Biyografi,  Ekonomi,  Siyaset,  Tarih,  Tartışma,  Toplum

Bir Kemalist Gözünden İbrahim Kaypakkaya Biyografisi

68 Kuşağı, ezilenlerin yanında durup, ezdirmek ve ezilmek istemeyen gençlerdi. Cemaatlerin ve emperyallerin etkisiyle; etnik kökenlerimiz bugün gibi hedefti. Abdullah Öcalan, o günlerde kışkırtmaların etkisiyle, ta PKK dönemine kadar da bildiğiniz üzere vardı; bu günlerde çok iyi görüyoruz ki Öcalan kendi ırkını bile koruyacak politikada yürümediği, askerlerimizi hedef alarak, köylerimizi de taramıştı, nice bebeğin ve nice katledilen öğretmenlere kadar çok kişinin canına sebep oldu. Cizre’yi Işid kuşattığında neden PKK, Işid’in karşısına çıkmadıysa Kürtleri köylülerini korumadıysa, Amerika’nın eli olarak yaşamlarına devam etmiyorlar mı; haksız mıyım fikrimde? Cizre’nin bir Türk toprağı olduğunu ve köylüler ile birlikte, üretimin de vurulduğunu unutmamakta fayda var.

“Biz kapitalist emperyalizmin, Amerikan emperyalizminin boyunduruğu altında yarı-bağımlı bir ülkeyiz. Amerika ile Rusya arasında çıkacak bir harpte ilk ölecek Türk halkıdır. Doğru. Ama bizi bu dar boğaza sokan Amerikan emperyalizminin menfaatleridir.”

Solculuk ortak paydasıyla, hepimiz biliriz ki Mahir Çayan Türk Milliyetçisiydi; lakin Yılmaz Güney Kürttü. Yılmaz Güney’in evinde Mahir Çayan ve arkadaşlarını saklamasıyla görüyoruz ki Türk evladları, yalnızca solda birleşti.

60’ların başında, Kürt solcuları; bir dönem, Türk solcularıyla birlikte hareket ettiler. Kürt devrimcileri, asıl olarak, Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın liderliğindeki Türkiye İşçi Partisi içinde yer aldılar. Sonra, gençlik içinde, Doğu Devrimci Kültür Ocakları’nı (DDKO) kurdular. O dönemde, Kürt sözcüğünün kullanılması, yasaktı. Bu nedenle, “doğu” kavramı, Kürt kavramı yerine kullanılıyordu.

“Irkçılık dışardan sokulan bir şey değildir, ama dışardan desteklenebilir.
Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır. Emperyalizm, işine geldiği zaman ve yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını
kışkırtır ve destekler. Bu sınıf ve zümreler sadece Türkler arasında değil, Kürtler arasında da vardır ve yukarda da değindiğimiz gibi hiç şüpheniz olmasın, emperyalizm, işine geldiği anda onu kışkırtmakta ve desteklemekte de hiç tereddüt etmeyecektir.”

Kürtler, 1970’li yıllarda, kendi örgütlerini yaygın bir şekilde kurdular. Bunların bir kısmı legal, bir kısmı illegaldi. Türk sosyalist hareketi için de, Kürt meselesi, önemli bir ayraç görevini yerine getirdi. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” tartışması, ana “ayrım” noktalarından birisi oldu.

“Halkın menfaati ile partinin menfaati çeliştiği zaman Marksist-Leninistler, halkın menfaatinden yana çıkarlar. Bu hizipçilik değildir. Partinin menfaati adına, halkın menfaatlerinin karşısında yer almak, işte budur hizipçilik.”

Zamanla gördük ki bugünün mimarları, o günlerden bugünler için emek vermiş. Kürtlere yapılan siyasi politikalardaki yanlış durumlar, Atatürk’ün milliyetçilik devrimine çok tersti. Bu devrime karşın yapılan politikalar ile ötekileştirilmeleri istenmişti. Kürtler ve diğer ırklar eşit yaşasın diye, hepimizin kimliğine Türk yazdıran Atatürk’ten; sonra kimlikte yazılan şehire göre ayrımcılık yapıldığı zamanlara geldik. Nasıl ki Milliyetçilik adı altında Türklüğü hedef almışsa Menderes ya da Türkeş; ya da Bahçeli… Biz gördük, onlar hala Kürtlük adı altında Abdullah Öcalan’ı sayıyorlar. Ayrı mevzu her neyse… Sonuç olarak, halkın çocukları birbirini yıllarca vurdu; emperyaller mutlu…!

““devlet idaresinin yozlaşması”, “rüşvetin ve yiyiciliğin alıp yürümesi” de yeni değildir. Halkımız, on yıllardan beri rüşvetten ve yiyicilikten yaka silkmektedir. Rüşvet ve yiyicilik, burjuva-feodal devletin karakteridir.”

68 Kuşağı, o zamanlarda ne yaptı dersiniz? Çorumlu belediye işçileri işten atıldıkları için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar.”Tam bağımsızlık için Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.

“Bir avuç toprağa sıkışıp, beylerin tarlalarında ırgatlık yapanların birleşmesi, ama mutlaka birleşmesi gerekli. Yoksa, yıllarca böyle ezilmenin önüne geçilemez. Birleşelim ki güçlü olalım, güçlü olalım ki hakkımızı alalım.”

