dünyayı keşfediyorlar.

Eve varır varmaz Murad büyük heyecan ve coşku ile dere kenarında gördüklerini babasına anlatmak istiyor, ancak o daha bir işle meşgul olduğundan dinlemiyor. Divan da oturan dedesinin yanına geçip gördüklerini ona anlatıyor. Dedesi, Murad’a gördüğü buz tabakasının bir mercek oluşturduğunu, merceğin ne olduğunu ve ne işe yaradığını anlatıyor. Murad dedesinin anlattıklarını anlamasa bile, dere kenarındaki gözlemini ve dedesinin açıklamalarını bir ömür boyu unutmayacaktır.

 Murad Ermiş’in eğitim ve askerlik dönemi

Murad ilkokul ve ortaokulu Sivas da bitirdi. Ortaokulda hayat bilgisi öğretmeni Arif Bey’i çok severdi Murad. Arif Bey Osmanlı İmparatorluğu’nun fethettiği toprakların hemen hemen hepsini gezmiş ve görmüş, çok kalender bir insandı. Sonsuz sayıda sahil, orman, dağ, bitki, hayvan ve mimari yapıtlar görmüştü. İnsanlarla tanışıp yabancı lisanlar öğrenmişti Arif Bey. Seyahatlerinde gündelik yazmış, yeni gördüğü bitki, hayvan, dağ ve binaların resimlerini çizmiş, onlarla ilgili birçok notlar yazmıştı. Yirmi den fazla gündelik birikmişti, her biri 300 sayfa kalınlığında. Arif Bey uğradığı yerlerden çeşitli kitaplar ve aletler toplamış ve hepsini evindeki gittikçe büyüyen kitap odasına raflara dizmişti. Kendisine “hocam”, ”öğretmenim” diye hitap edilmesini sevmezdi ve istemezdi. “Çocuklar benim size öğrettiğim kadar ben de sizlerden öğreniyorum, onun için bana Arif Bey diye hitap etmenizi uygun buluyorum.” derdi. Murad ve arkadaşlarına bu açıklama önce biraz garip gelse de, bir müddet sonra Arif Bey demeye alıştılar. Hatta daha sonra arkadaşlarıyla birbirilerine Bey diye hitap etmeye başladılar ve kendilerini büyük insanlar gibi hissetmeye başladılar. Bu uygulamayı çok sevdiler ve alışkanlıktan artık çevrelerindeki diğer yetişkin insanlara da Bey veya Hanım diye hitap etmeye başladılar. Büyükler çocuklara önce davranışları için gülseler de, azarlasalar da, kısa zamanda alıştılar ve kabullendiler. Bir tek camideki Mahmut hocanın, bir sene boyunca bu hitabeye itiraz etmekten, dilinde tüy bitmişti artık. Sonra Mahmut Bey de pes etti ve işi oluruna bıraktı.

