Bilim,  Deneme,  Düşünceler Tarihi,  Felsefe,  Tartışma,  Toplum

Felsefi Düşünceler: Bilim ve Hayal Gücünün Sınırları (2)

“Düşünce unsuru görevi gören fiziksel birimler, ‘isteyerek’ çoğaltılan az ya da çok net görüntülerdir ve birleştirilebilir. Geleneksel kelimeler veya işaretler bunun için ikinci aşamada zahmetli bir şekilde bulunması gerekiyor.”

Albert Einstein

Kelimeler çağrışımları, analojileri ve anlam çemberlerini bir araya getirir

Hohlenstein-Stadel’den aslan adamın veya Trois-Freres mağarasından “büyücünün” 30.000 yıllık fildişi heykelciği karşısında büyülenmiş bir halde duruyoruz. Atalarımız ruhlarını adlandırmak için hangi kelimeleri kullanıyor olabilir? Görünüşe göre homo-sapiens beyninin belirli bir gelişim aşamasında, sadece fantastik beyin örgülerini adlandırmaya değil, aynı zamanda onları elle kavranabilir, dokunulabilir ve insan yapımı nesneler olarak görünür kılmaya da ihtiyacı vardı. Sanatın kökenleri burada yatıyor. Zihinsel karmaların şekillenmesi gerekiyordu ve eğer bu eserlere tapılırsa, insanların hayal güçlerini sadece boş hayaller olarak değil, gerçek dünyanın parçaları olarak anladıklarını gösteriyordu.

Arkaik tanrı hikâyelerinde hayvanlar insan gibi davranır, insanlar hayvanlar gibi, melekler kuşlar gibi uçabilirler. Bu tür hikâyeler, mecazlar, analojiler ve temsillerle başa çıkmakla, yazı karakterlerinin icadından çok önce, düşünmek yüksek derecede esnekliğini gösterdi. Bu tür düşünme çağrışımlarda gerçekleşir, benzerlikleri, paralellikleri, nedensellikleri ve anlam çemberlerini algılar ve bunları başka alanlara aktarır. Yaratıcı bağlantılar, kelime sesleri aracılığıyla akılda kalıcı yapılar haline gelir ve hikâyeler tekrar tekrar anlatıldığında, onların imgesi, Noel Baba’nınki gibi gerçekliğin farkındalığında sağlamlaşır.

Kelimelerin ses biçimleri, fiziksel algısal çevrenin görüntüleri değil, aklımızın ürünleridir. Orijinal konuşma sesleri belirli bir bakış açısını yansıtır: Bir hayvanın adı tehlikeye işaret edebilir. Bol miktarda et yemeği beklentisini işaret ettiğinde, av içgüdüsünü harekete geçirir. Dilbilimsel tanımlamalar, olası çeşitliliği içinde gerçekliğin imgeleri değil, çevrenin işlevsel, hedeflenmiş, eyleme yönelik söylemsel bir anlayışıdır. Arnold Gehlen, dili nesneleri anlamak için “ikinci bir araç” olarak adlandırdı.

Öyleyse, kelimelerin seslerine bürünmüş görüntülerin özünü, izlenimcilerin (empresyonistlerin) gerçekliklerini boya benekleri ile ima ettikleri gibi hayal etmeliyiz.

Bu resme bakarken “hav” sesini duyan, köpeği hemen görür.

Aynı zamanda, konuşma sesleri yalnızca diğer algı türleriyle – dokunsal ve görsel – ilişkili olduğunda anlam kazanır. Sadece hayvanlar dünyasında değil, aynı zamanda konuşan insanların dünyasında da, dilsel olarak anlaşılması zor “sesler” yönelim ve iletişim için önemli bir araç olmaya devam ediyor. Eski kültürlerde önemli dil iletişiminin “şarkı/tilavet” şeklinde yapıldığı tesadüf değildir; kutsalın iletişimi, dilin bu sağlam unsurlarını günümüze kadar kullanır. İnsan kültürü, fiziksel dünyaya erişimde yazılı dilde uzmanlaştıkça, dilin arkasındaki jestlerin ve müziğin daha az farkına vardı.

Görmek, insanlara dış dünyadaki şeyler ve olaylar hakkında duymaktan çok daha fazla iç görü sağlar, bu da içgüdüsel, hızlı yönlendirme sağlar. “Yüz görme duyusu, bu nedenle düşünmenin ana bölümüdür.” (Arnheim) İnsan dış görsel algı uyaranlarından ayrıldığında, beyin kısa süre sonra onları hatıra görüntüleri ve hayal gücüyle değiştirmeye başlar. Duyusal deneyimlerin işlenmesi, yani beynin duyusal aktivitesi, zihnin işleyişi için bir ön koşuldur.

Dil bir algı aracı

Bir nesneyi tanımak için ona dikkat etmem, ona dönmem ve onu “aramam” gerekir. Bir şeyi tanımlamak her zaman duyusal izlenimlerin “gürültüsünden” bireysel özellikleri seçmek anlamına gelir. Algılama, her zaman nesneleri anlamlarının içinde aktif fark etmektir. Tanıma, akustik veya görsel bir uyarıcıya dayanırken, özellikle insan tanıma isimlendirmeyi amaçlar. Kelime sesleri kalıcı işaretlerdir ve bu nedenle özellikle bir iletişim aracı olarak kullanışlıdır. Onlar dikkati sabit olan ve sabitlik ölçütlerine uyumlu olan fenomenlere çekerler.

Böylece sözcükler algı için yardımcı yapılar haline gelirler, ancak tarafsız olanlar değiller. Antropolog Franz Boas, “Bir dilde basit, bölünmez bir fikir gibi görünen şey, başka bir dilde farklı fonetik gruplar tarafından ifade edilir” dedi. Dilin sınıflandırılması, insanların pratik sosyal ihtiyaçlarını takip eder ve düşünmeyi etkiler.

Özetle: Sesli ve yazılı dilimiz insanın sosyal, kültürel ve
bilimsel düşünce ve hayal sınırlarını belirliyor.

Nizamettin Karadaş

Yazımın 1️⃣. bölümünü burada okuyabilirsiniz
Yazımın 3️⃣. bölümünü burada okuyabilirsiniz

Kaynak: “Sprache Denken Mythen”, Klaus Wolschner
http://www.medien-gesellschaft.de/html/sprache_denken.html

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!