***

İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist olmadığı için kendilerini haklı göstermeye çalışan algı manipülesini biyografisinin anlatıldığı kaynaklardan irdeleyebilirsiniz. Oysa, bir Kemalist karşısında olsaydı; ülke sorunlarına eğildiğini görür, bırakın zarar vermeyi, destek bile olurdu. Bir Kemalistin en büyük arzularından birisi ülkenin ilerlemesiyle halkın ferahıydı. Kaypakkaya ve arkadaşlarının karşısında Kemalistler yer almıyordu. Kürdistan kuracağım deseydi, Kemalistler elbette karşısına çıkardı. Köylü çocuğu ve başındaki şapkasıyla da kültürüne sahip çıkmaya çalışan bu genç için söyleyebilirim ki bir köylü olmadığım halde onun yerinde empati yaparak, bu yazımda eleştiri yapmayı kendi adıma uygun buldum. Köylü çocuğu, elbette köy sorunları ile büyümüş, elbette bu sorunları ta çocukluktan irdelemişti.

Atatürk’ü sosyalist kesim Cumhuriyet sistemi yerine neden Sosyalizmi seçmediğini ileri sürerek eleştirirler, fakat bu güne dek bu eleştiri yapanların da empati ve tarihe uygun gelişimleri hesaplayamadıklarını düşünüyorum. Çok fazlaca etnik kökenlere sahip olan Türkiye, yalnız Cumhuriyet sistemiyle yönetilebilinirdi. Burada, bir diğer husus yaşadığımız olaylardan Laikliksizliğin önemi. Ülkemizde farklı dinlerde ve mezheplerde insanların, inanç özgürlüğü olmalıydı, kişi sünni değilse dışlanmamamalıydı. Allah adına müdehale altında halktan çok kimse katledilmiş tarihten ders almayan siyasi yönetimlerde, çok can kaybettik. İbrahim Kaypakkkaya Aleviydi. Bu yüzden onun bu konulardaki fikir beyanlarını da haklı bulduğumu iletmeliyim.

Atatürk, halkı hazırlayarak devrim ihtiyaçlarını özenle gerçekleştirmişti. 1923’te neden Laiklik devrimini gerçekleştirmeyip, 1937’yi beklediyse, halkın durumunu düşünün ve Aatatürk’e hak verin derim; bu fikirde olanlar için. Atatürk’ün tüm devrimleri de bu yüzden birbirine bağlıdır. Biri yıkılınca her biri zedelenir, nitekim de öyle oldu. Onun kurduğu Cumhuriyet sistemi eleştiriye açık değil; sonuç olarak bir asır ayakta kaldığımızı, doğru seçimi vurgulamaz mı? Atatürk’ün biyografisini öğrenmemizi birileri hep istemedi ki bir paragrafta, doğum yeri, doğum tarihi, ailesi anlatıldı. Fakat, çok az kişi hem Nutuk’u okudu, hem onun ideolojik yolunu da (biyografisini bilmediği için) anlamadı. Ulu önder devlet kurucusu olarak, eleştiriye kapalı olmalı! Çünkü, yaptığı her şey sayesinde Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti olmuş, zenginleşme yönünde üretim yaparken, Osmanlı Devleti’nin borçlarını da üstlenmişti.

“Yıl 1949. Türkiye’de anti-Kemalist karşı devrimin iyice güç kazandığı dönem. Ağalarla köylüler mahkemeye düşüyor.Köylüler arkasızdır. O yıllarda ise Türkiye’de ağaların, işbirlikçilerin borazanı ötmektedir. Yalancı bilirkişiler tutularak, tapuda fazlalıklar gösterilerek, sınır kaydırmaları yapılarak DP iktidarı döneminde Yılmaz ailesi davayı kazanıyor.”

İbrahim Kaypakkaya çok soru soran, çok zeki, mandolin çalan bir çiftçi çocuğuydu. Eşit yaşamak, köylülerin önünün açılması için muhtemelen bu yönde siyasal fikir üretmişti. Türk sol hareketinde Kemalizm’i reddetmesi adına şunları da söylemek isterim; onun ömrü yetseydi, doğruyu bulacak kadar akıllıydı. Belki de Kemalizmi savunacaktı. Lakin, ihtimal tabi fikrimce… Asla gerçeği öğrenemeyeceğiz.

“Üretim araçlarının mülkiyeti bir avuç sömürücü azınlığın elinde bulunduğu müddetçe de, ne iktisadi buhran, ne de onun sonucu olan siyasi buhran sonuçlanacaktır.”

“Türkiye’de parlamento başından beri toprak ağaları ve komprador büyük burjuvazinin faşist ve yarı-faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur.”

***

İbrahim Kaypakkaya anti-emperyalistti. En çok işçi sınıfından hamallara hayret edip düşünen İbrahim, hamallara peygamber gibi bakarmış. Düşünsenize, kaç güzel insanın ezilerek emperyallerin emeklerine kondu; onların alın terinin karşılığını ceplerine atan emperyaller, ta o zamanlardan vardı. Şimdilerde, millet akşama kadar çalışıyor, arttıramadan zorlukla geçiniyor…

“Emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiyatlarını, düşük ücretleri, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı, bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları sömürgeleştirmek, emekçi halkları köleleştirmektir. Emperyalizmin asıl karakteri ve amacı budur.”

“Ben buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi. Ben de, bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarda anlattığım çerçeve içerisinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizm’e inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü Dev-Genç’in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm.

Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış bulunduğum şeyler, gençlik ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı, kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadar ki faaliyetlerim bunlardı.” (İbrahim Kaypakkaya, bir ifadesinde kendisini bu şekilde savundu.)

İbrahim Kaypakkaya, Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist’in kurucusu olan devrimci. Fikirlerini benimseyenler arasında kimi zaman İbo olarak anılır. 1949 yılında Çorum’un Sungurlu ilçesinin Karakaya Köyü’nde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na (Hasanoğlu Köy Enstitüsü) girdi. Öğretmen Okulunun ardından İstanbul’daki Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başladı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi – Fizik Bölümü öğrencisi olan Kaypakkaya, sol düşüncelerle burada tanıştı. Mart 1968’de Çapa Fikir Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. Çapa Fikir Kulübü’nün başkanı olan Kaypakkaya, 6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı.

“Burjuvazi ve toprak ağaları zorla özümleme dışındaki, milliyetlerin kaynaşması yönündeki tarihi eğilime, yani kendiliğinden özümlemeye direnir; ulusal farklılıkların kendiliğinden silinmesine direnir; bir devlet içindeki her milliyetten proleterlerin aynı örgütler içinde birleşmesine direnir; proleterleri milliyetlerine göre birbirinden ayırmak, kendi milliyetinden olan proleterleri sınıf örgütleri yerine “milli örgütler” içinde ve kendi sınıf amaçları doğrultusunda birleştirmek ister.”

FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Millî Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. İşçi-Köylü gazetesinin İstanbul’daki bürosunda çalışan Kaypakkaya, Aydınlık ve Türk Solu dergilerine yazılar yazdı. Aydınlık içinde meydana gelen ayrışmada Doğu Perinçek’in başını çektiği PDA kanadında yer aldı. 1972 yılına kadar PDA (TİİKP) saflarında çalıştı ve DABK üyesi olarak görev yaptı. Bu tarihte PDA ile yolları ayrıldı. Doğu Perinçek ve çevresinin saptırımcı (revizyonist) ve fırsatçı (oportunist) olduklarını iddia eden Kaypakkaya, ayrılık sonrasında TKP/ML TİKKO’yu kurdu.

“Köylülerin kendilerine güven duymasını engelleyen, onları pasifizme iteleyen, “biz yaparız, siz bekleyin”eğilimi yanlıştır. Kaynağını küçük burjuva bireyciliğinden ve halka yaranma kaygısından alan bu eğilim, kitlelerin gücünün ortaya çıkmasını engellediği, onların ileriye dönük yanlarını göremediği ve kurtuluşlarını başlarına bıraktığı için tehlikelidir ve hemen düzeltilmelidir.”

TKP/ML faaliyetlerinin yoğunlaştığı Çemişgezek bölgesinde mücadele ederken, 24 Ocak 1973’de Tunceli/Çemişgezek ilçesi Vartinik köyü Mirik mezrasında kolluk güçleri tarafından bulunduğu köyün etrafı sarılmış, çatışma sırasında TİKKO’nun ilk komutanlarından Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, Kaypakkaya yaralı olarak çatışma alanından uzaklaşmıştır. Beş gün sonra kendisinin saklandığı köydeki bir öğretmenin ihbarıyla yakalanmıştır.

“Milletin kendi kaderini tayin hakkıyla, halkın kendi kaderini tayin hakkı tamamen farklı şeylerdir. Milletin kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Oysa, halkın kendi kaderini tayin hakkı, o halkın devrim yapma hakkı demektir.”

Çatışmada botlarını kaybettiği ve yaralı olduğu halde kasıtlı olarak saatlerce yürütülmesi nedeniyle ayaklarının hissizleştiği iddia edilmektedir. Bunun sonucunda kaldırıldığı hastanede ayak parmakları kesilmiştir. İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır’da süren dört aylık sorgulama ve işkence (parmaklarının, ellerinin, ayaklarının kesilmesi gibi) sürecinden sonra, mahkemeye çıkartılmasına az bir zaman kala, 18 Mayıs 1973’te yaşama veda etti. Ölüm sebebi kayıtlara intihar olarak geçmiştir. Son günlerinde ailesiyle görüştürülmedi. Ve asla dostlarının adını vermedi. Son günlerinde çok çetin işkencelerle, elsiz ayaksız ve delikler açılan vücuduyla, son haftalarında nasıl yaşadı, empati burada yeterli değil!  İki gün sonra babasına cansız bedeni teslim edildi. Ölümü dönemin bağımsız milletvekili Mehmet Ali Aybar tarafından bir soru önergesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne getirildi. İki gün sonra babasına cansız bedeni teslim edildi. Mezarı, doğum yeri olan Karakaya’dadır.(İbrahim’im babası Ali Kaypakkaya, soyadından dolayı küçük oğlunu okula yazdırmakta zorlanınca köyünün adı Karakaya’yı soyadı olarak aldı.)

“Evet biz akıl almaz delileriz en az ustaları kadar o kutsal sevdamızın ve gönüllü fedaileriyiz bu belalı aşkın. Bir akıllı yeter bize sevgilim bir akıllı yeter. Bir akıllı ki arşiv küflerinde aramamış kavganın şartlarını. Bir akıllı ki delilik ondan bize paha biçilmez miras…”

“İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü, Türkiye’deki en korkunç ve üzeri örtülmüş en ciddi işkence vakalarındandır. Bununla birlikte İbrahim Kaypakkaya’nın maruz kaldığı işkence, en politikleşmiş işkence olaylarından olup, çok geniş bir toplumsal sahayı travmatize etmesi amaçlanmıştır.” (İşkence karşıtı Mücadele ve İbrahim Kaypakkaya Dosyası)

***

İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları neyi savundu?

“Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetinin, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.”

Kaypakkaya ve yoldaşlarının bu süre içinde yürüttüğü siyasal faaliyetin odağına proletaryayı koymadıkları ve bu faaliyetin özünün, yoksul ve küçük köylü kitlelerini bir çeşit öncü savaşı yoluyla silahlı savaşıma çekmek olduğu açıktır. Teorisiyle pratiği oldukça tutarlı olan böyle bir çizginin proleter-devrimci ya da Marksist-Leninist olarak adlandırılamayacağını kavrayabilmek için çok derin bir çözümleme yapmak gerekmiyor; Kaypakkaya’nın PDA-TİİKP (=Proleter Devrimci Aydınlık-Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) revizyonistlerine sunduğu ünlü 11 maddenin eleştirici bir gözle incelenmesi bunun için yeterlidir. Bu 11 madde ya da ilke şunlardı:

1- Köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir.
2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
3- İllegal faaliyet esas, legal faaliyet talidir.
4- Ülke çapında düşman bizden güçlü olduğu müddetçe stratejik savunma esastır.
5- Stratejik savunma içinde taktik taarruzlar esas, taktik savunma talidir.
6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
7- Şehirlerde (büyük şehirlerde), stratejik savunma döneminde, kuvvet biriktirmek ve fırsat kollamak esas, ayaklanmalar düzenlemek talidir.
8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır.
10- Kendi kuvvetlerimize dayanmak esas, müttefiklere dayanmak talidir.
11- Ülkemizde silahlı mücadele şartları vardır.”

Peki, TKP (M-L)’nin baş çelişmenin feodalizmle köylülük arasındaki çelişme, demokratik devrimin özünün toprak devrimi, devrimin temel gücünün köylülük olduğunu ileri sürdüğü 1970’lerin Türkiyesi’nde kapitalizmin, sınıf çelişmelerinin ve devrim ile karşı-devrim güçlerinin stratejik konumlanışı nasıldı? Yukarda da değindiğim gibi, Türkiye’de de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, 1950’lerden başlayarak nüfusun kentlere akışı hızla artmış, 1950-70 döneminde kır nüfusu sadece yüzde 39.0 dolayında büyürken, kent nüfusu yüzde 163.5 oranında büyümüştü. Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de belirleyici bir konuma sahip İstanbul, İzmir ve Adana gibi büyük sanayi merkezlerinde bu gelişmeler çok daha büyük ölçekte yaşanmaktaydı. Kapitalizmin gelişmesi sırasında sınai nüfusun tarımsal nüfustan daha hızlı büyümesi yasasının bir göstergesi olan bu eğilimin, nüfus dengesinin zaman içinde daha da büyük ölçüde kentlerden yana değişeceği anlamına geldiği de açık olmalıydı.

“Türkiye’de hakim sınıflar, başından beri “kaba ve uydurma bir parlamentarizmle” faşist suratlarını maskelemeyi, sınıf menfaatlerine daha uygun bulmuşlardır. İşte, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonu budur: Faşizmi maskelemek.”

Kaypakkaya’nın, Maoizmin etkisi altında yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğunu ileri sürdüğü Türkiye’nin tarım sektörü, TKP (M-L)’nin kurulduğu tarihten çok daha önce (gerek üretim girdisi, gerek tarım çıktısı ve gerekse tüketim malları gereksinimi itibariyle) büyük ölçüde Türkiye ve dünya pazarına bağlanmış, kırlarda Maoist devrim stratejisinin öngördüğü kızıl siyasi iktidarların kurulabilmesi için gerekli olduğu savunulan “ekonomik bakımdan kendi kendine yeterli bölge”ler kalmamıştı. Türkiye tarımında makinalı ve modern tarım yöntemleri görece hızlı bir tempoyla gelişiyordu. 1950’de 16,600 olan traktör sayısı 1972’de 135,700’ü, 1950’de yalnızca 15,000 ton olan yapay gübre kullanımı 1972’de 3,284,000 tonu bulmuştu. Tarımda kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak köylülüğün farklılaşması büyüyor, küçük üreticilerin mülksüzleşmesi hızla artıyor, geniş bir kır proletaryası ve yarı-proletaryasının yanısıra, kırlarda gericiliğin sağlam dayanağı durumunda olan oldukça büyük bir kulak katmanı oluşmuş bulunuyordu. Tümüyle topraksız aile sayısı 1950’de 90,000 iken (1950-60 yılları arasında 370,000 aileye toprak dağıtılmasına rağmen) 1963’de 309,000’e ve 1972’de 1,200,000’e ulaşmış, 1950-70 yılları arasında kırdan kente göç edenlerin sayısı 4.7 milyonu bulmuştu.

