Deneme,  Ebeveyn,  Edebiyat,  Güncel - Aktüalite,  Kategorisiz,  Sanat,  Siyaset,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

FAŞİZM ve SANAT

Öncelikle şunun belirtilmesi gerekir: Sanatın üzerine kurulan baskı; salt, kapitalizm koşullarında yönetemez duruma düşen faşist iktidarlara özgü bir şey değil. Keza sanatın kendini var etmek için kural tanımazlığı, sürdürdüğü itiraz ve başeğmezliği de…

Örneğin, günümüzde sanata karşı açılan savaş; filmlerin, belgesellerin sansürlenmesi, konserlerin yasaklanması, tabloların sergilenmesine getirilen engel, kitabın suç aleti olarak gösterilmesi, sanatçılar hakkında açılan davalar, devlet kurumlarında çalışan başarılı sanatçıların işine son verilmesi ve/veya istifaya zorlanması, yazarların ve şairlerin hapse atılması, sanata uygulanan baskının aldığı yeni biçimlerdir ve daha çok da faşizmin karakterine uygun düşen uygulamalardır.

Konusu aşk, ayrılık, doğa, ölüm, özlem, özgürlük gibi pek çok şeyden oluşan sanatın eskiden beri durduğu yerde ve yeni biçimler alsa da özünde herhangi bir değişiklik yoktur: Güzelin araştırması… Var olanla, verili olanla yetinmemesi, öte gerçekleri uyandırma merakı. En geniş anlamıyla insanın kendisini ve dünyayı anlama ve anlamlandırma çabası. İnsanların istediği bir dünya yoksa onun da yaratılmasına dönük kararlılığı, bitip tükenmek bitmeyen inadı… Böyle olduğu içindir ki sanat da sanatçı da tarihten bu yana yönetenlerin baskı ve şiddetinden kurtulamamıştır bir türlü.

Eşitsizlik sistemi olarak kapitalizm, kendinden önceki sistemlerden devralarak çoğalttığı eşitsizlikleri sürdürmek için halkı ikna etmek ister. Zorlandığı yerde de ideolojik baskı yollarını devreye sokar. Sömürünün önündeki engellere savaş ilan eder. Bizim ülkemizde bu iş için iki enstrümanı birden kullanılır: Din ve ırkçılık temeline dayanan milliyetçilik… Ekonomiye, toplum ve doğaya sahip olma / ele geçirme böyle işler. Bu ele geçirişle birlikte olanlar yetmiyormuş gibi bir sürü felaket daha kendini gösterir: Irkçı saldırılar, orman yangınları, sel felaketleri, depremler vs. Bütün bunlar da halkın içine düştüğü / düşürüldüğü yoksulluğa, işsizliğe, ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerine, kamplaşmalara, çocuk taciz ve tecavüzlerine, her türlü ötekileştirmeye amansız soygun ve sömürüye çözüm bekleyen sorunlar yumağı olarak eklenir. Bu aşamada en tehlikeli olan şey şudur: İnsanın kendisine, başkalarına ve doğaya karşı yabancılaşması. İnsanın korkup kabuğuna çekilmesi, düşüncesini açıklamaktan korktuğu için giderek düşünmekten de korkması. Ki bu yabancılaşma dediğimiz şeyi kırmada en güçlü balyozlardan biri de kuşkusuz sanattır.

Gelinen noktada tektipleştirici faşist iktidarların ve başındaki yöneticilerin sanatı ve sanatçıyı ötekileştirmeye, yalnızlaştırmaya, toplumu sanata ve sanatçıya karşı düşmanlaştırmaya çalıştıklarını, bu konuda ellerinden geleni arkalarına koymadıklarını görüyoruz. Ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde durum bu. Öte yandan sanatın susturulamadığı, ne yapılsa da bir yolunu bulup akışını sürdürdüğü de ortada. Diyebiliriz ki öteden beri iktidarlarla sanat ve sanatçılar arasında antagonist düzeyde bir çelişki vardır. Tıpkı sınıflar mücadelesinde olduğu gibi bir çelişki. İki zorun birbirine karşı mücadelesi diyelim buna. Ülkemiz faşizm koşullarında da karşılıklı olarak bu mücadele sürüyor doğal olarak. Bunun bir ucu ise aile içi şiddete kadar varıyor.

Eskiden beri kaba gücün, otoritenin sanata uyguladığı baskının günümüzde aldığı yeni biçimin adı faşizm. Ve faşizmin yasakçı, sansürcü, tektipleştirici, düşünce ve doğa düşmanlığı vs. Sanat da bu uygulamaların karşısında kendi üstüne düşeni yapmakta inatçı mı inatçı, ısrarcı mı ısrarcı. Sanatın kaba gücün karşısında geri çekilmediği, yeni hamlelerle sınırları aştığı bakın bir öyküde şöyle dile geliyor:

Afrikalı siyasi bir tutuklunun karısı kocasının ziyaretine gider, yanına 10 yaşlarındaki kızını da almıştır giderken. Kızın elinde ise görüş sırasında babasına armağan etmek üzere kendi yaptığı kuş resmi vardır. Hapishane görevlileri kuş resmini inceledikten sonra resme el koyarlar ve bu şekilde babası ile görüşemeyeceğini söylerler kıza. Başka bir görüşme sırasında kız; gövdesine dal ve budaklarının aralarına çok sayıda ve özenle yerleştirdiği beneklerden oluşan bir ağaç resmi yaparak götürür babasına. Her nasılsa görevliler kızın, babasının yanına bu resimle girmesinde bir sakınca görmezler. Baba kız kucaklaştıktan sonra, kız yaptığı ağaç resmi uzatır babasına. “Babası bu ne güzel resim yapmışsın böyle,” der ve arkasından kızına ağacın muhtelif yerlerine işlenmiş beneklerin anlamını sormaya kalkar. Kız, babasına; “sus duyacaklar, onlar kuş yuvaları, içlerinde kuşlar var,” diye karşılık verir.