Arif Bey her hafta farklı günlerde gündeliklerinden birini okula getirir, hem yazdıklarından çocuklara okur, okuturdu ve gittiği yerdeki hikâyelerini anlatırdı. Arada bir de çocuklara ilginç kitaplar veya eşya ve aletler tanıtırdı, tabii ki hep uzun uzun öyküler eşliğinde. Böylece çocuklar o özel günlerde coğrafya, biyoloji, fizik, kimya, teknik ve kültür bilgileri öğrenirdi. İlkbaharın sonlarına doğru bir gün Arif Bey derse birer cam mercek, dürbün ve teleskop getirdi. Arif Bey “Çocuklar bunlar mercek,…” dediği anda Murad gerisini duymadı, aklına dedesinin söylediği sözler geldi anında. İlk defa bir mercek görüyordu Murad. Arif Bey çocuklara dürbün ve teleskopun ne işe yaradığını anlattı ve onlarla sınıftan dışarıya çıkıp açık araziye doğru gitti. Uygun bir yerde durup her çocuğa dürbün ve teleskop ile çevreyi birkaç dakika gözetleme imkânı tanıdı ve o anda gördüklerini sesli anlatmalarını istedi. Çocuklar çok heyecanlandı. Çevredeki ağaç, çiçek, kedi, köpek, at, eşek, keçi, inek, böcek ne varsa çocuklar tarafından incelendi. Uzak olmasına rağmen her şey çok büyük görünüyordu. Sonra çocuklarla hep beraber çimlerin üstüne oturdular. Arif Bey “Çocuklar sorularınız var mı?” diye sordu. Hemen Murad parmağını kaldırdı ve ”Arif Bey dürbün ve teleskop uzaktaki küçük şeyleri nasıl o kadar büyütüyor?” dedi. Öğretmen cebinden merceği çıkardı ve “bunun sayesinde” deyip gerekli bilgileri verdi. Merceğin uygun ebatlı bir halkanın içine yerleştirilip ve tutacak sap takılırsa büyüteç olarak kullanıldığını da ilave etti. Mercek de elden ele verildi ve denendi. Sıra Murad’a gelince, heyecanla bekleyen fikrini uyguladı. Merceği güneş ışığının altına tuttu ve merceğin altından çıkan ışık şeridine önce elini uzattı, eli yanınca cebinde olan bir kâğıt parçasını tuttu. Kâğıt birkaç saniye sonra kararıp alev almaya başlarken Arif Bey Murad’ı durdurdu ve merceği elinden aldı. “Evladım bu deney nerden aklına geldi senin?” deyince Murad dere kenarında yedi yaşındaki gözlemini ve dedesi ile olan sohbetini anlattı ve herkes heyecanla onu dinledi. Arif Bey çocuklara Murad’ın deneyinin çok tehlikeli olduğunu ve yanlarında bir yetişkin olmadan bir daha böyle tehlikeli deneyler yapmamalarını tembih etti. Okula geri dönerken yolda Murad, Arif Bey’in yanına yanaşarak “Mercekle bir bardak suyu veya semaveri de ısıtabilir miyiz?” dedi. Arif Bey sınıfta bu soruyu bir daha sormasını istedi. Sınıfta Murad sorusunu tekrar ettikten sonra, Arif Bey bunun mümkün olduğunu, ancak bir hayli ön şartların sağlanması gerektiğini ve sağlanmazsa su bardağının veya semaverin zarar görebileceğini çocuklara açıkladı. Murad’ın bu cevaptan aklında kalanı ise ‘denersen uygun yöntemi bulursun’ fikri oldu. Sonraki gün ve haftalarda Murad büyüteç, büyüteç, büyüteç diyerek evdeki büyüklerinin kafasını şişirdi. Sonunda Murad muradına erdi ve babası İstanbul’dan ona büyükçe bir mercek getirdi.

Ortaokuldan sonra Murad birkaç ay ailesinin çiftliğinde ona verilen işleri yaparak geçirdi. Meraklı Murad çiftlikte her yaptığı işlerde çevresindeki büyüklere gına gelene kadar “Bu işi neden ve neden böyle yapıyoruz?” diye sorular sordu. Murad’ın sevdiği diğer bir soru ise “Sen bunu nerden öğrendin?” idi. İstediği cevabı alamazsa diğer çalışanları gözetleyip onların hareketlerini kopyalamaya başladı. Ender olan açıklayıcı cevapları ise, gözlemleri ile birlikte, Arif Bey gibi yeni başladığı gündeliğine yazdı.