Öte yandan, ekonomik olarak aktif nüfus içinde toplam ücretlilerin oranı, 1963’de yüzde 21.6’dan 1971’de yüzde 29.2’ye, aynı yıllar arasında sigortalı işçilerin sayısı 710,000’den 1,404,000’e ve sendikalı işçilerin sayısı 296,000’den 2,363,000’e çıkmıştı. Emperyalizme bağımlı olmasına rağmen kapitalizmin hayli gelişmiş olduğu Türkiye’de burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, çoktan toplumsal savaşımın odağına yerleşmiş, buna bağlı olarak emperyalizm ve –büyük toprak sahiplerini arka plana iterek siyasal iktidarın denetimini esas olarak kendi ellerine alan– işbirlikçi büyük burjuvazi ile kentlerin ve kırların orta burjuvazisi, proletaryaya ve kır ve kent yoksullarına karşı gerici bir bağlaşma oluşturmuştu. Kaypakkaya’nın savunduğu tezlerin aksine bu koşullarda, “milli burjuvazinin devrimci kanadı”yla ne birleşik cephe kurmanın, hatta ne de –istisnai durumlar dışında– eylem birliği gerçekleştirmenin olanağı vardı. 12 Mart 1971 faşist darbesi olsun, bu tarihten sonra meydana gelen gelişmeler olsun, milli ya da daha doğrusu orta burjuvaziyle ya da onun bir kanadıyla bir birleşik cephe kurulabileceği düşüncesinin ne denli yanlış olduğunu yeniden ve yeniden göstermiştir. Oysa, TKP (M-L), “demokratik halk iktidarı”nda işçi sınıfının, köylülerin, küçük burjuvazinin ve milli burjuvazinin devrimci kanadının birlikte yer alacaklarını ve demokratik halk devriminin zaferinden sonra “devrimci halk”ı oluşturacaklarını ileri sürdüğü bu sınıf ve katmanlar arasındaki çelişmelerin “uzlaşmaz-olmayan ve barışçı metotlarla” çözülebileceğini, yani “milli burjuvazi” ya da onun “devrimci kanadı” zorla tasfiye edilmeksizin ve mülksüzleştirilmeksizin demokratik devrimden sosyalist devrime geçilebileceğini ileri sürüyordu. Bu bakış açısıyla, sosyalizmin ve proleter diktatörlüğünün kurulamayacağı bir yana, tutarlı bir anti-emperyalist demokratik devrim savaşımının bile sürdürülemeyeceği açık olmalıydı.

TKP (M-L) kentleri “gericiliğin kaleleri”, devrimci köylülük tarafından kuşatılıp kurtarılacak mevziler olarak görüyordu; oysa Türkiye’de tarihsel olarak güçlü bir devrimci köylü hareketi geleneği bulunmadığı gibi, daha 1960’lı yıllarda proletarya en devrimci sınıf, burjuvaziye, gericiliğe ve emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm savaşımında diğer emekçilere önderlik edebilecek biricik güç olduğunun elle tutulur kanıtlarını kendi eylemiyle sunuyordu. 1963-71 yılları arasında gerçekleşen 610 greve, 190,835 işçi katılmış ve bu grevlerde yitirilen işgünü sayısı 2,165,522’yi bulmuştu. İşçi sınıfı gerçek bir devrimci önderlikten yoksun olduğu koşullarda 12 Mart 1971 faşist darbesinden sonra da –ekonomik– savaşımını sürdürmüştü. 1971 yılı içinde gerçekleşen 97 greve 20,016 işçi katılmış ve bu grevlerde 295,950 işgünü yitirilmişti. Böyle bir ortamda ve varolduğu kadarıyla devrimci köylü hareketinin daha gerilere savrulmuş olduğu koşullarda İbrahim Kaypakkaya, köylüleri ve işçileri savunuyordu. Bu yüzden tehlikeli olarak gördüleri İbrahim Kaypakkaya en çok hedef alınan gençlerdendi.

İbrahim Kaypakkaya’nın teorik mirasının en sağlam ve kalıcı bölümü, O’nun ulusal soruna ilişkin saptamalarıdır. O, ulusal sorunu incelerken bütünüyle Lenin ve Stalin’in düşüncelerini esas almış, onların yazı ve analizlerine dayanmış ve dolayısıyla bu sorunu hemen hemen tutarlı Marksist-Leninist bir tarzda ele alabilmiş, hatta bu konuda Türkiye devrimci hareketi içinde çığır açıcı bir rol oynamıştır. Acaba, Atatürk’ün biyografisini ne kadar irdelemişti? Acaba, neden Atatürk’ün ödevlerini yerine getirmeyi kendine sorumluluk etmemişti? Acaba, neden yabancı liderlerden Mao gibi hasta adamı bile idolleştirmişti? Ben yetişmekte olan, ama pişmemiş bir insanın biyografisini gördüm.

“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.

Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur…”

Mahir Çayan (bu sözlerle farklı liderdi.)

Kaynaklardan önemli bulduğum alıntıları da yazıma ekleyerek burada bırakıyorum, umarım bu biyografi hoşunuza gider ve irdelenir; işçi ve köylü sınıfının üretim için muhtaç olduğu bu günlerde… Saygı ve hasretle İbrahim Kaypakkaya’yı anıyorum, köylü ve işçilerin sesini güçlendiren bir genç kahramandı o ve arkadaşları.

***

“15-16 Haziran direnişinin bastırılması devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu gösterdi. PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi.”

Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder.” Proleterlerle proleter-olmayan, yani küçük-burjuva emekçileri “birleşik örgütlerde… kaynaştırmak”tan yana olmak, proleter sosyalizminin yerine küçük-burjuva sosyalizmini geçirmenin şaşmaz göstergelerinden biridir.