Yukarıda da değinildiği gibi faşizm salt devlet şiddeti olarak hissettirmiyor kendisini, ailelere kadar sirayet ettiği bilinen bir şey. Bir ilköğretim öğrencisinin öğretmenine uzattığı ambalajlanmış, üzeri renkli şeritlerle bağlanmış dünya resminin içinden sarkan annesinin saçları her türlü faşizmin insan özlemlerini bastırmaya yetmeyeceğini ne güzel ifade ediyor. Sanatın sınırlanamayacağını, çünkü insanın içindeki özgürlük talebinin sınırlanamayacağını gösteriyor yukarıdaki her iki örnek de. Özünü estetikten alan, muhalif yapısını koruduğu ölçüde gelişmeye açık olan sanat bir özgürlük esinidir çünkü, ne yapılırsa yapılsın başa çıkılamaz onunla, sınırlanması da olanaksızdır. Sanatçı da kimseye emretmeyen ve itaat etmeyen kişidir doğal olarak.

Tarih boyunca sanatın içine tüküren, sanat eserlerini ucube bulan, sanatçılara her türlü akareti yapabilen, hatta onlara saldırılar tertipleyen yöneticiler hiç eksik olmadı. Bunu, kendinden öncekilerin şiddetini aşmak ve adını tarihin utanç sayfalarına yazdırmak uğruna yaptı pek çoğu.

Tektipleştirici faşist rejimler, farklılıkların yeşerdiği, başkasına benzemeyenlerin de var olabileceği ve sıra dışının hayal edildiği sanat ortamlarını da sanatçılarını da sevmezler. Onlar, özgün düşüncelerin özgürce dile getirdiği yazılı eserlere, güzel günlere olan inancın sese dönüştüğü notalara, düşlerin boy gösterdiği tuvallere, estetiğin işlendiği heykellere düşman gözüyle bakarlar. Sanatın ortaya koyduğu farklılık, umut, estetik, yol göstericilik, kalıcılık, yaratıcılığın kazandırdığı yeni bakış açıları baskıcı rejimlerin korkulu rüyası olmuştur her zaman. Bir şey daha: Tektipleştirici faşist rejimlerin yöneticilerinin pek çoğu da sanat eserinden anlamadığı ve/veya kendisini baştacı etmediği için düşman kesilmiştir sanata. 12 Eylül baskıcı-faşist rejiminin aktörü Kenan Evren’in kübizm akımının öncüsü İspanyol ressam Pablo Picasso için söyledikleri hafızalardan henüz silinmemiştir. Yetmemiş gırtlağına kadar kana batmış haliyle resim yapmaya kalkmıştır.

Hitler’den söz edelim yeri gelmişken: Hitler iktidar olur olmaz Alman kültürünü saf olmayan unsurlardan temizleme projesiyle başta modern sanatçılar olmak üzere tüm entelektüel zümre; yazarlar, yayıncılar tiyatro yönetmenleri, eleştirmenler, aktörler, akademisyenler, müzisyenler, müze küratörleri, tarihçiler sistematik saldırıya uğramıştır. Hitlerin özellikle modern sanata olan düşmanlığının arkasında ressam olmak amacıyla 1907 yılında Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne baş vurusunun ve yetenekli bulunmayıp kabul edilmeyişinin yarattığı başarısızlık ve ruhsal çöküntü olduğu söylenir. Faşist yönetimlerin iş başında bulunduğu ülkelerde bu ve buna benzer pek çok uygulamasına rastlamak mümkündür.

Dünyanın neresinde olursa olsun faşist yönetimler iktidara geldiklerinde ilerici tüm değerlere saldırır, sanatı ve sanatçıyı kendine göre şekillendiremeye kalkarlar. İnsanlığın kültürel birikiminden rahatsız oldukları için onun içini boşaltır, yerini ırkçı, gerici, savaşçı ulus vurgusu ve ırkın yüceliği gibi kavramlar üstünden saçma sapan bir sanat anlayışı ile doldurmaya kalkarlar. Modern sanat anlayışının yerine kendi değerlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Dünyadaki tüm faşist iktidarların ortak karakteri budur. Hal böyle olunca faşizm koşullarında sanatın Herbert Marcuse’un Estetik Boyut adlı kitabındaki şu sorulara yanıt bulması gerekmektedir:

“Sanat kökten ayrım gösteren bir deneyimin dilini nasıl konuşabilir, nitel ayrımı nasıl temsil edebilir? Sanat insan varoluşunun derinlik boyutuna ulaşan kurtuluş imgelerini ve gereksinimlerini nasıl çağırabilir, yalnızca tikel bir sınıfın değil ama tüm ezilenlerin deneyimini nasıl dile getirebilir?”

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!