Güncel - Aktüalite,  Kategorisiz,  Tartışma

Hafif acılar konuşabilir, ama derin acılar dilsizdir!

1939’un Almanyası’nda puslu bir ekim sabahı… Camları içerisi görülmeyecek şekilde karartılmış olan dört büyük otobüs içerisinde zihinsel engelli çocukların bulunduğu bakımevinin bahçesine usulca yaklaşır. Çocuklar gruplar halinde bahçeye çıkarılırlar. İçlerinden biri merak içinde bakıcısına doğru koşarak “nereye gidiyoruz?” diye sorar. Gözündeki yaşları saklayarak “cennete” der bakıcı,”cennete!..” Bakıcının okuduğu mutlu sonla biten masalları anımsayan çocuğun gözleri parlar. Arkadaşlarına bu mutlu haberi hemen vermelidir.”Cennete gidiyoruz!..” Aldıkları bu haber sonrası otobüsün içinde neşe içinde şarkılar söylemeye başlar çocuklar..Otobüs Hadamar Enstitüsü’ne vardığında engelli çocuklar araçlardan indirilir. Binaya girdikleri anda görevli “duşlara” diye bağırır.”Herkes elbiselerini çıkarsın çabuk!” Aynı korkunç ses “ellerinizi kaldırın” diyerek öfkeli direktiflerine devam eder. Eller kaldırılmalıdır zira ne kadar çok kişi sığarsa duşlara o kadar çabuk bitecektir temizlik!..

Dünyayı fethetme macerasına kendi çocuklarının yaşadığı ülkeyi, başka bir gezegenin cehennemine çevirerek başlayan NAZİ’ler iman ettikleri “üstün ırk” idealinin dışında kalan hastalıklı bedenleri, zeka özürlüleri, zihinsel bunalım geçirenleri, felçlileri, kanser hastalarını ve hatta ülkenin yaşlı insanlarını toplumun ayak bağı olarak görüp birçoğunu acımasızca katlederler. Oysa kanunları çiğnemek, hak ve hukuku askıya almak üzere oluşturulmuş mafya tipi hukuk dışı örgütlenmelerin bile herkesçe bilinen mesleki bir mottosu vardır; “hesabın neyse benimle gör, kadınlara ve çocuklara asla dokunma, mahremden uzak dur!” Bu illegal yapıların belki de uyduğu tek kural budur.

Devletler, hukuku askıya alıp kendi vatandaşlarına karşı suç işlemeye başladığı ya da başkalarının suç işlemesini kolaylaştırdığı anda “tek bir kuralı” olan mafyatik yapılanmaların bile gerisine düşüp tıpkı dönemin faşist Almanyası’nda olduğu gibi kolayca çeteleşirler. Ki zaten kendi vatandaşları olan çocukları ve kadınları toplumun gözü önünde bu kadar rahat, bu kadar hunharca öldürebilen bu karanlık rejimlerin “cesaret reaktörü” de hukuksuzlukla gerdeğe girmiş bu iflah olmaz keyfilik olmuştur her zaman için.

İşte atmaktan ziyade kustuğu cinsiyetçi tweet ile sadece Başak Demirtaş’ın değil, tüm kadınların üzerine iğrençliğini boca etmeyi başaran (!) Vedat Muti isimli ya da rumuzlu alçağın bu ayıba, bu kabahate ve bu katlanılmaz suça bu kadar pervasızca imza atabilmiş olmasının sebeb-i hikmeti; ülkeyi yönetmekten ziyade sık boğaz ederek kontrol altında tutmaya çabalayan malum otoriter- totaliter yapılanmalara destek verenler açısından bu “cesaret reaktörü”nün hala aktif, hala çalışır ve ne yazık ki hala kullanışlı vaziyette olmasıdır. Temel hammaddesi cari hukuksuzluk olan bu reaktörden güç ve enerji hortumlayan hoyrat zibidiler, özellikle sosyal medya platformlarında, imza atacakları her densizliğin, kabahatin ve suçun “yanlarına kar kalacağının”nın açık bilincinde bu rezil cümlelere böylesine kolayca imza atabilmektedirler.