Bununla birlikte, Kaypakkaya’nın birçok bakımdan 1971 devrimci hareketinin en ileri temsilcisi olduğunun, TKP (M-L)’nin önderinin ve onun tezlerinin geleneksel reformizm ve revizyonizmden kopmada ve Marksizm-Leninizmden etkilenmede THKO ve THKP-C’den daha / çok daha fazla mesafe katetmiş olduğunun altı çizilmelidir. Kaypakkaya adı haklı olarak, temel önem taşıyan ve birbiriyle sıkı sıkıya bağlı iki alanda “50 yıllık revizyonizmden ve reformizmden kopuş”ta büyük bir ileri atılımın sembolü gibi algılanmaktadır.

Dönemin diğer devrimci kadrolarının ezici çoğunluğunun durumunda olduğu gibi, bir süre, başını Mihri Belli’nin çektiği “Milli Demokratik Devrimciler” kümesinde yer alan ve TKP revizyonizminin bir varyantı olan Belli oportünizminin boyunduruğunu kırma süreci içinde devrimcileşen İbrahim Kaypakkaya, “olgun” ya da son döneminde Maoizmin etki alanına girecekti. O, işte bu nedenle tarihe, Marksizm-Leninizmden önemli ölçüde etkilenmiş, ancak radikal devrimci-demokratizmin sınırlarını aşamamış bir devrimci önder olarak geçti.

a) Türk ulusal kurtuluş hareketi içindeki “ulusal” öğeyi bütünüyle görmezden gelmesi ve Türk kurtuluş savaşını adeta farklı gerici kamplar arasında meydana gelen bir çatışma gibi algılaması ve,

b) Türkiye halkının –Bolşeviklerle geçici ve taktiksel bir bağlaşma yapmış olan– Kemalistlerin önderliği altında İngiliz ve Fransız emperyalistlerine ve onların Yunan uşaklarına karşı sürdürdüğü ulusal kurtuluş savaşının cılız ve sınırlı da olsa ilerici bir karakter taşıdığını yadsıması, geleneksel TKP revizyonizminin ve onun izleyicilerinin Kemalist yanılsamalarına karşı önemli bir panzehir işlevi görmekle birlikte, elbette yanlıştı.

“Hatta ‘teorisyenimiz’, 1961 Anayasasını aynen bir AP’li ağzıyla açık açık reddederek, irticayı Mustafa Kemalcilikten üstün tutarak, emperyalizmin Türkiye’deki varlığını, ‘üretim güçlerini geliştirdiği’ iddialarıyla meşrulaştırarak, Aybar’dan daha cesaretli ve daha ileri bir oportünist olduğunu da ispat etmiştir.”

“Subaylarımıza ‘büyük bir milli görev’ olarak gayrı milli iktidarlar karşısında hiçbir şey yapmamaları, gayrı milli iktidarları ‘kendi hallerine bırakmaları’ öğütlenmektedir. Milli Demokratik Devrimin güçlerinden olan ‘devrimci subaylar’ emperyalizm ve uşakları karşısında eylemsizleştirilmek, silahsızlandırılmak istenmektedir. Bu kime hizmettir? İşbirlikçi Süleyman Demirel iktidarının Kemalist müdahalelere karşı korunması görevi bu yazarlara mı düşmüştür? Görevlerimizi iyi bilelim, bu görev polisin görevidir.

“Bu milli saflara ihanet ve emperyalizme hizmettir.”

“ ‘Büyük ve kesin mücadele’ye ‘yavaş yavaş’ ilerleyen işçi ve köylü mücadelelerine vargücüyle destek olmak, bu mücadeleleri geliştirip olgunlaştırmak, yurt düzeyine yaymak, milli-demokratik cephenin temelini teşkil edecek işçi-köylü ittifakını gerçekleştirip güçlendirmek en başta proleter-devrimcileri olmak üzere, bütün Kemalistlerin, bütün yurtsever aydınların kaçınılmaz görevidir.”

“Yürütülen şiddetli ideolojik mücadeleyle ve sosyal pratiğin ağır şamarlarını yiyerek, şimdilik proleter sosyalist düşüncenin en çok hakim olduğu Devrimci Gençlik Federasyonu’ndan tasfiye edilen oportünizm, bu sefer de sosyalist düşüncenin yeni yeni ulaşmaya başladığı işçi örgütlerinde direnmekte…”

“Yıl 1969. Şubatın onaltısı. Günlerden Pazar: Kanlı Pazar. Yine 6. Filo Boğaz’a demir atmış. Türkiye halkına meydan okuyor. Yine İstanbul sokaklarında, ‘moral takviyesi’ne çıkmış, Amerikan askerleri. Mustafa Kemal’in gençleri durur mu; Mustafa Kemal durur muydu? Durmazdı. Gençler de durmuyorlar.”

“Toplantıdan sonra Adliye’ye gelen devrimci öğrenciler, Türk Yargıcına olan güvenlerini belirttiler ve Savcıyla görüşmek istediler. İşbirlikçi iktidarın sözcülüğünü meslek edinmiş Savcı Nedim Demirel, gençlerin görüşme isteğini kabul etmedi.”

“Yine yurtsever subaylarımız Mustafa Kemal’e yaraşan bir davranışla, mert ve erkek seslerini dile getiren bildirileriyle Milli Kurtuluş cephesinde saf tuttular.”