Boş vakitlerinde Murad yeni büyüteci ile yüzlerce deney yaptı. Taş, toprak, tahta, alüminyum, bakır, demir, tuz, şeker, su, gaz yağı, mazot, benzin, kiraz ve kayısı çekirdekleri ne bulduysa istinasız büyüteçle incelendi. Güneşli saatlerde her birini büyüteçle ısıttı, dedesinin zincirli saati ile zamanı ölçtü ve on dakikada bir elinle yaklaşarak veya dokunarak nesnelerin sıcaklığını ölçtü. Aralarında ateş alan, eriyen ve kaynayan nesneler oldu. Deneylerinde elde ettiği ısı, erime, kaynama ve alev alma süresi gibi tespitleri gündeliğine titizce yazdı. Bazen okul arkadaşları da Murad’ın deneylerine katılıyorlardı, ama çoğunun kısa süre içinde canları sıkılıyor ve bırakıp gidiyorlardı. Bir gün onu tesadüfen gören baytar Murad’a ne yaptığını sorunca, ona hepsini anlattı ve gündeliğindeki notları gösterdi. Buna hayran kalan baytar ertesi gün Murad’a öğrencilik döneminden kalan 100 dereceye kadar ısıyı ölçebilen bir termometre hediye etti. Büyüteci elinle tutmaktan yorulduğu için, çiftlikte marangoz ve nalbant ile konuşarak onlara büyüteç için her yöne çevrilen, eklemli kolları olan, üçayaklı bir sehpa yaptırdı Murad.

Yaz sonunda, hem Murad’ın sorularından bıkkınlıktan hem de onun merakını gidermesi için ve “komşuda pişer bize de düşer” misali, ailesi onu İstanbul’a 13 Ekim 1892 de resmi açılışı yapılmış Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Alisi[1] ne gönderdi. O mektepte Murad tarım ve hayvancılıkla ilgili çağın verebildiği bütün bilgileri öğrenir. Çeşitli kitaplar Almanca, Fransızca veya İngilizce kaynaklı olduğu için o lisanları da merak etmeye başlar ve Almanca ve Fransızca eğitimi alır. Ecnebi muallimlerine yeni ve eski kitapları tercüme etmekte yardımcı olur. Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi ilk mezunlarını 1895 yılında verir. Murad bu ilk mezunlardan birisidir.

Tarım eğitiminden sonra Murad, Osmanlı Ordusu’nda kanun gereğince 4 sene[2] askerliğini yapar. Askerlik döneminde Osmanlı’nın Balkanlardaki üç ayrı bölgesine, 4, 6 ve 12 ay süreliğine tayin edilir. Aldığı ziraat tahsilinden dolayı, askeri görevlerinin yanı sıra, tayin olduğu yörelerin Tarım teknik ve metotlarını araştırmak ve rapor tutmakla görevlendirilir. Hazırladığı raporlar komutanlarının onayını aldıktan sonra, Ziraat Nezareti’ne ve dönemin Ziraat Nazırı’na şahsen teslim edilir. Askerliğinin bitmesinden 2 ay evvel bölüğü ile Sırbistan da uğradığı silahlı çatışmada yaralanarak Murad sağ kulağından işitme yetisini kaybeder. Bu sakatlığından dolayı gelecek yıllarda olan Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda askeri görevlerden muaf tutulur.

— Dedeciğim biraz ara verelim lütfen. Acıktım ve kısa bir teneffüse ihtiyacım var.

— Tamam evladım, benim de konuşmaktan damağım kurudu. Bir bardak su içsem iyi olur. Yemekten sonra devam ederiz.

(Devamı bir sonraki yazımda gelecek.)

Nizamettin Karadaş

Kaynaklar:

[1] Bugünkü ismi İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi internet sayfası Tarihçe bölümü ; Makbule SARIKAYA,ZİRAAT MEKTEPLERİ, Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı, Çalışmanın Türü: Araştırma, pdf

[2] 1870 tarihinde yeni bir kanun yayınlayan Osmanlı Devleti, muvazzaf askerlik süre­sini dört yıla indirmiştir. II. Abdülhamid Dönemi’nde, Almanya’dan gelen Von der Goltz (Fon Der Goltz) Paşa’nın öncülüğünde 1886 yılında yeni bir askere alma (ahz-ı asker) kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre askerlik yaşı 20 ile 40 arası olarak belirlenmiş ve askerlik süreleri de yeniden düzenlenmiştir. (“Osmanlı Devleti’nde Zorunlu Askerlik Sistemine Geçiş”, Bilgi Al, https://www.bilgial.com/osmanli-devletinde-zorunlu-askerlik-sistemine-gecis/ )


 

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.