“Yalnızlığına tutunamadığı zamanlardan nefret eden” Mr. Robot dizisinin kaotik kahramanı Eliot gibi ben de bu ülkeye ve bu ülke insanına dair yeşerttiğim “el emeği göz nuru” umutlarımın giderek “yalnızlaştığı” ve “çoraklaştığı” gerçeğine tutunamadığım zamanlardan kahır dolusu nefret ediyorum. “Selo içeride karısı dışarıda yanıyordur şimdi, söndürmek lazım” demiş ya o hadsiz. Aslına bakarsanız o iğrenç sözcük yığınının son kısmına ben de katılıyorum biliyor musunuz? Zira hakikaten de “söndürülmesi” ve mümkünse eğer çok ama çok uzaklara “sürülüp” orada “gömülmesi” gereken hayati şeyler var bu kadim topraklarda. Çünkü kabul etmemiz gerekir ki hiçbir zaman için “ahlak ve düzey abidesi” yurttaşlardan oluşan 1. Sınıf bir toplum olamasak da yine de eski Türkiye diye özlemle anacağımız o huzurlu ve özgür dönemlerimizde, özellikle de kadınlar ve çocuklar söz konusu olduğu zaman, bu toplumun kahir ekseriyetini çekip çevreleyen, duracağı ve mümkünse ineceği yeri kendilerine önceden haber veren belirli bir edep ve haysiyet çizgisi her daim olurdu. Belki size garip gelecek ama ırkçılığın, mezhepçiliğin ve hatta densizliğin bile bir düzeyi, bir hududu, çekilebilir, açıklanabilir yanları olurdu.

Oysa “söndürülmeye” muhtaç huylarla donatılmış bu terbiyesiz zalimlerin ne bir kaliteleri var; ne de çekilecek, bir şekilde tolere edilebilecek yanları..Ağır bir sigara dumanı gibi yaşamımızın her anına, her yanına arsızca sinmiş durumdalar. Daha fenası bu çekilmez “yerli ve milli” dumanı havalandırmaya dair her türlü “hukuki” çabamızın da “havamızı alma” şeklinde sonuçlanması ve başladığımız noktaya geri dönme gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalmamızdır.

Çok genç yaşlarda kaybettiğimiz ünlü yazar Oğuz Atay Galatasaray’dan dolmuşa binmiş. Radyoda Beethoven’in 5.senfonisi çalıyor..Şoför elbette bunun farkında değil. Atay, dolmuşa beraber bindiği arkadaşının kulağına usulca eğilip; ”Sinan’cığım” demiş,”Taksim’e kadar dayanırsa Türkiye kurtuldu demektir!.” Lale Sineması’nın önünde şoför çat diye kapatmış radyoyu!..

Beethoven’ın o olağanüstü tınılarına tahammül edemeyip radyoyu kapatan dolmuş şoförü gibi, cari hükümet için gönüllü ya da mecburi çakallık yapmayı zamanla meslekleri haline getirmiş kindar yaratıklar da zorbalığa karşı bir milim bile geri adım atmadan haklarını arayan bu yürekli kadınların seslerine ve isyanlarına hiçbir şekilde tahammül edemeyip onlara ancak “Lale sinemasına” kadar dayanabiliyorlar(!) ve yaşlarına başlarına bakmadan bu onurlu kadınlara insafsızca, alçakça saldırıyorlar. Oysa ne yaparlarsa yapsınlar, hangi iğrenç yollara saparlarsa sapsınlar bu adi, utanmaz çakalların gericiliğine, cinsiyetçiliğine direnen kadınların, cesaretli anaların ve gözü pek genç kızların yüzlerini asla unutmayacağız. Tüm faşizan işkencelere rağmen Victor Jara’nın tarihe geçen o ünlü tınılarını nasıl yok edemedilerse başta Başak Demirtaş olmak üzere tüm dirayetli, cesaretli kadınların bu özgürlük türkülerini ve direnişlerini öyle kolay kolay yok edemeyecekler bakın göreceksiniz.

Uğur Güney Subaşı, Haziran 2020, Adana.

Siz de fikrinizi söyleyin!