“İşçi sınıfının, ‘kendi kendine sınıf’dan ‘kendisi için sınıf’ durumuna geçmekte olduğu iddiasına gelelim: Bu doğrudur, ama bunun belirtileri, yazarın sandığı gibi işçilerin trade-unioncu politik mücadelede aldığı yol değil, her gün daha çok sayıda işçinin proleter-devrimci düşünceyi benimsemeye ve ona yakınlık duymaya başlamasıdır. Bu ise işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin doğurduğu bir sonuç değil, 50 yıllık proleter-devrimci mücadelenin ve mesela yazarın pek itibar etmediği İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesinin, proleter-devrimci kadroların çabalarının ürünüdür.”

“Karşı-devrimci sendikalarda, uzlaşıcı oportünist sendikalarda, niteliği ne olursa olsun bütün sendikalarda çalışmak ve bunları partinin ‘yönetimi ve denetimi’ altına almaya, işçi yığınlarını proleter-devrimci hareketin saflarına kazanmaya uğraşma, proleter-devrimcilerinin görevidir; …

“ ‘yığınlara’ yardımcı olabilmek için onların sevgisini kazanabilmek için davaya katılmalarını ve desteklerini sağlayabilmek için, oportünist ve sosyal-şoven olarak, çoğunlukla –doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak–, burjuvaziyle ve polisle bağlantıları olan ‘şeflerin’ önümüze çıkaracakları güçlüklerden, başvuracakları hilelerden kuracakları tuzaklardan, hakaretlerden, baskılardan yılmamak gerekir ve mutlaka yığınların olduğu yerde çalışmak gerekir. Asıl kurumlarda, derneklerde, örgütlerde, proleter ya da yarı-proleter yığınların bulunduğu her yerde (bunlar en gerici eğilimde olsalar bile) metotlu, azimli, inatçı ve sabırlı bir bilinçlendirme çabası ile bütün fedakarlıkları göze almak, en büyük engelleri göğüslemeyi bilmek gerekir.” Lenin’in bu sözlerini bugün görüşleri saflarımızda bir hayli taraftar bulan Regis Debray’nin aşağıdaki sözleriyle karşılaştırın:

“Fakat kaç siyasal önder sayabiliriz ki, gün geçtikçe, dünya sendikacılığı ile ilgilenmek ya da binbir ‘uluslararası demokratik örgüt’ten birine girmek gibi kendi çıkarlarına uygun düşen bir iş yerine, kendini halkının savaşına ilişkin askeri sorunların ciddi ve somut bir incelemesine adamayı tercih etmiş olsun!” Açıktır ki, gerici sendikalarda çalışmayı reddeden bu ve buna benzer ‘sol’ ‘teori’ler, henüz yeteri kadar bilinçlenmemiş işçi yığınlarını ‘gerici liderlerin, burjuvazi ajanlarının, aristokrat işçilerin ya da ‘burjuvalaşmış işçilerin’ etkisine terkettiği için objektif olarak burjuvaziye hizmet etmektedir.”

“Proleter-devrimci hareketin köylü hareketleri karşısındaki görevi; bir, bütün köylülerin, büyük toprak sahiplerine, feodalizmin kalıntılarına karşı yürüttüğü ‘demokratik’ hareketi desteklemek, onu ilerletmek; iki, tarım proletaryasını sanayi proletaryası ile birlikte bağımsız bir sınıf partisi içinde örgütleyerek, onu sosyalist devrim için mücadeleye hazırlamak; bunun yanı sıra yoksul köylüyü ve mümkün olduğu ölçüde orta köylüyü tarım proletaryasının yanına yani sosyalizme kazanmak için mücadele etmektir. Proleter-devrimci hareketin esas görüş açısı proletaryanın nihai menfaatleridir. Proleter-devrimci hareketin köylü hareketi karşısındaki tutumunu tayin eden şey de, genel olarak proletaryanın (bu arada tarım proleterlerinin) nihai menfaatleridir.”

“Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, hareketimiz henüz geniş ölçüde bir gençlik ve aydınlar hareketi niteliğindedir, işçi sınıfı temeline dayanmamaktadır. Bilimsel sosyalizmle işçi sınıfının kendinden-gelme hareketi bütünlenememiştir.”

“Eğer, işçi sınıfının ‘hegemonya’sı kendi kendimizi tatmin konusu değilse, onun ‘hegemonya’sını gerçekleştirmek için, en temel görevimizi, proleter-devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini bütünleme görevimizi yerine getirelim. Eğer Marksizmin M’sinden haberdarsak, gerçek kahramanın halk kitleleri olduğunu, halk kitlelerini, onların ‘sınırsız yaratıcı gücünü’ seferber etmeden ve bu gücü proleter-devrimcilerinin emrine vermeden, işçi sınıfımızın ideolojik, politik ve örgütsel önderliğini gerçekleştirmeden milli demokratik devrimi başaramayacağımızı bilelim ve bunun gerektirdiği eylemlere yan çizmeyelim! Bu eylemin başlıca muhtevası, bu eylemin temerküz noktası ‘en kuvvetli patlama döneminde olduğu gibi, en sakin dönemde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır’, yani ‘hayatın bütün yönlerini aydınlatan ve yığınların mümkün olduğu kadar geniş katları arasında yürütülen siyasi ajitasyon çalışması olmalıdır.’ Bu eylem için başlıca aracımız, İŞÇİ-KÖYLÜ GAZETESİ’dir. İŞÇİ-KÖYLÜ GAZETESİ’ni daha canlı, daha yaratıcı hale getirerek, Türkiye çapında geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası örgütlendirmeliyiz… Ülke çapında bir siyasi ajitasyonu, bütün çalışmalarımızın temel taşı yapmamız gerekir; bunu mutlaka yapmak zorundayız.”

“Evet, en temel görevlerimizden sağ teslimiyetçi çizgi, ‘ittifak’ adına sosyalist politikadan vazgeçerek kaçıyor; ‘sol’ maceracı çizgi ise aynı şeyi bizi ‘devrimci eğitim’den küçük burjuva terörüne çağırarak, ‘tehlike çanlarını’ çalarak yapıyor! Saflarımızdaki ‘sol’ çizginin görüşleri yazılı hale pek gelmemiştir. Ama, örgütlenmede kendiliğinden-gelmeliğin ve ilkelliğin örgütlenme ilkelerinin savunulması olan ‘militan örgütlenme ve ‘devrimci terör’ gibi görüşleri proleter-devrimci hareketle az çok ilgisi olan herkes bilir. Bu, en geniş alan üzerinde yürütülecek siyasi ajitasyonun yerine ‘heyecanlandırıcı terörizmi’ koymak değil de nedir? Bu, ‘devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden yoksun olan, ya da fırsatını bulamayan aydınların tutkulu öfkesini, kendiliğinden gelmelik önünde boyun eğme’yi ifade etmiyorsa neyi ifade ediyor? Neden bilimsel sosyalist örgütlenme değil de istikrarlı ve sürekli bir yanı olmayan ‘militan örgütlenme’? Çünkü, gerçekte bütün alanları kapsayan bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası örgütlendirme eylemini başlıca görev olarak kabul etmeyenlere, siyasi mücadeleyi bireysel çıkışlar olarak sınırlandıranlara bilimsel sosyalist bir örgüt değil, ‘militan örgüt’ lazımdır. ‘Ve böyle bir örgüt, ne yazık ki mücadeleye nerede ve nasıl girişeceklerini henüz bizden sormayan ya da seyrek soran yığınlarla birliklerimizin daha sıkı bağlar kurmasını gerçekten önler…” (Lenin)

“Yine bu ‘sol’ çizginin bir yanda proleter-devrimci hareketi bütün yönleriyle kitlelerin siyasi eğitimi görevinden ‘devrimci teröre’ çağırırken, bir yandan da siyasi ajitasyonun yerine, ekonomizmin ‘aşamalı bilinçlendirme teorisi’ni koyması ve ‘kitlelerin polisle çatıştırılarak bilinçlendirileceği’ görüşünü, o ünlü oportünist teoriyi benimsemesi, ekonomizmle terörizmin bağlantısını, ortak kökünü ortaya koyması bakımından önemlidir ve Lenin’in ‘Ekonomistin bitişik kapı komşusu terörist’ demekle ne kadar haklı olduğunu bir kere daha göstermektedir.”

***

Sonsöz

İbrahim Kaypakkaya gibi, bir dizi olağanüstü niteliğe sahip ve hele Türkiye ortamında ender yetişen yetenekli bir devrimci önderin, tutarlı Marksist-Leninist çizgiyi benimseyememiş olmasının Türkiye devrimci hareketi açısından kaçırılmış bir şans olduğunu söylemek acaba bir abartı sayılabilir mi? Bunun gerçekleşmiş ve Kaypakkaya’nın gerek teori ve gerekse örgütsel pratik alanındaki potansiyelini tam olarak ortaya koyabilecek kadar uzun süre yaşamış olması halinde Türkiye devrimci hareketinin neler kazanmış olacağını ya da bugün nerede bulunacağını sormak ve kestirmeye çalışmak, spekülatif bir faaliyet gibi gözükebilir. Ama, tarihi kitlelerin yaptığını söyleyen Marksizm-Leninizm, asla üstün ve yetenekli bireylerin ve önderlerin rolünü yadsımaz; o yetenekli bireylerin ve önderlerin toplumun gelişme çizgisini, yasalarını ve belli başlı sınıfların konumlarını kavrayabildikleri ölçüde önemli ya da son derece önemli bir rol oynayabileceklerini de söyler. Devrimler tarihi, kritik dönemeçlerde, öncü sınıfa dayanan gerçekten devrimci örgütleri yöneten önderlerin ne denli önemli roller oynayabileceğini birçok kez göstermiştir. Bu nedenledir ki kendisi de bu aksiyomun bir örneği olan Lenin,“Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır” diyordu.

Yukardaki soruya net bir yanıt veremeyeceğimiz kuşku götürmez; ama yaşadığı kendi kendini tasfiye sürecinden çıkabilmek ve yeniden ayağa kalkabilmek için Türkiye devrimci hareketinin İbrahim Kaypakkaya’nın gözüpekliğine, devrimci iradesine, ileriyi görme yeteneğine, sürekli öğrenme tutkusuna ve teorik ve siyasal üretim yapma kapasitesine sahip önderlere, Marksizm-Leninizmle donanmış yeni Kaypakkaya’lara gereksinimi olduğu tartışma götürmez. (Ekim 2006)

Kaynaklar:

Gündem Arşivi kurucusuyum, sitede editörlük dahilinde; yayın yönetmenliğini de ben yapıyorum.

Siz de fikrinizi söyleyin!